Читать книгу 60'lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi ( Анонимный автор) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
60'lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi
60'lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi
Оценить:
60'lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi

4

Полная версия:

60'lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi

Kızbike-Kız Kulesi hikâyesinde gördüğümüz bu anlatıcı tipi anlatma esasına dayalı sözlü türlerin anlatıcılarına büyük oranda benzer ve köken itibariyle de ilâhî bakış açısı, destandan romana geçmiş bir unsurdur. Şifahi anlatmalarda dinleyicilerin karşısına somut bir varlık olarak çıkan bu anlatıcı tipi yerini Kızbike hikâyesinde Azize Caferzâde’nin manevi şahsına bırakır. Bir bakıma Caferzâde hikâyede gölge bir anlatıcıdır ve şahs-ı manevisi ile okurun karşısında kendisini var eder. Bu anlatıcı “Anlatıldığına göre eski zamanlarda bu yerlerde zalim bir hükümdar yaşardı” diyerek söze başlar; “Kızbike’nin gönlü bin yerden yaralanmıştı. Ayrılık Kızbike’yi kavururdu” sözleriyle kahramanın ruhundan haber verir; “Ülkemizin büyükleri ‘düşmandan dost olmaz’ demişler” sözleriyle okuyucusuna öğütler ve hulâsa “ülkenin namuslu kızı, alınmaz kule gibi sağlam çıktı” diyerek kendi fikriyatını izhar etmekten de geri durmaz; samimi ve içten bir masal anası gibi kendisini okura sevdirir (Caferzade, 2020, s. 45, 47). Hikâyede kullanılan dil yalın, açık, anlaşılır bir konuşma Türkçesidir. Yer yer bir şifahi edebiyat anlatıcısından izler taşıyan anlatım zarif ve işlek bir tarzda gerçekleştirilmiş ve bu itibarla da hikâyede belirgin bir akıcılık yakalanmıştır.

Hikâyede konu, düşmanına âşık olan bir kadının sevdiği kişi ile vatanı arasında tercih yapmak zorunda kalarak sevdiği adamı öldürmesidir. Tek kelime ile söylenecek olursa konu hüsranla neticelenen bir“aşk”tır. Hikâyede ana olaylar da yaygın bir kalıp olan ve ölümle neticelenen bu aşk macerası üzerine şekillenir. Kızbike’nin “aşk”ı öylesine büyüktür ki sevgilisi Ayaz babasını öldürmüş olsa dahi ona kıyamaz. Ancak neticede vatan sevgisi üstün gelir: “Ben sensiz yaşayamayacağım. Ama vatanıma ihanet eden sen de olsan, kalbim de olsa onu kesip atarım, gözlerim olsa onları oyup çıkarırım. Bu sensin, sevdiğim, sensin!” (Caferzade, 2020, s. 47) .

Hikâyedeki olay örgüsünü şekillendiren ana hareket de iki kahraman arasındaki sevgiden kaynaklanır. Ancak hikâyeyi konu noktasında sıra dışı kılan yönü bu klasik konunun da üzerine çıkan ileti ya da mesajdır. Bütün olay örgüsü bir aşk konusu etrafında şekillenmiş olsa da hikâyenin temel iletisi/mesajı bu aşkın da üzerinde olan vatan sevgisidir. Bu bağlamda “aşk” konusu âdeta vatan sevgisinin sezdirilmesi amacına hizmet eden bir araca dönüşür. Vatan ve millet sevgisinin aşk’tan da üstün tutulması hususu okuyucuya başarıyla temsil edilir; millî kimliğin bütün kara sevdaların da üstünde olduğu gösterilir. Aksakal Kızılkaya, Kızbike ile Ayaz’ın çocukluklarından itibaren bu aşka şahittir ve Kızbike’nin yaşadığı ikilemin farkında olan yegâne hikâye kahramanı aksakal bu gerçeği kendi diliyle şöyle ifade eder: “Ben bilirdim. Aşkın gücünü ben bilirdim. Ama ülkenin namuslu kızı, alınmaz kule gibi sağlam çıktı. Yazık ona” (Caferzade, 2020, s. 47).

