
Полная версия:
Cengiz Han'ı Aramak
Babası Temuçin’i koltuk altlarından sıkıca tutup kaldırarak kendi getirdiği ata bindirdi. Ata biner binmez dörtnala koşturmaya başladı. At üstündeki hareketlerinden onun Moğol soyundan olduğu belliydi.
Onunla birlikte ta aşağıda çocukların gürültüsü işitiliyordu. Elindeki oku gökyüzüne attı. Anıları arasında bugün Cengiz Han için kitabın ilk sayfası gibiydi. Şu an anılarının o ilk sayfasını açtı. Temuçin son zamanlarda babasıyla annesinin konuşmalarından “Artık büyüdü” dediklerini çok duymaya başlamıştı. O gün de sık sık bunu tekrar ediyorlardı. O gün bu sözü babası nineye de söylemişti. Annesi ve babası uzakta oturan akrabalarına misafirliğe gideceklerini ve Temuçin’i bu nineye bırakacaklarını söylemişti. Güneş batmadan babasıyla annesi misafirliğe gittiler ve giderken babası Temuçin’e ninenin söylediklerini yapmasını tembihledi.
Hava kararmış gökyüzünde yıldızlar ışıldıyordu.
Tündükten giren ayın ışığı içeriyi aydınlatıyordu. Temuçin’e bugün her zamankinden farklı davranıyorlardı. Kat kat yatağın üzerinde yatıyordu. Bu yorganların güzel kokusu vardı. Hava iyice kararmıştı. Etrafta çıt yoktu. Uzaklardan atların kişneme, köpeklerin havlama sesleri geliyordu.
Bir anda bu sessizliği ninenin konuşması bozdu. Nine bozüyün kapısını kaldırıp içeri girdiğinde Temuçin onun yalnız gelmediğini fark etti. Konuşma seslerinden ninenin yanındakinin kadın olduğunu anladı. Nine yanındaki kadının kulağına bir şeyler söyledi. Kadın da onu anlıyormuş gibi sessizce kafa sallıyordu. Temuçin ise onların konuşmasını takip ediyordu. Ama konuşmaları bir türlü seçemiyordu.
Nine kadını bırakıp bozüyden çıkarken: “Şafak sökerken geleceğim” dedi. Kadın da “Sabah kendim giderim” dedi. Nine tamam der gibi başını salladı ve “Bu daha çok genç, tecrübesiz, her şeyi kendin öğret” diyerek dışarı çıktı. Temuçin hiçbir şey anlamadı.
Her zamanki gibi bir geceydi. Atların kişneyişi, köpeklerin havlayışı, nehrin gürültüsü duyuluyordu. Temuçin kadının ne söyleyeceğini merak ediyordu. Bir müddet ikisi de ses çıkarmadan durdular. Temuçin nefesini bile belli etmemeye çalışarak sessizce yatakta yatıyordu. Kadın yatağın baş tarafına yaklaştı. Üzerindeki kaftanını çıkartıp astı. Kadından o Çin sabununun kokusu ve güzel bir iğde kokusu geldi. Temuçin’i, değişik duygular sardı, bu duygular ateş gibi bütün vücuduna yayıldı. Daha önce hiç böyle olmamıştı. Kadın çadırın ortasına geldi ve ortada yanan muma yaklaştı. Kadın gençti, güzeldi ve yirmi yaşlarındaydı, bozüye kadının kokusu dağılmıştı ve yavaşça üzerindekileri çıkartmaya başladı. Çırılçıplak yatan Temuçin bunu görünce sanki ateşler içinde yanmaya başladı, iyice heyecanlanmıştı. Kadın kıyafetlerin birinin ardından birini çıkardıkça yorganı kendine daha sıkı örterek başını gizliyor, gözlerini kapatarak uyuyormuş gibi