
Полная версия:
Sovyet Öykü Seçkisi
“Aklını mı oynattın? Bu çizim için çok büyük paralar ödendi. Bunu yapan sanatçı, belki de ilk kez bu kadar mükemmel bir iş yapıyordur, sen ise onu yargılamaya kalkıyorsun!”
Sonra belli ki çiftlik beyinin kendisine söylediklerini hatırladı: İkisi belki yeni bir şeyler icat edebilirlerdi. Daniluşko’ya dedi ki:
“Bak şöyle yapalım… Bu kâseyi çiftlik beyinin çizimine göre yap ama bundan farklı bir şey düşünürsen, bu senin bileceğin iş. Sana engel olmayacağım. Sanırım yeterince taş var elimizde. Nasıl bir taş istersen vereceğim sana.”
O anda Daniluşko’nun kafasında bir şimşek çaktı. Derler ki başkasının fikrini karalamak kolaydır ama kendi fikrini yaratmak için geceleri uykunu kaçırman gerek. Daniluşko da çizime göre yapacağı kâsenin başında otururken hep kendi yapacağı kâseyi düşünür oldu. Hangi çiçeğin, hangi yaprağın bakır taşına daha iyi gideceğini kafasında tasarlamaya başladı. Giderek daha düşünceli ve keyifsiz olmaya başlamıştı. Bunu farkeden Prokopiç sormadan edemedi:
“Daniluşko, hasta değilsin ya? Şu kâse üzerinde daha az çalışsan. Acelen nedir? Biraz gez, dolaş, sonra yine oturursun başına.”
“İyi o zaman,” dedi Daniluşko. “Bari ormana gideyim. Belki bana lazım olan şeyi orada bulurum.”
O günden itibaren neredeyse her gün ormana gitmeye başladı. Mevsim ot biçme ve orman meyveleri toplama zamanıydı. Otlar çiçeklenmişti. Daniluşko kâh ot çayırlarında kâh orman bayırlarında dolaşıyor, bekliyor ve bakıyordu. Sonra tekrar çayırlara dönüyor, otları inceliyor, sanki bir şeyler arıyordu. Bu mevsimde orman ve çayırlar insan doluydu. Daniluşko’ya bir şey kaybedip kaybetmediğini soruyorlardı. Keyifsizce gülümsüyor ve:
“Kaybetmesine kaybetmedim ama bulamıyorum da,” diyordu.
Soranlar:
“Aklı başında değil,” diye konuşuyorlardı aralarında.
Daniluşko eve döner dönmez tezgâhın başına oturuyor, sabaha kadar çalışıyor, güneş doğarken tekrar ormana, çayırlara gidiyordu. Her türlü çiçeği, yaprağı eve getirmeye başladı. Daha çok da biçilen otlardan getiriyordu: beyaz çöpleme otundan baldıran otuna, afyon çiçeğinden ormangülüne, her türlü zehirli bitki… Gözlerinden uyku akıyordu, bakışları huzursuz bir ifade almaya başlamıştı, elleri cesaretini kaybetmişti. Prokopiç iyice endişelenmeye başladı, Daniluşko ise durumu şöyle açıklıyordu:
“Kâse bana huzur vermiyor. Taşın gerçek gücüne ulaşacak şekilde yapmak istiyorum onu.”
Prokopiç, Daniluşko’yu bu fikrinden vazgeçirmeye çalıştı:
“Bu kâse sana niye verildi? Onların karnı tok, daha ne? Bırak beyler bununla oyalansınlar, diledikleri gibi yapsınlar. Yeter ki bize dokunmasınlar. Nasıl bir motif istiyorlarsa yapalım ama niye karşılarına dikilelim ki? Üzerine boşu boşuna yük alıyorsun, olan biten bu.”
Ama Daniluşko kendi dediğinde diretiyordu:
“Bey için uğraşmıyorum. Şu kâseyi kafamdan bir türlü atamıyorum. Elimizdeki taşa bakıyorum da, biz onunla ne yapıyoruz? Kesip yontuyoruz, bir de perdahlıyoruz, hepsi bu. Ben ise taşın bütün güzelliğini ve gücünü görmek ve insanlara göstermek istiyorum.”