Birbirlerini seven âşıklardan biri, söz konusu vatanı ve milleti olunca zorlu bir tercih durumunda kalır. Kızbike’nin sevdiğini bu uğurda öldürmesi, yaşadığı derin ikilem ve neticede canına kıyması modern yaklaşımla ele alındığında bu hikâyenin izleğini vermektedir. Takip edilen bu izlek aksakal Kızılkaya ve Kızbike’nin iç konuşmalarında doğrudan okuyucuyla paylaşılır. Kızılkaya bu büyük aşkın yaşadığı çıkmazı fark eden ilk kişidir: “Kızılkaya düşünüyordu. ‘Ben biliyorum, bu sensin ey ülkenin yenilmez güzeli. Bu sensin! Yoksa hiç bir cengâver Ayaz’a aman vermezdi. Kalbin ne kötü yaralanmış kızım, ne kötü yaralanmış?’” (Caferzade, 2020, s. 46).

Geleneksel bir anlatı türü üzerine kurulu olan hikâyedeki zaman unsuru da şifahi türlerdeki genel havayı yansıtır; nesnel zaman anlatının genel üslubuna uygun olarak belirsiz bir zamandır. Masalsı bir söyleyiş ile başlangıç zamanı, “Eski zamanlarda…”ifadesiyle dile getirilir ve olayların gerçekleşmesini kapsayan zamana dair de herhangi bir veri bulunmaz. “Masalda zaman çabuk geçer. Onlar büyüyerek okul çağına geldiler.” (Caferzade, 2020, s. 45) ifadesi, hikâyedeki zamana dair muğlâk unsurlardan biridir. Geleneksel anlatı türlerinden bolca izler taşıyan hikâyede bu tarz bir kullanımın bir diğer örneği “Adını ben verdim, ömrünü, kemalini, yüz güzelliğini ateş versin!” (Caferzade, 2020, s. 46) kalıp ifadesidir. Zira Dede Korkut’tan da bildiğimiz bu ifade yazarın hikâyenin zamanını İslâm etkisinden uzak, Ateşgedeliğin hâkim olduğu bir döneme tarihlemek istediğini göstermektedir.

Hikâye kısa olmasına rağmen şahıs varlığı bakımından zengindir. Merkezî kişi Kızbike ile yardımcı kişi Ayaz yanında diğer kişiler arasında öne çıkan kahramanlar ülkenin aksakalı Kızılkaya, ölen hanın oğlu Kuzey, aklı ve cesareti ile ün kazanmış “Kuşlu Han” adlı hükümdardır. Zalim bir hükümdar, komşu ülkelerin hükümdarları, ülkenin yaşlı kadınları, aksakalları ve adlı sanlı yiğitleri, mimarlar, cengâverler gibi diğer kişiler ise hikâyenin dekoratif mahiyete sahip şahıs kadrosunu temsil eder. Kişilerin ruhsal ve fiziksel durumlarına yönelik sunum anlatıcının sınırlı sayıdaki cümlesinde mevcuttur. Geleneksel bir anlatı tarzında kaleme alınan hikâyede diyalog da oldukça azdır. Hikâyedeki şahıs kadrosu iyiler ve kötüler olacak tarzda keskin bir çizgi ile ayrılır. Hikâyenin merkezinde bir aşk da olsa âşıklar Kızbike ve Ayaz dahi bu iyi ve kötü taraflardan birine dâhildir. Aşkına ve vatanına samimiyetle bağlı Kızbike’nin olumlu kişilik özellikleri karşısında Ayaz; savaş meydanında gösterdiği namertlik ile babasının olumsuz özelliklerini taşıdığını gösterir. Kızbike’nin babasını öldürmek bir yana, aşkına kavuşabilmek için ülkeye saldırmayı tercih etmesi de Ayaz’daki olumsuz kişilik özelliklerini yansıtır. Hikâyenin merkezindeki iki kahraman Kızbike ve Ayaz aynı eğitimlerden geçerler, benzer yaşantıları olur ama savaşçılık ve mertlik duyguları Kızbike’de tıpkı babasında olduğu gibi güçlüdür. Ayaz samimi bir duygu ile Kızbike’ye âşık olsa da zayıf karakterlidir ve babasının hain emellerine hizmet eder. Kişilerin iyi özellikleri de kötü özellikleri de soyun babadan geçmesi gibi devam etmektedir. Ayaz’ın Kuşlu Han ile cenk meydanında dövüşürken namert atasından öğrendiği bir hileye başvurması bu durumun tipik örneğidir.