yapıyordu. Zorla yumsa bile çıplak kadının karşısında kendi kendine açılıyordu gözleri, bir türlü kurtulamadığı ateşler içinde yanıyordu. Temuçin’in mahrem yeri de gördüklerinden etkilenerek kavgacı horozun boynu gibi gerildi. Kadın yeni doğmuş gibi çırılçıplaktı ve tündükten giren ışık bembeyaz vücuduna düşüyordu. Temuçin daha önce güzel kelimesinin kadınlar için kullanıldığını duymuştu. Bugün artık bunu daha iyi anlıyordu. Kadının vücudunun ne kadar gizemli ve ne kadar hoş kokulu olduğunu uzaktan hissetti. Gittikçe ateşe atılan odun gibi vücudu kızarıyor, yanıyordu. Kadın sessizce ve nazikçe yürüyerek yanına geldi, yorganın sağ tarafını kaldırdı ve zaten o olmadan da yanan yorganı daha da büyük bir ateşe soktu. Şimdi kadının kokusu sadece burnuna değil bütün bedenine sinmişti. Uzun saçları, bembeyaz acayip vücudu, ovadaki iki tepeye benzeyen memeleri mükemmeldi. Temuçin dilini yutmuşçasına sessiz ve hareketsiz yatıyordu. Kadının ayakları yeniden gücüne girmeye başlayan hantal Temuçin’in zayıf, tahrik olan ayaklarına değdi. Kadının ayakları alev gibi yanan Temuçin’in etinden daha da sıcaktı, o sıcaklığın harareti ateşe atılmış kılıcın ucu gibi geldi ona. İkisini de o yaşlı kadın yıkamıştı anlaşılan. İkisi de iğde aromalı Çin sabunu kokuyorlardı. Sessizliği kadın bozdu:
– Uyuyor musun, dedi kadın kibar bir sesle. Kadının sadece kendisi değil sesinin de güzel olduğunu fark etti Temuçin. Bir süre sessizce yattıktan sonra kısaca yanıt verdi:
– Hayır, dedi. Uzun cevap vermeye cesaret edemedi.
– Ben sana bir şeyler öğretmeye geldim, dedi kadın.
– Sen artık büyüdün…
Kadın sözüne devam ediyormuş gibi Temuçin’in yeni tıraşlanıp alnında bırakılan kâkülünden nazikçe okşadı. Kadının sadece bedeninden değil avucundan da sıcaklık geldi. Çocuksu bilmezlikten bir de anlamamışçasına yerinden biraz deprenip Temuçin kadına sordu:
– Neyi?
– Neyi mi?
Kadın gizemli bir şekilde gülümsedi.
– Ben seni yiğit yapmak için geldim, dedi Temuçin’in büyük burnunu çimdikleyerek.
– Ben zaten yiğidim, dedi Temuçin, sesi titriyordu.
– Yiğidim diyorsun… Kadın güldü.
– Yiğidim diyorsun da büzülerek yatıyorsun bir de titriyorsun, dedi kadın. Temuçin’in göğsünü okşuyordu. Bu çocuğun hiçbir şey yapamayacağını anlamış kendisi çabalamaya başlamıştı.
– Senin adın ne dedi, Temuçin.
– Ben Tungut kızıyım, dedi kadın.
Temuçin bu kadının yabancı olduğunun farkındaydı. Onun bakışları, konuşması yerlilerden farklıydı.
Kadın Temuçin’in kulak altını kokladı. Kadının dudakları Temuçin’in tenine dokununca Temuçin gıdıklanmaya başladı, fakat kadının kokusu, nefes alması hoşuna gidiyordu. Kadının ince ayakları, bembeyaz bedeni Temuçin’e yapıştı. Temuçin’in çenesi kadının göğüslerinin ortasında kaldı, bu kokuların hepsi şu bir çift göğüsten geliyormuş gibi hissetti. Kadın onu şehvetle kucakladı…
– Öpsene, dedi.