Daniluşko bir süre uzaklaştıktan sonra tekrar çiftlik beyine ait kâsenin başına oturdu. Hem çalışıyor hem de kendi kendine gülüyordu:
“Taştan, delikli bir şerit, oymalı bir pervaz…”
Sonra birden bu işi elinden attı. Diğerine başladı. Soluk almadan tezgâhın başında oturuyordu.
“Kendi kâsemi boru çiçeği şeklinde yapacağım,” dedi Prokopiç’e.
Prokopiç onu bu fikrinden caydırmaya çalıştı. Daniluşko başlangıçta onu dinlemek bile istemedi ama üç-dört gün sonra bazı kusurları ortaya çıkınca Prokopiç’e şöyle dedi:
“İyi, tamam. Önce beyin kâsesini bitireceğim, sonra kendiminkine başlayacağım. Ama o zaman beni caydırmaya çalışmayacaksın… Onu kafamdan atamıyorum.”
Prokopiç:
“Tamam, engel olmayacağım,” dedi ama içinden de şöyle düşünüyordu: “Buradan ayrılırsa, unutur. Onu evlendirmek lazım. Aynen öyle! Bir aile kurduğunda kafasındaki bu saçma düşünceler de yok olur.”
Daniluşko kâseyle uğraşmaya koyuldu. İşi çoktu. Bir yılda bitmezdi. Büyük bir gayretle çalışıyor, boru çiçeğinin adını anmıyordu. Prokopiç ise evlilik hakkında konuşmaya başlamıştı:
“Katya Letemina neden karın olmasın? İyi bir kız… Kötü bir tarafı hiç yok.”
Bunları Prokopiç kendi kendine konuşuyordu. Daniluşko’nun bu kızdan gözünü ayırmadığını uzun süredir fark etmişti. Kız da karşılıksız değildi. Prokopiç bir gün sanki tesadüfmüş gibi bu konuyu açtı. Daniluşko ise dediğinde diretiyordu:
“Bekle! Şu kâseyle işimi bir bitireyim. Artık bıktım bununla çalışmaktan. Eli kulağında. Bir tek çekiç darbeleri kaldı. Sen ise sürekli evlilikten söz ediyorsun! Biz Katya’yla anlaştık. Beni bekleyecek.”
Daniluşko sonunda kâseyi çiftlik beyinin çizimine göre tamamladı. Tabi ki kâhyaya söylemediler ama evde küçük bir kutlama yapmayı planlıyorlardı. Gelin adayı Katya, anne ve babasıyla beraber geldi ve daha başka misafirler… Çoğunlukla bakır taşı ustaları… Katya kâseyi görünce çok şaşırdı:
“Bu motifi yontmayı ve taşı hiçbir yerinden kırmamayı nasıl başardın? Bu kadar temiz ve düzgün bir tornayı nasıl yapabildin?”
Ustalar da aynı fikirdeydiler:
“Tam da çizime uygun olarak! Kusursuz. Temiz bir işçilik. Neredeyse daha mükemmeli imkânsız. Böyle çalışmaya devam edersen sana yetişmemizin mümkünatı yok.”
Daniluşko uzun uzun dinledi ve şöyle dedi:
“Beni üzen de kötü bir tarafının olmaması. Yüzeyi dümdüz, desenler tertemiz, oyma kısımları tam çizime göre. Ama ya güzelliği nerede? Alın size gerçek bir çiçek… Hiç çirkin bir yanı yok. Ona bir bakıyorsunuz, yüreğiniz mutlulukla doluyor. Peki ya bu kâse kimi mutlu edecek? Ne için yapılmış? Kim baksa, tıpkı Katya gibi, ustanın gözleriyle ellerine, taşın hiçbir yerini kırmamak için sarfettiği sabra hayran kalıyor.”
“Peki hatası nerede?” diye güldü ustalar. “Alttan ekleyip perdahla örtmüşsün ve böylece kenarları görünmez olmuş.”
“Aynen öyle… Peki, size soruyorum, taşın güzelliği nerede? Buradan bir damar geçiyor ama sen onun üzerine delik açıp çiçek kesiyorsun. Bunların burada işi ne? Bunlar taşı bozuyor. Ama taş nasıl da güzel! Taşın ilk hali! Anlıyor musunuz, ilk hali, nasıl da güzel!”
Hiddetlenmeye başlamıştı. Galiba içkiyi de biraz kaçırmıştı.