Hikâye kahramanları arasında Kızbike kuşkusuz müstesna bir yere sahiptir. Okurun dikkati âdeta bu kahraman üzerinde yoğunlaştırılarak Kızbike şahsında birçok değer aktarımı yapılır. Merkezî kişiye yüklenen vasıflar bir bakıma onun hikâye dâhilindeki yaratılış misyonunu vermektedir. Hikâyeye adını da veren Kızbike küçük yaşlardan itibaren çok iyi eğitim almıştır. Aldığı eğitim yanında örfî anlamdaki gelişimini de lâyıkıyla sürdürmüş, manevi anlamda da toplum içinde saygın bir yer edinmiştir:

“Ülkenin en güzel kızı, yaşı bulûğa erdiğinde birkaç yıl ateşgâha gelmeli, kutsal ateşe hizmet etmeliydi. O, kutsal ateşe hizmet ettiğinde kendisi de kutsal olurdu. Ülkenin oğul ve kızları, ana babalar, gelinler gelip ona tapınıp, hastalar ondan şifa; çocuğu olmayanlar evlât, arzusuna erişemeyenler sevdiklerine kavuşmayı diliyorlardı. Kızın ateşli elbisesi, ateşin kutsal alevleri gibi kırmızı ve mavi renge çalıyordu. Gönlü yansa da o, kutsal ateşten ayrılmadan ülkesinin, milletinin geleceği için saadet arzuluyordu. Kız bu hizmetlerinin karşılığında ülkenin en yiğit, cengâver erkeğine gidebilirdi. Böyle bir saadet Kuşlu Han’ın kızı Kızbike’ye nasip olmuştu” (Caferzade, 2020, s. 46).

Kızbike’yi bu hikâyede sıradışı kılan yönü, sözünü ettiğimiz olumlu kadın vasıfları yanında aynı zamanda savaşçı bir cengâver olmasıdır. Bir kadına has hususiyetlerin yanında Kızbike cesareti, bağımsızlığa olan düşkünlüğü, ileri görüşlülüğü ve gerektiğinde vatanı ve milleti uğrunda savaşmayı bilmesiyle adeta “Amazon Kadını” (Eyvazlı, E.T.07.03.2020) ruhunu temsil eder. Hikâyenin temel kahramanı Kızbike cenk meydanındaki her döğüşüne rengârenk kıyafetler giyerek gelir ve düşmanların en güçlü pehlivanlarını yere serer. Gücü Ayaz’a da kolaylıkla yetecek iken ona kıyamaz. Düşmanlar ülkelerine saldırdığında Kızbike milletine öncülük eder. Güzelliği ve zarafeti yanında o zor zamanlarda milletinin başına gelen felâketin üstesinden gelmeyi başaracak güce de sahip bir kadın olarak tasvir edilir. Kızbike’nin istiklâliyete olan bağlılığı o derece güçlüdür ki sevgilisi Ayaz’ı öldürdükten sonra, düşman askerlerine esir düşmek veya onlar tarafından öldürülmektense kendisini kuleden aşağı atarak ölmeyi tercih eder. Bu tercih sadece sevgilisini kaybetmenin verdiği bir aşk acısından değil istiklâle olan bağlılıktan kaynaklanır.

Kızbike hikâyesinin kahramanları arasında bir ‘tip’ olarak nitelendirebileceğimiz yegâne şahsiyet ise Kızılkaya’dır. O geleneksel anlatılardan özellikle destanlarda sıklıkla görülen “Bilge” tipinin bu hikâyedeki izdüşümüdür. Akil adamlar olan aksakallar en kritik zamanlarda aldıkları hayati kararlarla kadim Türk toplumundaki bilge insanları temsil ederler. Zalim hükümdarın ölümü sonrasında devletin başına aklı ve dürüstlüğü ile bilinen Kuşlu Han’ı seçmeleri; Kuzey’in devlete isyan edeceğini öğrendiklerinde onu sürgüne göndermeleri gibi kararlar aksakalların bu tür faaliyetleri arasındadır. Bu itibarla Kızılkaya, Kızbike ile birlikte ferasetli Azerbaycan insanını yansıtır. Aksakal Kızılkaya devlet aklını, serinkanlılığı, itidali ve aklıselimi sembolize eder. İyilerin akıl hocası ve yönlendiricisi Kızılkaya, Azerbaycan Türklüğünün kimliğini yansıtan bir şahsiyet olarak Kuşlu Han’ın yönetime getirilmesinde, Kuzey ülkeye saldırdığında verilecek olan mücadelede önemli rol oynar ve dahası âşıklar Kızbike ile Ayaz’ın çocukluk dönemlerinde bile bir eğitici olarak var edilir.