Tükürüğü ağzına dolmuş Temuçin kabaca kadını öptü
– Öpmeyi bile bilmiyorsun, bir de yiğidim diyorsun, dedi kadın. Kadın kendini yatakta suda yüzen balık gibi hissediyordu…
Kadının ellerinin dokunduğu yer yanıyormuş gibi geliyordu Temuçin’e. Kadının üstündeyken Temuçin tuhaf duygular yaşamaya başladı ve acayip derecede tahrik oldu. Kadının teni Temuçin’in tenine değince vücudu gerildi ve menisi sıçrayıverdi. Böyle bir durumu Temuçin ilk kez yaşıyordu. Genç adamın menisi kadının bedenine tutkal gibi yapıştı. Temuçin de hafiflediğini hissetti ama kadından da utandı, hemen evden kaçıp gitmek istedi. Kadının yanında of çekti. Kadın:
– Acele etme, diyerek Temuçin’i sakinleştirdi. Yiğit olmak kolay değildir, dedi. Kadın yerinden kalkıp ortada yer alan ocağın sıcak külünün yanında duran ibrikteki suyla Temuçin’in menisinin yapıştığı yerleri yıkadı. Temuçin suç işlemişçesine sessizce yattı. Az önce kendini ateşe sokan duygularından kurtuldu, kendini soğuk su serpilmiş gibi ve sırtında taşıdığı deveyi bırakmış gibi hafiflemiş hissetti. Kadın yıkandıktan sonra gene yatağın sağ tarafına yattı. Temuçin yine kadından o güzel kokuyu alıyordu.
– Yıkanacak mısın? dedi kadın.
Kadının dediğini anlayamadı ve “Ben bugün yıkanmıştım” cevabını verdi.
– Durulan… Bu işten sonra kadın da erkek de durulanmalıdır. Sana yardım edeyim mi, diye sordu kadın.
– Hayır. Ben… Kendim… dedi. Temuçin çekinerek.
Temuçin yerinden kalktı ve karanlık evin ortasında yer alan ocağın kenarındaki ibriği alıp suyu belinden aşağı döker dökmez hemen bağırdı. Çünkü ibrikteki su çok sıcaktı. Temuçin vücudunu sıcak suyla biraz yıkadı ve yerine yattı. Yatağa yatar yatmaz belinde ufacık bir şeyler hissetti. Eliyle onlara dokundu, kadının boynundaki mercan taş boncuğuymuş. Kadın da boynundaki boncukların koptuğunu fark etmemişti. İkisi yerlerinden kalkarak yatağın içine saçılmış boncukları tek tek toplamaya başladılar. Boncukları bulunca kadın onları sayıyordu. Sonunda otuz üçüncü boncuğu yatağın kenarından buldular ve ikisi ortadaki ocağın ışığına gelip ipek ipe boncukları dizmeye başladılar. İkisi birbirine yakın oturuyorlardı, Temuçin önce olduğu gibi utanmayıp o duygulardan kurtulmuş gibi hissetti kendini. Temuçin dışarıya baktığında şafak sökmek üzereydi. Atlar kişnemiyor, köpekler havlamıyordu, sadece uzaktaki nehir bu yerlere sahipmiş gibi gürültü çıkarıyordu. Ocağın yanına geldiği zaman aydınlıkta kadının güzelliğini yakından daha net gördü. Gerçekten de kadının özel güzelliği, perininki gibi vücuduna vücudu değer değmez menisini akıtmıştı ve Temuçin’i iyice etkilemişti. Temuçin kadını kokladı, kadının kulağının altını ses çıkartarak öpmeye başladı. Öpmeyi bile bilmeyen hantal Temuçin’in erkeklik duyguları uyandı. Hemen oracıkta sevişmek istedi kadınla. Temuçin’in bu durumuna önem vermeyen kadın boncukları tekrar sayıyordu, boncukları otuz üç taneydi.
İkisi tekrar yatağa girdi. Temuçin o gün o kadınla bütün erkeklik arzularını yerine getirdi.
Kadın onun altında inleyerek tek bir şeyi tekrarlıyor, yalvarıyordu.
– Yiğit olmuşsun, sen yiğit olmuşsun…
Şafak sökünce kadın kırmızı kıyafetini giyip yorgun Temuçin’i yanağından öptü teyel gibi boz evden çıkıp gitti.
Temuçin bozüyde yalnız yatıyordu. O bugün kendisinin erkek olduğunun, yiğit olduğunun farkına vardı. Hayalinde büyük bir ordu toplayıp bütün dünyayı fethederek bütün kadınlarla sevişme arzusunu yerine getirmek istedi. Şu saniyede babasının “Moğol Moğol’la kadın için savaşmaz, kadın için savaşan Moğol gerçek Moğol değildir” dediğini hatırladı. Hatırlayınca babasının dediklerini cevapladı: Ben kadın için dövüşeceğim, kadın için savaşacağım, gerekirse kadın için bütün dünyayı fethedeceğim. Temuçin yiğitlik kudretine sahip olduğu gün bu sözünü bütün dünyaya ispatlamak, duyurmak istedi. Bu sözünü ispatlamayı, bu sözü için dünyayı fethetmeyi amaçlayan ulu Cengiz Han şimdi gözünde canlanan geçmişteki olayları birer birer hatırlıyordu. Uçsuz bucaksız bu düşüncelere daldığı zaman vücudu silkiniverdi.