Ustalar Daniluşko’ya Prokopiç’in bunu defalarca söylediğini hatırlattılar:
“Taş taştır. Onunla ne yapılır? Bizim işimiz, yontup kesmek.”
Orada bir ihtiyarcık vardı. Prokopiç’in ve diğer ustaların da ustasıydı. Herkes ona dede derdi. Eli ayağı tutmaz bir haldeydi. Ama sohbete ortak oldu ve Daniluşko’ya şöyle dedi:
“Sevgili oğlum, yanlış yoldasın! Bunları kafandan uzaklaştır! Yoksa dağ ustaları efendisinin eline düşersin…”
“Hangi ustalar, dedeciğim?”
“İşte onlar… Dağda yaşarlar, kimse onları göremez… Sahipleri ne derse onu yaparlar. Bir keresinde gördüm onları ben. İş dediğin öyle olur! Buradakinden, bizim yaptığımızdan farklıdır onlarınki.”
Herkes merak etti bu konuyu. İhtiyara onların yaptığı hangi eşyayı gördüğünü sordular.
“Yılanı gördüm. Sizin bilezik olarak yonttuğunuzdan.”
“Ee, nasıldı peki?”
“Diyorum ya, buradakilerden farklı. Onu gören usta hemen buranın işi olmadığını anlar. Bizim bileziklerde yılanı o kadar temiz yontamıyorlar, taş olduğu belli oluyor ama onlarınki gerçek gibi. Simsiyah sırtı, gözleri… Her an sokmaya hazır gibi. Ne de olsa onlar taştan çiçeği görmüşler, güzellikten anlıyorlar.”
Daniluşko taştan çiçeği duyar duymaz ihtiyarı soru yağmuruna tuttu. İhtiyar açık açık konuştu:
“Bilmiyorum, sevgili oğlum. Sadece böyle bir çiçeğin olduğunu duydum. Bizim buralı halkın onu görmesi imkânsız. Onu görenin bu dünyada yüzü gülmez.”
“Ben görmek isterdim,” dedi Daniluşko.
Nişanlısı Katenka bunu duyunca çırpınmaya başladı:
“Ne, sen ne diyorsun Daniluşko? Bu dünyadan bıktın mı yoksa?” Ve gözyaşlarına boğuldu.
Prokopiç ve diğer ustalar işin nereye varacağını sezip ihtiyarı alaya almaya başladılar:
“Dede, sen bunamaya başladın. Masallar anlatıyorsun. Çocuğun aklını çeliyorsun.”
İhtiyar heyecanlandı ve yumruğuyla masaya vurdu:
“Böyle bir çiçek var! Delikanlı doğru söylüyor. Biz taştan anlamıyoruz. Taştan çiçek tüm güzelliğini sergiliyor.”
Ustalar alaya devam ettiler:
“Dede, sen içkiyi fazla kaçırdın!”
“Taştan çiçek diye bir şey var,” diye diretti ihtiyar.
Bir süre sonra misafirler dağıldı ama bu konuşma Daniluşko’nun kafasından bir türlü çıkmıyordu. Tekrar ormana gitmeye, boru çiçeğinin oralarda dolanmaya başladı. Düğünü ise düşündüğü yoktu. Prokopiç bu durumda onu zorlamak mecburiyetinde kaldı:
“Kızı niye mahcup ediyorsun? Kaç yaşında gelin olacak? Bekle, bekle, nereye kadar… Onunla alay edecekler. Milletin ağzı torba mı büzesin?”
Daniluşko kendi dediğinde diretiyordu:
“Çok az daha sabret! Biraz düşünüp uygun taşı seçeceğim.”
Gumeşki’deki46 bakır madenine gitmeyi alışkanlık haline getirdi. Madene indiğinde yukarı çıkarılan bakır taşlarının ayıklandığı yüzey kısmında dolaşıyordu. Bir keresine eline aldığı bir taşı evirip çevirdi, iyice inceledi ama sonra “Hayır, bu o değil,” diyerek bıraktı.
Bunu der demez bir şey dile geldi:
“Başka yerde ara… Yılan Dağı’nda.”