Hikâyede açık mekân hâkimiyeti olsa da ateşgâh olarak adlandırılan mabet ve esere adını veren “kule” kapalı mekân olarak öne çıkan yerlerdir. Açık mekân ise en temelde hikâyedeki olayların yaşandığı ve adı belirtilmeyen ülkedir. Hikâyeye adını da veren kapalı mekânının yapılış gayesi şöyle verilir:

“Düşmanın ordusu çoktur. Onlar yurdumuzu talan etmek, ana bacılarımızı kırıp geçmek istiyorlar. Sağlam bir kule yapalım, muhterem Kızılkaya! Emredin mabedin yanındaki yüksek tepenin üstüne bir taş getirilsin. Alınamaz kuleyi buraya inşa etmeliyiz. Hem su yakında hem de düşman gözümüzün önünde olur. Mevkisi güzeldir, her taraf görünür” (Caferzade, 2020, s.45).

Hikâye “dramatik son” olarak nitelendirebileceğimiz bir tarzda sona erdirilir. Eserde verilen büyük aşk vuslat ile değil hazin şekilde bir ölümle sonlanır.

Eserin en özgün tarafı metinlerarası ve edebî türler arası alanda kendisini göstermektedir. Bu hikâye çağdaş bir yazar tarafından modern zamanlarda kaleme alınmış olsa da gerek kurgusu, gerek muhtevası, gerekse dil ve anlatım özellikleri itibariyle şifahi halk edebiyatı türlerinden yer adlarıyla bağlı efsanelerden ve kısmen de halk hikâyelerinden önemli ölçüde izler taşımaktadır. Bu bağlamda modern hikâye yaklaşımıyla ele aldığımızda bu hikâyeyi bir “olay hikâyesi” olarak görebiliriz. Ancak Kızbike-Kız Kulesi’ni halk edebiyatı nesir türleri dâhilinde efsane ya da halk hikâyesi olarak tanımlamak da mümkündür. Yer adlarıyla ilgili efsaneler kapsamındaki tasnife göre bu hikâyeyi “yerleşim yerini fetheden ya da kuran kahramanın adlarının yerleşim yerlerine ad olması” (Gönen, 2004, s. 88) olarak açıklanan alt gruba dâhil etmek mümkündür.

Sonuç

Modern Azerbaycan Edebiyatı’nda tarihî romanları ile adından söz ettiren Azize Caferzâde, Azerbaycan’ın kadim tarihî eserlerinden ve Bakü’nün âdeta sembolü olan Kız Kulesi’nin geçmişine dâir kaleme aldığı bu hikâyesinde Halk Edebiyatı’nın yer adlarıyla ilgili efsanelerinden önemli oranda esinlenmiş ve istifade etmiştir. Folklor malzemesinden beslenen bu hikâye tarzıyla o, Çağdaş Azerbaycan Edebiyatı’nda özgün bir yer edinmiştir. Caferzâde’nin edebî yaratıcılığındaki bu karakteristik yönünü şifahi türlerle klasik hikâye ve romanı sentezleme çabası olarak yorumlamak mümkündür. Caferzâde’nin daha ziyade hikâyelerinde tatbik ettiği bu tarzı yansıtan en tipik örneklerden biri de “Kızbike-Kız Kulesi”dir.

“Kızbike-Kız Kulesi”, Bakü’nün en önemli mimari eserlerinden biri olan Kız Kulesi’nin inşa fikrini ve yapılışını kadim Azerbaycan gelenekleriyle birleştiren ve temeline hazin bir aşk’ı yerleştiren bir hikâyedir. Başkahraman Kızbike adını Kız Kulesi’ne vermiş ve ölümsüzleşmiştir. Elbette Kız Kulesi’ne atfedilen birçok folklorik anlatı mevcuttur ancak bu hikâyeyi farklı kılan yönü çağdaş bir yazar tarafından kurgulanmış ve kaleme alınmış olmasıdır.