Bu sonsuz düşüncelere dalmışken içeri giren kolbaşısı onu uyandırdı. Hayat uçurumunun ucunda duran Cengiz Han’ı sayısız düşünceler her tarafından sardı ve başını büyük bir sancıyla inletti. Dün emir verip tabipler getirtmişti. Tabipler Han’ın damarlarında zehirden dolayı yoğunlaşan kanı harekete geçirmişlerdi. Sonra biraz iyileşmiş az da olsa konuşmaya başlamıştı. İlaçlar etkisini az çok göstermişti, yılan zehri gücünü kaybetmiş az da olsa gözlerini açabilmişti.
Derdinden kurtulmanın çaresini arayan Cengiz Han, komutanlarına tabip ve şifacıları getirtti. İstediği tek şey vücudundaki zehirden bir an önce kurtulup yataktan kalkmaktı. Tanrı ona şifa verip de eskisi gibi sağlığına kavuşursa bambaşka bir hayata başlamaya karar vermişti. Boş bir evde yalnız ölmektense kendini iyi hissedebileceği her şeyi düşünmeye çalışıyordu. Bu aslında onun her zamanki sıkıntılı zamanlarda sakinleşmek için kullandığı bir yoldu. Ama insan için can tatlıydı ve candan daha önemli, daha tatlı bir şey bulamıyordu. Komutanları bu sefer çok meşhur bir şaman getirdiler. Şaman sarayın tam ortasında ateş yaktı ve var olduğu düşünülen ne kadar cin ve şeytan varsa hepsini yaktığı arça ağacının yaprağının dumanını etrafta gezdirerek kovdu. Şamanlar, söylediklerini cinler ve şeytanların duymasından korkuyormuşçasına ilk önce ateş yakar, ayağıyla yere ani vuruşlar yaptığı bir dansa başlar, elindeki defe vurur ve anlaşılmaz şeyler mırıldanırlardı; bu sırada da gelecekte olacak uğursuzlukların bazılarını söylerlerdi. Şimdi de öyle yaptı. Onun yaptığı ayinin gücüyle Cengiz Han’ın vücudu hafifler, iyileşir, kendine gelirdi. Bugünlerde ayın tutulma zamanı gelmişti. Şeytanların ve yardımcıları olan kâfir cinlerin en çok beklediği zamanlardı ay tutulması günleri. Böyle günlerde bunlar dünyadaki kötülüğün peşine düşerler, güçlünün yoluna güçsüzü çıkarıp öldürtmek için, bebekleri kaçırıp, artık takatten kesilen yaşlıları nasıl bir belaya sarsak da öldürsek diye etrafta gezerlerdi. Kimi zaman küçük çocuklar gibi ses çıkarır, bağırırlar kimi zaman çakallar gibi garip ağlama sesleri çıkarır, bazen insanların gözüne beyaz saçlı bir cadı gibi görünürken bazen de genç kızlar gibi gülme sesleri çıkarır evden eve gezerek insanoğlu için türlü kötülükler düşünürlerdi. Ay tutulması günleri bunların çıldırdığı zamanlardı. Böyle günlerde can çekişmekte olan insanların bu lânet yaratıkların eline düşmesi demek bu hastanın ölüme bir adım daha yaklaşması demekti. Onu öldürmek için ellerinden geleni yaparlardı. Bu lânetleri ancak ünlü şamanın durdurabileceği söylenirdi. Bu yüzden komutan Cengiz Han için herkesin tanıdığı bu ünlü şamanı getirtmişti. Şaman bulundukları çadırın en tepesindeki tündükten yüzüne düşen aydınlığın altında sakallarını okşamaya bir taraftan da gözlerini kapatıp yukarıdaki dünya ile konuşmaya başladı.