Daniluşko etrafına bakındı – kimse yok. Kimdi o? Dalga mı geçiyorlar… Etrafta gizlenecek yer de yok… Biraz daha bakındı ve eve gitti. Arkasından bir ses yine:
“Danilo usta, duydun mu? Yılan Dağı diyorum.”
Daniluşko etrafına bakındı. Mavi bir dumana benzer bir kadın görünür gibi oldu sanki. Sonra sesler kesildi.
“Bu da neyin nesi?” diye düşündü Daniluşko. “Yoksa yılanın kendisi mi? Yılan Dağı’na gitsem ne olur ki?”
Bu dağı Daniluşko iyi bilirdi. Yılan hep orada olurdu, Gumeşki’ye yakın bir yerdeydi. Ama yılan artık oralarda olamazdı, her yeri çoktan kazmışlar, yerin üstündeki taşları toplamışlardı.
Daniluşko ertesi gün de o tepeye gitti. Tepe fazla yüksek değildi ama yamacı dikti. Bir tarafı tamamen budanmış gibiydi. Kayaların katmanlaştığı yer en iyi cinstendi. Bütün tabakalar hiçbir yerde olmadığı kadar iyi görülüyordu burada. Daniluşko bu katmanlı yere gitti. Burada bir bakır taşı, yerinden sökülmüştü. Büyük bir taştı, elle taşımak imkânsızdı. Sanki çalı şekli verilmişti. Daniluşko bu hazineyi incelemeye koyuldu. Her yönüyle tam da istediği gibiydi: taşın altına doğru renk koyulaşıyordu, damarlar tam da gerekli yerlerdeydiler… Her şey olması gerektiği gibiydi… Daniluşko çok sevindi, atının peşinden koşarak taşı eve getirdi:
“Bak nasıl bir taş buldum!” dedi Prokopiç’e. “Tam da benim kâsem için özel olarak yapılmış gibi. Artık hızlıca yaparım. Sonra da evlenirim. Katenka beni gerçekten de çok bekledi. Benim için de kolay olmadı. Beni tutan sadece bu işi tamamlamak. Çabucak bitse bari!”
Ve Daniluşko taşı işlemeye koyuldu. Ne gecesi vardı ne de gündüzü… Prokopiç ise bu işe hiç sesini çıkarmıyordu. Delikanlı belki de sakinleşir ve avunur diye düşünüyordu. Çalışma hızlı ilerliyordu. Taşın alt kısmını tamamlamıştı. Görünüşü aynı boru çiçeği gibiydi. Enli yaprakları kümeler halinde, tırtıklı ve damarlıydı. Daha iyisi olamazdı. Prokopiç de tıpkı canlı gibi olduğunu, insanın eliyle dokunası geldiğini söylüyordu. Ama taşın üstlerine doğru ilerledikçe engeller çıkmaya başladı. Daniluşko sap kısmını yonttu; yan taraflardaki yapraklar incecikti, zar zor tutunuyorlardı! Fincan kısmı, boru çiçeğine benziyordu ama o değildi işte… Taştan çiçek, canlılığını ve güzelliğini yitirmişti. Daniluşko’nun uykuları bölündü. Yaptığı kâsenin başında oturuyor, nasıl düzelteceğini, daha iyi nasıl yapabileceğini düşünüyordu. Prokopiç ve kâseye bakmaya gelen diğer ustalar hayret ediyor, delikanlının daha ne istediğine anlam veremiyorlardı. Sonunda kâse ortaya çıktı. Şimdiye kadar kimse daha iyisini yapamamıştı ama Daniluşko’nun içine sinmedi. Delikanlı artık deliliğin sınırına gelmişti, onu tedavi etmek gerekiyordu. Katenka insanların ne konuştuğunu duyuyor, durmadan ağlıyordu. Bu durum Daniluşko’yu da yola getirdi:
“Tamam,” dedi. “Daha fazla uğraşmayacağım. Belli ki benden daha fazlası çıkmayacak, taşın gücünü yakalayamayacağım.”
Ve düğün için bu sefer kendisi acele etmeye başladı. Telaşa gerek yoktu ki, gelinin her şeyi çoktan hazırdı… Düğün gününü ayarladılar. Daniluşko’nun neşesi yerine geldi. Kâhyaya kâseden bahsetti. Kâhya koşarak geldi. Şöyle bir baktı: mükemmeldi! Kâseyi hemen çiftlik beyine yollamak istedi ama Daniluşko şöyle dedi:
“Az bekle. Son bir detay kaldı.”