Hikâyenin kahramanları simgesel değerleri ile anlam kazanan kişilerdir. Bu bağlamda özellikle Kızbike, Azerbaycan kadınına dair başat bir figür olarak öne çıkar. O vatanı ve milleti uğruna, âşık olduğu kişiden vazgeçecek derecede vatansever bir kimliğe sahiptir. Bir başka ifadeyle hikâyede vatan ve millet sevgisi aşk gibi beşeri duyguların üstünde tutulur; Kızbike’nin şahsında sembolize edilen Azerbaycan kadınının vatan, millet, âdet ve ananeleri bir üst değer olarak yüreğinde taşıdığı gösterilir.

KAYNAKÇA

Bayram, P. (2013). Azize Caferzade Hayatı, Edebi Şahsiyeti, Hikâyelerinin İncelenmesi. Ankara: Akçağ.

Boratav, P. N. (1982). Folklor ve Edebiyat. İstanbul: Adam.

Caferzade, A. (2020, Bahar). Kızbike-Kız Kulesi. (İ. Özgür, Akt.). Edebice, 22, Yıl:4, 45-47.

Ceferzade, T. (2019, 4 Eylül). Anam Yegane Övladını İtirib (Müsahibe). Erişim tarihi: 06.03.2020 https://kulis.az/news/21449

Çetin, N. (2015). Roman Çözümleme Yöntemi. Ankara: Akçağ.

Dervişcemaloğlu, B. (2004) .Anlatıbilime Giriş. İstanbul: Dergâh.

Eliyeva, A. (2000). Ezize Ceferzadenin Bedii Yaradıcılığı. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Bakı: Bakı Dövlet Universiteti.

Eyvazlı, G. (2019, 19 Haziran ). Amazon Ruhu – Ezize Ceferzade. Erişim tarihi: 07.03.2020, https://edebiyyatqazeti.az/news/edebi-tenqid/3915-amazon-ruhu-ezize-ceferzade

Ferecov, S. (2017, 1 Eylül) Edebi Âlemde Yaşayan Ve Sevilen – Ezize Ceferzade. Erişim tarihi: 04.03.2020 http://medeniyyet.az/page/news/40430/Edebi-alemde-yasayan-ve-sevi:-len–Ezize-Ceferzade.html

Gönen, S. (2004). Anadolu’da Yer Adlarına Bağlı Olarak Oluşan Efsaneler Üzerine İncelemeler. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Konya: Selçuk Üniversitesi.

Mara, G. (2004). Azerbaycan’da Yer Adlarına Bağlı Efsaneler Üzerine Bir İnceleme. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Balıkesir: Balıkesir Üniversitesi.

Sakaoğlu, S. (1992). Efsane Araştırmaları. Konya: Selçuk Üniversitesi Yay.

Şamil, E. Bir Şirin Nağıl Kimi. Erişim tarihi: 02.03.2020, https://ali-shamil.tr.gg/

Tekin, M. (2003). Roman Sanatı, İstanbul: Ötüken.

İSA HÜSEYNOV (MUĞANNA)

İsa Hüseynov, 12 Haziran 1928’de Azerbaycan’ın Ağstafa (Gazah) bölgesinin Muğanlı Köyü’nde doğmuştur. İlk, orta ve lise öğrenimini köyünde tamamladıktan sonra 1945’te Bakü’ye gelir ve Neriman Nerimanov Tıp Enstitüsünde üniversite eğitimine başlar. Ancak dört ay sonra tıbba ilgisi olmadığını fark ederek köyüne döner. 1946’da Bakü Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesine kaydolur. Bakü Devlet Üniversitesinin dördüncü sınıfında Moskova’ya, Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsüne geçiş yapar. 1952-1954 yılları arasında Azerneşr’in edebiyat şubesinde redaktör olarak çalışmaya başlar. 1952’de Azerbaycan Yazarlar Birliği’ne üye seçilir. 1960-64 yılları arasında Azerbaycanlı yazarların Rusça eserlerini yayınlayan Literaturnıy Azerbaydjan dergisinde nesir bölümünün müdürü olur. Sadece edebiyat sahasında değil sinema sahasında da faaliyetler yürüten Hüseynov, Azerbaycan millî sinemasının gelişimine büyük katkılar sağlar. 1964-68 yılları arasında film stüdyosunda baş redaktör, 1968-74 yılları arasında Cafer Cabbarlı film stüdyosunda redaktör, 1979’dan sonra Azerbaycan Sinematografi İdaresinde baş redaktör olarak çalışır. Senaryosunu yazdığı 26 Bakı Komissarları, Ulduzlar Sönmür ve Nesimi adlı filmler Azerbaycan sinemasının klasikleri arasında yer alır. İsa Hüseynov, 1 Nisan 2014’te vefat eder. Hüseynov’un edebiyat ve sinema sahasında aldığı başlıca ödüller şunlardır: En İyi Tarihi Film (1968),Azerbaycan Emektar Güzel Sanat Hizmet Ödülü (1976), Kırgızistan Yazarlar Birliği Ödülü (1976), Halk Yazarı Fahri Unvanı (1988), Nesimi Ödülü (2012).