Yukarıdaki dünyadan duyduğu her şeyi hiçbir şeyi atlamadan Cengiz Han’a aktarıyordu:
– Ey Yaradan, dedi kambur şaman titreyen sesiyle: “Güneşle ayın tutulacağı gün bize iyiliği bağışla.” Yere yattı ve ağır ağır nefes alarak toprağın kalp atışlarını dinliyormuş gibi bir hali vardı. Kızgın bir sesle, soluk bile almadan duyduğu şeyleri aktarıyordu
– Kalpler taşlaşacak, yer sarsılacak, düşmanlık çoğalacak… Babanın kendi evladını, kardeşin kardeşi, kız kardeşin ablasını öldüreceği günler yaklaşıyor. Bunu söylerken vücudu bir kere aniden kasıldı. Sesi titriyor, boğazından zorla çıkan sesi giderek ağırlaşıyor, şamanın bütün vücudunu titreme sarıyordu.
– Şehirler yanacak isyanlar çıkacak, insanlar ölecek, kan su gibi akacak. Şaman tündükten düşen ışıkla aydınlandı, gözleri önünde bu kan ve gözyaşını görmüş gibi bir hali vardı.
– Korkaklar iktidara heveslenecek, ihanet ve hıyanet çoğalacak… Sonrasını gözlerini kapatıp fısıldayarak anlatmaya başladı. Kolay ölmenin de insana zor geleceği günler geliyor. İnsanın vurdumduymazlığı artacak, insanoğlunun hayvanlığından bıkan Tanrı’nın insanlığı fesat işlere yönelterek onlara gazap edeceği günler yaklaşıyor. Şamanın çıldırmış gibi bedeni kaşınıyor, damarları şişiyordu.
– Ey Tanrı! Ölmüş bedenlerden, yere verilmiş cesetlerden hesap soracağın gün yaklaşıyor. Bozüyün ortasındaki Han tahtının yanına yayılarak uzandı.
– Geliyor…
Sesi zorla çıkıyor, morarmış çekik gözlerinden yaşlar geliyordu.
– Geliyor, diyor ama uyuşmuş ellerini bile kaldıramıyordu.
Geliyor geliyor, diyerek Cengiz Han’ın kurumuş dudakları şamanın sözlerini tekrarlıyordu. Geliyor, geliyor… Acı acı öksürdü. Cengiz Han’ın bunu durmadan tekrarlamasının bir sebebi vardı. Dün gece tuhaf bir rüya görmüştü. Rüyasında gökyüzüne uçan kargalar görmüştü. Kargalar sanki bir cenazeyi defnedip mezarlıktan geriye dönen insanlar gibi toplanmışlar, sanki tek bir adam vücuduna bürünmüş bir halde “Geliyor, geliyor…” diye kanatlarını çırpıyor ve vahşice “gak” sesleri çıkarıyorlardı. Sayısı belirsiz bu karga sürüsü gökte sıra sıra birbirinin arkasından bir insan gibi konuşup yere çok yakın uçuyorlardı. Uçarken Cengiz Han’ın üzerine dışkılarını attılar. Kargaların geldiği taraftaki bütün toprak gürültüyle zangırdıyordu, koca bir toz bulutunu kaldıran dilenciler, üfürükçüler, o gizemli gücün sesini duyup meczuplaşmaya başlayan şamanların bindiği beyaz eşekler sel gibi Cengiz Han’ın sarayına doğru koşuyordu. Gökte insan gibi konuşan kargalar, yerde toynaklarıyla tozkoparan beyaz eşekler… Ayrıca bu sel gibi akan eşeklerin hepsi eyerliydi. Eşekler de kargalar gibi insan sesiyle “Geliyor, geliyor…” diye bağırıyordu. Gürültü bütün yeryüzünde yankılanıyordu. Bir Moğol rüyasında eşek ve karga görürse bu uğursuzluğa işaretti. Cengiz Han’ın üstünden kargalar, yanından da beyaz eşek sürüsü geçti. Onların kaldırdığı toz yeryüzünü kaplayan koca bir kasırgaya, o kasırga giderek yanan büyük bir aleve dönüştü. Bu ateş yeryüzündeki bütün canlıları, tüm ağaçları ve bütün hayvanları