Sonbahar mevsimiydi. Dolayısıyla düğün Yılan Bayramı’na denk geldi. Bu arada birileri yakında bütün yılanların bir yerde toplanacağını hatırlattı. Daniluşko bu sözleri bir işaret olarak algıladı. Bakır taşından yapılma çiçekle ilgili konuşmaları tekrar hatırladı. Bir şeyler onu çekiyordu: “Son bir kez Yılan Dağı’na gitsem mi? Orada bir şeyler öğrenemez miyim?” Sonra bir de taşı hatırladı: “Sanki her şey ayarlanmış gibiydi! Madende… Yılan Dağı’yla ilgili konuşan o ses…”
Ve Daniluşko dağa gitti. O mevsimde toprak, artık donmaya, hafiften kar tutmaya başlamıştı. Daniluşko taşı aldığı dönemeçli yere geldi, etrafına bakındı. Aynı yerde sanki bir taş, kırılarak alınmış gibi büyükçe bir çukur oluşmuştu. Daniluşko bu taşı kimin kırdığını hiç düşünmeden çukura yaklaştı. “Biraz oturayım, rüzgârdan korunayım. Burası daha kuytu”, diye düşündü. Etrafına bakındı, bir duvarın dibinde masaya benzer bir taş vardı. Oraya oturdu, düşüncelere daldı. Toprağa bakıyordu ve şu taştan çiçek meselesi bir türlü aklından çıkmıyordu. “Bir görebilsem!..” Tam o anda hava sanki yaz gelmiş gibi birden ısınıverdi. Daniluşko kafasını kaldırdı. Tam karşısında, öbür duvarın dibinde Bakır Dağı’nın sahibi oturuyordu. Bakır taşından yapılma giysisinden ve bir de güzelliğinden Daniluşko onu hemen tanıdı. Ama bir yandan da şöyle düşünüyordu: “Belki de bana öyle geliyor. Aslında etrafta kimse yok.” Oturdu, sustu, dağın sahibinin oturduğu yere baktı, bir şey göremiyor gibiydi. Dağın sahibi de susuyordu, sanki düşüncelere dalmıştı. Sonra sormaya başladı:
“Ee, Danilo usta, boru çiçeği kâsen güzel olmadı mı?”
“Olmadı.”
“Pes etme! Yenisini dene. Tasarladığın gibi bir taş bulacaksın.”
“Hayır,” dedi Daniluşko. “Daha fazlasını yapamam. Bitkin düştüm, bir türlü olmuyor. Taştan çiçeği göster bana.”
“Göstermek kolay ama sonra pişman olursun.”
“Dağa mı hapsedeceksin?”
“Neden hapsedeyim? Yol açık ama gidenler yine bana dönüyorlar.”
“Merhamet et de göster bana taşı!”
Dağın sahibi Daniluşko’yu ikna etmeye çalıştı:
“Belki de biraz çabalarsan kendin görürsün.” Aynı zamanda Prokopiç’i de düşünüyordu: “Ustan sana acıdı, şimdi de sen ona acımalısın.” Sonra nişanlısını hatırlattı: “Seni deli gibi seviyor ama senin aklın başka yerde.”
“Biliyorum,” diye bağırdı Daniluşko. “Ama taştan çiçeği görmeden bana hayat hakkı yok. Göster bana onu!”
“Madem öyle, Danilo usta, bahçeme gidelim.”
Dağın sahibi böyle dedi ve ayağa kalktı. O anda sanki toprak kırıntıları dökülüyormuş gibi bir uğultu duyuldu. Daniluşko etrafına bakındı, duvarlar yok olmuştu. Uzun ağaçlar vardı ama bizim ormandakiler gibi değil, taştan yapılmaydılar. Kimileri mermerden, kimileri yılantaşındandı… Türlü türlü… Ama dallarıyla, yapraklarıyla canlıydılar. Rüzgârdan sallanıyor ve yuvarlanan çakıl taşları gibi uğulduyorlardı. Daha aşağılarda otlar vardı, onlar da taştan yapılmıştı. Gök mavisi, kırmızı… Çeşit çeşit… Güneş görünmüyordu ama etraf gün batımı öncesi gibi aydınlıktı. Ağaçların arasında altın yılanlar oynaşır gibi kıvrılıyorlardı. Onlardan ışık da yansıyordu.