DERT

Sekiz yıldır Melek nine çok sevdiği bahçesine bile hasret kalmıştı. Sekiz yıldır ne güneşin doğuşunu ne de geceye kavuştuğunu görüyordu. Ciğerlerine mis gibi temiz havayı çekemiyor, sabahları yalın ayak çiyli çimenler üzerinde gezip dolaşamıyordu. Melek nine dört duvar arasında kalmış, yatağa mahkûm olmuştu. Ayakları tutmaz olmuş, adeta kurumuştu. Fakat onu endişelendiren kendi durumu değildi. O sekiz yıldır her gün iki üç kez iş arasında gelip kendisine bakan, sabah akşam hizmetinde duran torunu Meher’i düşünüyordu. Her gün torununa “Artık evlen!” diye ısrar ediyor; Meher ise hiçbir söz söylemeden gülümsüyor: “Bana varmak isteyen yok ki kimle evleneyim büyükanne?” diyerek onu geçiştiriyordu. Neden onunla evlenmek isteyen olmasın ki? Doğru, o okul bitirmemiş, diğer gençler gibi eğitim alamamıştı ama köyde onu herkes çalışkan, iyi biri olarak tanıyordu. Üstelik iki yıl önce manga başçısı7 olarak atanmıştı, işi gücü de vardı. Nineyi ziyarete gelen kızlar, gelinler, büyükler her zaman onu övüyor, çalışkan ve akıllı bir genç olduğunu söylüyorlardı. Meher yakışıklıydı da. Belki biraz esmerdi, ama olsun, bu kusur değildi ki. Köyün esmer gençleri evlenmiyorlar mıydı? Galiba mesele bunlarla ilgili değildi. Peki, neden o zaman? Melek nine bu konuda çok düşünüyor, fakat bir sonuca varamıyordu. Sabah akşam, çevresi kırışık ama hâlâ ışıklı gözlerini tavana diker; titrek ellerini Allah’a açarak “Evladıma bir yol aç, Rabbim!” diye dua eder fakat “Rabbi” hiçbir şey duymazdı. O, böyle dua ederken biraz da kendi durumunu düşünüyordu. Torununa yük olması, bunca zahmet vermesi onu çok üzüyordu. Yatağa düştüğü günden itibaren her defasında Me-her’in onu kucağına alarak yataktan indirmesine, ona her türlü hizmet etmesine dayanamıyor, içi sızlıyor, utanıyordu. Keşke tüm bunları bir kadın yapsaydı. Belki bu kadar sıkılmaz, utanmazdı. Neden kızların gözü kör olmuştu? Neden Meher gibi yumuşak, yakışıklı bir genci görmüyorlardı?

Bir sabah Meher işe gitmeden önce ninesinin yanı başındaki masaya onun için hazırladığı kahvaltıyı bıraktığında ihtiyar kadın dehşet içinde: “Yavrum, başını bana doğru eğer misin? Eğ, eğ, bir az daha eğ.” dedi.

Meher usulca kafasını ninesine doğru eğdi. Kadın “Ahh! Ah!” diyerek inlemeye başladı.

– Keşke gözlerim kör olsaydı da bu hâlini görmeseydim.

– Neyi görmeseydin, nineciğim? Ne oldu sana böyle?

– Saçların bembeyaz olmuş be yavrum.

Meher doğrularak tatlı tatlı gülümsemeye başladı.

– Benim saçlarım 5-6 yıldır beyaz, nineciğim. Sen daha yeni mi görüyorsun?

– Görmez olaydım, gözlerim kör olaydı.