içine alan muazzam büyüklükte bir yangına dönüştü. O cehennem ateşinde, giydikleri giysilerden ellerindeki asaları, kafaları, sakalları bile yanan yarı diri yarı ölü dilenciler, dervişler, erenler çıkarak dua ederek azametli güce yalvarıyorlardı. Onlar da bütün vücutlarının yanmasına rağmen kargalarla eşeklerin söylediği kelimeyi tekrarlıyorlardı: Geliyor… Geliyor… Geliyor… Can çekişmekte olan Cengiz Han bir anda bilinmedik bir gücün etkisiyle hızlıca yerinden doğruldu. Yüzünden de okunabilen büyük bir nefret duygusuyla bağırdı. “Defolun! Defol! Defolun! Başka dünyalarla konuşarak oradan gelen haberleri aktaran Şaman konuşmayı kesmiş, bir mağarayı andıran gözlerle Cengiz Han’a bakmaya başlamıştı. Bu da şamanın ortaya koyduğu maharetti. Konuşamayan, kırk gündür yatağından bile kalkamayan Cengiz Han’ın çekik gözlerinde yaşam enerjisinin alevi görünmüş, yüzüne kan gelmişti. Cengiz Han komutanına başıyla bir jest yaparak “Çıkarın şu şamanı buradan!” diye bir işaret etti.
“Geliyor!..” Bu kelime hançer gibi yüreğine saplandı. Son günlerde içecek suyu tükenip gönlüne ölümden başka hiçbir düşünce gelmez olan Cengiz Han’ı ahirete gidecek yolun kaygısı ıstıraba soktu ve yere sürüklenen canını her türlü tasa sardı. Cengiz Han buna hazır olduğunu gizlemek istemedi. Fakat ona, yaşamla ölüm arasında, eziyet veren bu şüpheli düşüncelerin bu kadar uzaması onu çok asabileştirdi. Ne ölümlü oldu ne de diri olabildi. Bu durum bir hayli uzadı. Kırk günden beri öldürmeyen yılanın zehri vücudunu bırakıp çıkacak gibi gelmişti, ama damarlarıyla bedenine yayılmış yılanın zehri kolaylıkla bedenini bırakacak gibi değildi.
O gece Cengiz Han’a kız gönderilmişti. O da son halefine kadar öldürülen Tungut Hanı’nın esir düşen kızıydı. Cengiz Han’ın yatağına sırası gelen, eğlence törenine çağırılan kızların hepsi saraya çırılçıplak gelirlerdi. Cengiz Han kucağına aldığı dişinin kızlığını elinden alıp en az bir gün sonra onu odasından çıkarırdı. Tungut Han’ın soyunun kurutulmasını emretmiş olan Cengiz Han’a bekçileri o gece esir düşen Han’ın kızını, ay yüzlü, güzel kızını getirmişlerdi. Tungut Hanı’nın kızının güzelliği dillere destan olmuş, birçok ülkeden, paşalarla sultanlardan, Hanzu İmparatorluğu’ndan bile dünürler gelmişti. Dünürcü gelenler birçok hediye getirmiş, büyük saygı göstermişlerdi. Tungutlarla akrabalık kurmak için can atan bu kişiler bu kızın inatçılığından dolayı geri çevriliyorlardı. Cengiz Han, Tungut Hanı’nın kızının sadece güzelliğini değil, aynı zamanda erkeklerle aynı seviyede cengâver olduğunu da duymuştu. Nitekim Tungutları yenmek hiç de kolay olmamıştı. Son askerleri kalana kadar boğaz boğaza geçen savaşta direnmişler, kız da bir erkek gibi savaş kıyafetleri giyerek birçok Moğol askerini öldürdükten sonra esir alınarak Cengiz Han’ın kucağına atılmak üzere canına kıyılmamıştı. Tungut Han’ının soyundan gelen kim varsa hepsini öldüren Cengiz Han sadece bu kızın canını bağışladığını duyurmuş daha sonra da esiri haremine götürmeleri için emir vermişti.