Dağın sahibi, Daniluşko’yu büyük bir alana götürdü. Orada toprak, bildiğimiz kil gibiydi ama üzerinde kadife gibi siyah fundalıklar vardı. Bu fundalıklarda bakır taşından yapılma, iri ve yeşil çançiçekleri vardı ve her birinin üzerinde boyalı bir yıldız bulunuyordu. Bu çiçeklerin üzerinde ateşten arılar parlıyor, yıldızlar inceden inceye şarkı söyler gibi çınlıyorlardı.
“Evet Danilo usta, gördün mü?” diye sordu dağın sahibi.
“Aynısını yapacak taş asla bulunmaz,” diye cevap verdi Daniluşko.
“Eğer kendin düşünebilseydin sana böyle bir taş verirdim ama artık veremem,” dedi dağın sahibi kolunu sallayarak. Tekrar bir uğultu oldu ve Daniluşko kendini aynı çukurun içinde buldu. Rüzgâr hâlâ uğulduyordu. Ne de olsa mevsim sonbahardı.
Daniluşko eve geldi. O gün gelin evinde eğlence vardı. Daniluşko önce kendisini mutluymuş gibi gösterdi, şarkılar söyledi, dans etti ama sonra üzerine sanki bir bulut çöktü. Gelin korkuya kapıldı:
“Ne oldu sana? Sanki cenaze evinde gibisin!”
Daniluşko cevap verdi:
“Başım çatlıyor. Gözümde yeşil ve kırmızı karartılar var. Işığı göremiyorum.”
Eğlence o anda sona erdi. Adet olduğu üzere gelin, kız arkadaşlarıyla birlikte damadı uğurlamaya gitti. Yol uzak değildi. Bir, bilemediniz, iki ev ötede oturuyorlardı. Katenka arkadaşlarına seslendi:
“Halka oluşturalım kızlar. Bizim sokağın sonuna kadar gidelim, Yelanskaya sokağından dönelim.”
Kendi kendine “Daniluşko rüzgârda kalacak, ona dokunmasa bari,” diye düşünüyordu.
Kızlar ise… Mutlu mesut yürüyorlardı.
“Tamam,” diye bağırdılar. “Uğurlama zamanı. Evi de çok yakın zaten.”
Bu durumda damadı uğurlama şarkısını söylemeye bile gerek kalmadı.
Sessiz bir geceydi ve kar yağıyordu. Tam gezilecek bir hava vardı. Onlar da öyle yaptılar. Gelinle damat önden gidiyordu. Eğlenceye katılan bekâr bir gençle gelinin kız arkadaşları biraz geride kaldılar. Kızlar uğurlama şarkısını söylemeye başladılar. Şarkı, sanki cenaze uğurluyor gibi ağır ve hazindi. Katenka bunun gereksiz olduğunu düşündü: “Daniluşko olmadan asla mutlu olamam, bunlar da şu ağıtı nereden çıkardılarsa?”
Katenka, Daniluşko’yu başka şeyler düşünmeye zorladı. Daniluşko önceleri onunla konuşuyordu ama sonradan tekrar hüzünlenmeye başladı. O sırada gelinin arkadaşları şarkıyı bitirdiler ve neşelendiler. Gülüp koşuşturuyorlardı. Daniluşko ise canlı cenaze gibiydi. Katenka ne kadar uğraşsa da onu neşelendiremedi. Eve kadar bu halde gittiler. Bekâr delikanlıyla genç kızlar dağıldılar. Daniluşko ise adet olmamasına rağmen nişanlısını evine bıraktı ve tekrar kendi evine döndü. Prokopiç çoktan uyumuştu. Daniluşko sessizce ocağı yaktı, yaptığı kâseleri evin ortasına getirdi ve onlara bakmaya başladı. O sırada Prokopiç’in öksürüğü tuttu. Öksürmekten ciğerleri sökülüyordu adeta. Son zamanlarda sağlığı iyice bozulmaya başlamıştı. Bu öksürük Daniluşko’nun yüreğini burktu. Geçmişi hatırladı. İhtiyara çok acımıştı. Prokopiç öksürdü ve şöyle sordu:
“O kâselerle ne yapıyorsun?”