– Nineciğim, bunu kendine dert etme. Dünya işte, birinin saçlarını beyazlatır, diğerininkini karartır. Geçenlerde bir şiir okudum. Dinle bak, şair ne diyor:

Ak gün sağ elini çekti başıma,

Ak saçlarım kararmaya başladı.

Fakat Melek nine şiiri dinleyecek ve anlayacak durumda değildi. Meher, pek bir şey anlatmasa da o her şeyi anlamıştı.

Ne Meher’in dedesinin ne de babasının saçları 40-45 yaşına kadar beyazlamıştı. Bu soydan olan erkekler genelde çok geç yaşlanıyorlardı. Ya Meher? Ona ne olmuştu? Melek ninenin zamansız kaybettiği oğlunun yadigârı hangi derde düşmüştü?

“Evet, onu bu hâle ben getirdim. Onun saçlarının bembeyaz olmasının tek nedeni benim.” diyerek torunu gittikten sonra gün boyu bu düşünceyle kendini yiyip bitirdi. Sekiz yıl bir yatalağa bakmanın ne demek olduğunu Melek nine o an derk etti sanki. “Bu yaşadığım nedir böyle, neden hiç ölmek bilmiyorum ben, Allah’ım, neden canım bu kadar yıpranmışken kalbim yeni doğmuş birinin kalbi gibi?”

Melek nine o günden sonra birkaç gün sabah akşam ellerini göğe açarak kendine ölüm diledi. Hatta bir gün torununun sabahtan bıraktığı yemeğe elini bile sürmedi. Belki açlıktan ölür, böylece torunumu kurtarmış olurum diye. Fakat akşam durumu kötüleşince paniğe kapıldı, hatta aç kaldığı saatlerin yerine torunundan ona kuymak8 yapmasını bile istedi. “Allah’ın kaderinden kaçmak olmaz. Herkesin öleceği gün belli…” diyerek kendini haklı çıkardı.

Fakat onun anlamadığı daha çok şeyler varmış meğer.

Yağmurlu bir sonbahar günüydü. Meher eve daha erken dönmüştü. Melek ninenin gözleri iyi göremese de oturup kalkmasından torunun kendinde olmadığını anlamıştı.

– Kurban olayım, neyin var?

Meher irkildi. Kafasını usulca kaldırıp ninesinin kırışmış solgun yüzüne baktı.

– Bir şey yok, ne olacak?

– Ama iyi görünmüyorsun.

– “Görmüyor musun, yağmur yağıyor. Pamukları devşiremiyoruz.” diyerek hiç yapmadığı şekilde sert yanıt verdi.

Akşama doğru yağmur dindi, güneş çıktı, fakat Meher’in yüzü yine gülmedi.

Bahçeden bir ses geldi. Meher yine irkildi. Melek nine, torununun bu defa ona telaşla baktığını bile düşündü. Bahçeden yine ses geldi. Meher kalkıp kapıya çıktığında nine bir zamanlar onlara gidip gelen, köyde “Deleme Güllü” ismiyle anılan, kilolu, kibirli kadının sesini tanıdı.

– Bana bak, yeter artık saman altından su yürüttüğün! De bakayım bizim kızı niçin kendi mangana yazdırdın?

– “Güleser iyi çalışıyor, Güllü teyze. Yoksa niçin yazdırayım?” diyerek Meher sakin sakin cevapladı.

– Hayır. İyi çalıştığı için yazdırmamışsın. Hemen git birgadirin9 yanına ve sildir kızımın ismini.

– Güleser’in kendi rızasıyla yazdım ismini, Güllü teyze, neden sildireyim?

– Sildireceksin, dedim! Ben senin niyetini çok iyi biliyorum!

– Benim ne niyetim olabilir?

– Sen daha iyi biliyorsun, Meher! Şunu bil ki benim kızımın hastaya bakacak hâli yoktur. Kendi bedbahtlığını kızıma da yaşatmak istiyorsun! Buna izin vermem!

Meher’in dolu, güçlü omuzları yavaş yavaş çöktü, başı çaresizce öne doğru eğildi. Kapıyı örterek ağır adımlarla geri döndü. Yatağın karşısında durdu.

Melek nine için için ağlıyordu. Ninenin sekiz yıldır ağlamaktan kuruyan gözlerinden sanki sel akıyordu şimdi. Camdan yansıyan güneş ışıkları, Meher’in şakaklarındaki beyaz tüyleri daha da parlatıyordu. Şimdi nine daha iyi görebiliyordu onları.