Cengiz Han’ın yatağına girecek kadınlar özel bir yerde tutulurdu. Burada, bu kızların tutulduğu yerde özel askerler nöbet tutar, hadım edilmiş hizmetçiler kızlarla ilgilenirdi. Kadınların her şeyinden ve yemeklerinden de sorumlu olan bu hadımların hemen hemen hepsi Hanzulardı. Emredilen işi sessizce yerine getirmek onların kanına sinmişti. Bu hadımlar gece eğlencesine gidecek olan kızı sabah sağılmış sütle yıkar, Arap tüccarların getirdikleri hoş kokularla kızları bezedikten sonra, Çin kınasıyla saçlarını boyarlar ve saçlarına örgü yaparlardı. Kızlara özel kumaşlardan elbise giydirilir ve yüzleri de ipek tül duvaklarla örtülürdü. Saraydan bir emir geldiğinde en özel ağaçlardan yapılmış süslemeli bir koltuğa oturtulan kız, hadımların omuzlarında saraya giderdi. Bu sefer de bir Tungut Han’ın kızını sabah sağılan deve sütüyle yıkamışlar, vücuduna da Altay balı sürmüşlerdi. Kendisinin de gizemli bir güzelliği olan bu Tungut Han’ın kızı oyuncak bebek gibi süslenmiş ve Cengiz Han’ın eğlence odasına getirilmişti. Bu eğlence odasının da özel kuralları hatta bir iç tüzüğü vardı. Kız Buhara marangozlarının ceviz ağacından yaptığı karyolanın yanına getirilirdi ve kıyafetlerini çıkarıp çırılçıplak han yatağına yatırılırdı. Ama bu sefer Tungut Han’ın kızını Cengiz Han eğlence odasındaki kat kat yatakta bekliyordu. Bu ana kadar Cengiz Han herhangi bir kadını hiç beklememişti, onlar kendileri eğlence odasına girip Han’ın gelişini beklerlerdi. Ama bu sefer bekleyen kendisi idi. Tungut Han’ın soyundan kim varsa acımadan kırıp geçirmesinin tek sebebi bu kızdı, kızın güzelliğine, esrarına vurulmuş sonra da bu kızı koynuna alabilmek için Tungutlara savaş ilan etmişti. Kat kat yumuşak yatağında ihtirasla amacına ulaşmak için savaşı göze aldığı kızın gelme anını bekliyordu. Hadımlar kızı koridorda soydular göbeğinden kalçalarına kadar uzanan yumuşak Çin ipeğinden yapılmış tülü çıkarmayıp bıraktılar. Böyle bir tören bakirelere yapılırdı. Tungut Han’ın kızı hâlâ bakireydi. Ama Tungut Han’ın kızı o ipekten yapılmış tülün altına kimseye fark ettirmeden beline kocaman zehirli bir yılan sarmıştı. Bu gece için o da hazırlanmıştı. Kapıdaki iki nöbetçi kapıyı açar açmaz içeriye güzel kokularla dolu bir hava doldu ve Tungut Hanı’nın güzelliği dillere destan kızı içeriye girdi. Beline sardığı yılanın başını sıkıca tutuyordu. Han’ın yatağına çevik bir hareketle girdi ve Cengiz Han’a sırtını dönerek yattı. Birçok kadınla beraber olan Cengiz Han’ın bu naz hoşuna gitmişti. Elleriyle bedenini nazikçe okşayıp mercan gibi saçlarından koklayıp kulağının altından öptüğünde Cengiz Han’ın sivri sakallı çenesine kızın boynundaki mercan taşlı boncuklar değdi. Onun hayatında ilk gördüğü dişi de Tungutlardandı. Yeniden erkekliği hararetle tahrik olmaya başlayan Cengiz Han’ı çenesine tesadüfen değen boncuk uzun zaman önce yaşanan bir gecedeki olaylara sürüklemişti. “Boncuğun güzelmiş!” dedi Cengiz Han. Tungut Han’ın kızı bu söze hiçbir şey demedi. Cevap da vermedi. Bir müddet sonra Tungut Han’ın kızı konuşmaya başladı: “Bu mercan taşlı boncuk annemin” dedi ve hıçkırıklarla ağlamaya başladı. “Annemin” kelimesini Cengiz Han içinden tekrarladı ve düşüncelere