“Öylesine bakıyordum. Onları vermenin zamanı gelmedi mi?”
“Çoktan geldi. Boşuna yer kaplıyorlar. Bunlardan daha da iyisi yapılamaz.”
Biraz daha sohbet ettikten sonra Prokopiç tekrar uykuya daldı. Daniluşko da yattı ama bir türlü uyku tutmuyordu. Yatakta döndü durdu, sonra kalktı, ocağa odun attı, kâselere baktı ve Prokopiç’e doğru yaklaştı. İhtiyarın baş ucunda biraz bekledi ve iç çekti…
Sonra çekici eline aldı, bir ah çekip boru çiçeğine vurdu, paramparça etti. Çiftlik beyinin çizimine göre yaptığı kâseye ise hiç dokunmadı. Ortasına tükürdü ve koşarak oradan uzaklaştı. Bir daha da Daniluşko’yu gören olmadı.
Kimileri aklını yitirdiğini ve kendini ormana attığını, kimileri de dağın sahibinin onu dağ ustalarının yanına aldığını söylediler.
Ama işin aslı başkaydı. Bunu da size bir başka hikâye anlatacak.
1938SAŞA ÇYORNIY

Şair, nesir yazarı ve çevirmen olan Saşa Çyornıy 1 Ekim 1880 tarihinde Ukrayna’nın Odessa şehrinde beş çocuklu bir ailenin evladı olarak dünyaya gelir. Gerçek ismi Aleksandır Mihayloviç Glikberg’dir.
Yazar, satirik şiirlerinin yanı sıra Almancadan yaptığı çevirilerle çocuk yazarı olarak kısa sürede ünlenir. 1917 Bolşevik Devrimi, yazarı Rusya’nın Pskov şehrinde yakalar. Çyornıy, Bolşeviklerin ideolojisiyle uyuşamayan diğer entelektüeller gibi vatanını terk etmek zorunda kalır. 1920 yılında eşiyle birlikte önce Litvanya’nın Kaunas şehrine, oradan da Berlin’e gider. 1924 yılından itibaren, Fransa’da yaşamaya başlayan yazar, burada çalışmalarını daha çok Rus kültürünü ve tarihini tanıtmaya yönelik yapar. Bu doğrultuda 1924 yılında Profesör Patraşkin’nin Rüyası (Сон профессора Патрашкина), 1928 yılında Kedi Sanatoryumu (Кошачья санатория), 1930 yılında da Pembe Kitap (Румяная книжка) başlıklı çocuk kitaplarını yayımlar. Nitekim burada çevirisi yapılan öykü de yazar tarafından 1927 yılında Paris’te yayımlanan ünlü çocuk Foks Köpeği Mikki’nin Günlüğü (Дневник Фокса Микки) kitabına aittir.
Farklı bir üslup ve tarza sahip olan Saşa Çyornıy, yaşadığı La Favier kasabasında 5 Ağustos 1932 tarihinde çıkan bir yangını söndürme çalışmasından hemen sonra evde geçirdiği kalp krizi sonucunda hayata gözlerini yumar. Yazarın naaşı Fransa’nın güneyinde bulunan Toulon şehrinin Le Lavandou mezarlığına defnedilir.
FOKS KÖPEĞİ MİKKİ’NİNGÜNLÜĞÜ
Funda TEMUR47Zina, Yemek, İnek ve Benzeri Diğer Konular Hakkında
Sahibim Zina, kız çocuğundan çok foks köpeğine benzer. Sanki küçük bir köpekmiş gibi cıyak cıyak bağırır, zıplar, elleriyle topu yakalar (ağzıyla yakalayamaz) ve ısıra ısıra şeker yer. Düşünüyorum da; kuyruğu yok mu onun? Her zaman bornozunu giyerek banyoya gider, benim ise banyoya girmeme izin vermez, ben de onu gizlice gözetlerim.
Dün Zina övünmeye başladı: “Ne kadar da çok defterim var görüyorsun Mikki, değil mi? Aritmetik, Dikte, Kompozisyon… Ah sen ise, mutsuz bir köpek yavrususun, ne konuşabiliyorsun, ne okuyabiliyorsun, ne de yazabiliyorsun.”