Hayır, artık ölümden korkmamalıydı.

“Yaklaş bana, dinim imanım!” diye titrek sesiyle torununa seslendi. Meher yaklaşıp yatağın kenarına oturdu. Fakat Melek nine kalbinden geçenleri torununa söyleyip onu daha da kederlendirmek istemedi. Meher de hiçbir şey söylemedi.

İlk kez bir şeyler konuşmadan uyudular. O günden itibaren Meher eve her gelişinde ilginç bir tabloyla karşılaşıyordu. Evlerindeki sarı kedinin dışında karyolanın yanı başında dört beş kedi dolanıyordu. Kediler gün geçtikçe tombullaşıyor, Melek nine ise her gün daha da zayıflıyor hâlsizleşiyordu.

Bir gün işlerini yarım bırakıp eve dönen Meher kedileri balkonda güneşlenirken buldu. Sarı kedi kapının eşiğinde ağzını burnunu yalıyordu.

Meher irkildi. Hemen heyecanla eve koştu.

Melek nine her zamanki gibi hareketsiz şekilde yatıyordu. Gözleri de her zamanki gibi yarı açık şekilde torununa bakıyordu. Fakat bu bakışlarda her zamanki sevgi, şefkat, nevaziş yoktu.

Meher yatağın ayakucunda donakalmıştı. Sanki hiçbir şey anlamıyor, gördüklerine inanmak istemiyordu.

Aniden dudakları titremeye başlayan Meher kendini ninesinin üzerine atıp ona sarıldı, yüzünü buz kesmiş yüzüne dokundurarak ağlamaya başladı.

– Nine… nine..! Neden, neden kendini kurban ettin? Sen daha yaşayacaktın.

Dışarda Meher’in haykırışını dinleyen Deleme Güllü gülümseyerek: “Şükür, bitti. Çok şükür!” diyordu.

[Aktaran: Elnure Rızayeva ve İsmail Alper Kumsar, Kardeş Kalemler, Aylık Avrasya Edebiyat Dergisi,156, 2019, ss. 72-75.]

Azerbaycan Hikâyeciliğinin Öncü İsimlerinden İsa Hüseynov’un“Dert” İsimli Hikâyesi Üzerine Bir Değerlendirme

İsmail Alper KUMSAR

Azerbaycan Edebiyatı İçinde İsa Hüseynov (Muğanna)

Sözlü olarak Türklerin tarih sahnesine çıktığı döneme, yazılı olarak ise XIII. yüzyıla kadar uzanan (Akpınar, 2012, ss. 501-502) Azerbaycan edebiyatı; Nesimi, Kadı Burhaneddin, Nizami, Hakani, Fuzuli, Hüseyinzade Ali Bey, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Resulzade gibi büyük edipler yetiştirmiştir. Böylesine köklü bir geleneğin takipçisi olan İsa Hüseynov’un edebî faaliyetleri, 1949-2014 yılları arasına -ilk eserini yayımlamasından ölümüne kadarki dönem- denk düşer. Bu anlamda Hüseynov, eserlerinin büyük çoğunluğunu Sovyet döneminde vermiştir. Başlangıçta sanat alanında tek bir görüş dayatmayan Sovyet sistemi, özelikle Stalin döneminde baskıcı / tekelci bir sanat anlayışına evirilmiştir (Moran, 2002, s. 52-53). 1930’lu yıllarda ortaya konan edebî anlayışa göre Sovyet edebiyatçısı tarafsız kalamamalı, yeniden yapılanmaya katkıda bulunmak için partili olmalı, bu anlamda ideolojik birtakım sorumluluklar yüklenmelidir (Uygur, 2005, s. 25). “Basit sloganlar” ve “tek yanlı bir ideolojik görüş” çerçevesinde gelişen bu edebî anlayış, işi millî edebiyat ve dilin inkârına kadar götürür. Komünist Partisi, sanatçılara “sosyalist varlığını dolgun ve çok yönlü bir şekilde aksettiren, emekçilere sosyalizm kuruculuğu işine sadakat ruhu aşılayan, derin mazmunlu mükemmel bir şekle sahip eserler yaratma”sını tavsiye eder (Akpınar, 2012, s. 75).

bannerbanner