daldı. Cengiz Han, onu ilk kez erkek yapan Tungut Han’ın kızını hatırladı. Onun da boynunda mercan taşlı bir boncuk vardı. Sanki aynı olayı yeniden yaşıyormuş gibi hissetti. Kız hıçkırıklarla sessizce ağlıyordu. Sonra nedense konuşmaya başladı “Sen ne kadar acımasız ve zalimsin… Sadece benim değil bütün halkımın soyunu kuruttun, seni bu kadar zalimleştiren hangi hırs, bu intikamın sebebi ne? Beşikteki çocuğa kadar öldürmene sebep olacak ne yaptılar sana? Kız bir taraftan ağlıyor bir taraftan da bunları söylüyordu. Böyle sözleri hayatında ilk defa duyan Cengiz Han tuhaf bir durumda kalmıştı. Donmuş gibi bu kızın ağlayışına takılıp kalmıştı. “Ben senden nefret ediyorum! Ben seni bugün öldürmeye geldim!” dedi kız gözyaşını durduramayarak. Cengiz Han bu kızın anlattıklarını sonuna kadar dinleyeyim diye düşündü. İnsanlara karşı nezaket etmek, yardım etmek gibi duyguları büsbütün sönmüş Cengiz Han’a bu kızın sözü öğle vakti düşen yıldırım gibi geldi. Kız titreye titreye içini çekerek ağladı… Sonra sessizce yattı. Cengiz Han az önce kızın karşısında nasıl donup kaldığına kendisi de anlam veremedi. “Sen” diye başlayan bir söz bile duysa bunu söyleyenin başını bir kuşunki gibi koparan taş yürekli Cengiz Han’ın yüreği eziliverdi.
– Boncukların kaç tane?
Cengiz Han hiç düşünmeden sormuştu bu soruyu kıza. Kız soruyu duyunca önce cevap vermedi, biraz durdu ve “Otuz üç” dedi. “Otuz üç…” Cengiz Han hayretle bu sayıyı tekrar etti. Aralarında yine bir sessizlik oldu. Tungut Han’n kızı sivri sakallı Cengiz Han’ın bedeninin iki bacağının arasına nasıl girdiğini fark edemedi bile. Kız çırpındı, iki bacağının arasına bütün vücuduyla giren Cengiz Han’ın kuvvetli, kaslı bedeni kızın karşı koyan bedenini hissetmedi bile. Savaşlarda o kadar çok yara almıştı ki vücudunda yara izi olmayan yer yok gibiydi. Yaraları iyileşmiş ve vücudu nasırlaşarak sertleşmişti. Cengiz Han, Tungut Han’ın kızının iki bacağını, güçlü kollarıyla yukarı kaldırarak, kızın mahrem yerine keskin orak gibi girdi. Kızın şiddetle direnmesine rağmen sertleşmiş erkeklik organı yerini bulunca acı acı bağıran kız Cengiz Han’ın omzunu şiddetli bir şekilde ısırdı. Ona da önem vermeyen Cengiz Han kızın şıralı çiçek yaprağına konmuş arı gibi balını emmeye başladı. Tam bu sırada kızın sabrı tükenip beline sardığı yılanı fark ettirmeden çözdü ve parmağıyla başına bastırdığı yılanın tırnak gibi başını özenle bıraktı. İki kalçasını yukarı kaldırıp kızın üstünde terleyip gürleyen Cengiz Han’ın omzuna yılan zehirli dişlerini batırdı… Senden nefret ediyorum! Nefret ediyorum. Böyle bir şeyi beklemeyen Cengiz Han “tıs” diye ısıran yılanın sertliğinden korkup bağırdı. Bu sesi bekliyormuşçasına kapıda duran muhafızlar içeri girdiler. Onlar çırılçıplak Tungut Han’ın kızını saçından tutarak dışarı sürüklediler. Yılanın zehri bedenine yayılan Cengiz Han yerinde sırt üstü yatıyordu.
Cengiz Han’ın yatağına yılan sokup Tungutların intikamını almaktan vazgeçmeyen kızı iki ağaç arasına bağlayıp bedenini gerdirerek halkın önünde acılı bir ölüm cezasına çarptırmayı düşündüler ve bunu Han’a söylediler. Cengiz Han uzun uzun düşünüp hiç beklenmedik bir karar verdi.
– Tungut Hanı’ın kızını bana getirin!