Hav! Ben düşünebiliyorum ve en önemlisi de bu. Hangisi daha iyi: düşünen bir foks köpeği mi yoksa konuşan bir papağan mı?
Büyük harflerle yazılmış çocuk kitaplarını çok az okuyabiliyorum.
Yazmayı da… Gülün, gülün (insanlar güldüğünde, tahammül edemiyorum)! Ben de yazmayı öğrendim. Evet, patilerimdeki parmaklarımın bükülemediği doğru, zira ben ne insanım, ne de maymun. Ama ağzıma kurşun kalemi alıyorum, defter kıpırdamasın diye pençemle tutuyorum ve yazıyorum.
Başlangıçta harfler ezilmiş yağmur solucanına benziyordu. Ancak foks cinsi köpekler kızlardan çok daha çalışkandırlar. Artık ben Zina’dan daha iyi yazıyorum. Ama henüz kalem açamıyorum. Kalemimin ucu bittiğinde, sessizce çalışma odasına koşuyorum ve açılmış kalem çöplerini masadan sıyırıyorum.
***Üç yıldız koyuyorum. Çocuk kitaplarında gördüm: İnsan yeni bir fikre kapıldığında, üç yıldız koyar…
Hayatta her şeyden önemli olan şey nedir? Yemek yemek. Numaraya lüzum yok! Ev insan dolu. Onlar konuşuyorlar, okuyorlar, ağlıyorlar, gülüyorlar, sonra da yemek yiyorlar. Sabah yemek yerler, öğlen yemek yerler, akşam yemek yerler. Zina ise geceleyin yer, bisküvileri ve çikolataları yastığın altına saklar ve gizlice ağzını şapırdata şapırdata yer.
Ne kadar da çok yerler! Ne kadar uzun sürede yerler! Ne kadar sık yerler! Bir de bana pisboğaz derler…
Dana etinin kemiğini bana verirler (etini kendileri yerler!), küçük bir tabakla süt koyarlar hepsi bu.
Zina ve diğer çocuklar gibi sataşıp, daha fazlasını istiyor muyum? Komposto olarak adlandırdıkları mayaya benzer tatlıyı, kara erik ve üzüm kurusundan yapılı sıvı iğrenç şeyi veya dondurma dedikleri o korkunç şeyi ben yiyor muyum? Ben tüm köpeklerin en nariniyim, çünkü ben foks cinsi köpeğim. Zina’nın elinden özenle aldığım kemiği, bisküviyi ve her şeyi kemirir ve yerim.
Ama onlar… Niye bu çorbalar? Sade su daha lezzetli değil mi?
Kavurmaya katarak tadını bozdukları bu bezelyeler, havuçlar, kerevizler ve diğer iğrenç şeyler ne için?
Neden haşlayıp, kavuruyorlar ki?
Kısa bir süre önce çiğ etten bir parça tattım (et parçası mutfakta yere düştü ve onu yemek benim hakkımdı)… Sizi temin ederim, tüm bu tavada cızırdayan etlerden daha lezzetliydi.
Keşke kaynatmasa ve kızartmasalar, ne kadar da iyi olurdu! Keşke aşçılar olmasa (onlar uysal köpeklere nasıl davranacaklarını bilmiyorlar). Her şey kap olmadan yerden yense, benim için daha keyifli olurdu. Yoksa her zaman masanın altında, başkalarının ayaklarının dibinde oturmak zorunda kalıyoruz. İtekliyorlar, ayaklarımıza basıyorlar. Aman ne keyifli!…
Ya da daha iyisi evin önündeki çimlerde yesek. Herkese birer çiğ et verilse. Yemekten sonra da, Zina’nın benimle yaptığı gibi, herkes yuvarlanır ve bağrışırdı… Hav hav!
Bana pisboğaz diyorlar (kedinin mamasından bir yudum süt içtim, sanki ne olmuş)…
Oysa kendileri… Çorba, kızartma, komposto ve peynirin üstüne ayrıca çeşitli renkte şeyler içiyorlar; kırmızı şarap, sarı bira, siyah kahve… Ne için? Masanın altında gözüm yaşarana kadar esniyorum, insanların etrafında dolanmaya alışığım, onlar ise sürekli oturuyor, oturuyor, oturuyor… Hav! Ve herkes konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor, sanki herkesin karnında bir gramofon çalışıyor.