Читать книгу Mesail-i Muğlaka (Ахмет Мидхат) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Mesail-i Muğlaka
Mesail-i Muğlaka
Оценить:
Mesail-i Muğlaka

3

Полная версия:

Mesail-i Muğlaka

demişti. Bu Fransız kelimesini şu makamda Osmanlıcaya “hicâb-ı muhadderât”5 diye tercüme edebiliriz.

Madam de Rose Bouton “Bir kadın, kocası olan adamı hiç olmazsa evli olduğu için sevmelidir. Ve muhakkak evlendikten sonra kocasının arzularına katlanacaktır.” diyen akıllı birisidir! Kadının şu hikmetli bakışına tabi olmuştur. Kocası olan Monsieur de Rose Bouton’u evlendikten sonra sevmiştir. İhtimal ki kocası da onu sevmiştir. Fakat herhâlde sair yüzlerce, binlerce izdivaçlara bir fark, istisna teşkil edecek surette değil; tıpkı onlar gibi! Bu muhabbet nihayetin de ötesinde, sadece balayı müddetince değil sonsuza kadar devam etmek üzere sevmiştir.

Ya ondan sonra?

Soruyorsunuz ha? Avrupa’yı hiç mi tanımıyorsunuz? Ondan sonra ise binlerce, yüz binlerce roman yazanlara roman zeminleri teşkil edecek surette yaşamaya başlarlar. Bize inanamıyor iseniz, sırf hakikatleri tasvir eden Emile Zola’ya sorunuz. Bahusus ki biz böyle bir eserde Yunan mübalağacılarını aynen örnek alacak olsak bile yine Emile Zola’nın binde bir derecesine varamayız.

Vaktiyle Voltaire, Paris kadınları hakkında demiş ki:

“Paris’te, nazarları celbedebilen hiçbir kadın yoktur ki, kendi hayatlarında hovardacasına yaşamış olmasın ve bu hayatları, küçük de olsa bir romana konu olmasın.”

Malum ya. Voltaire vefat edeli yüz seneyi geçti. Yüz senede Paris hiç mi terakki etmedi? Madam de Rose Bouton hiç şüphesiz ki bu terakkiden en ziyade hisse alanlardan birisidir. Onun sergüzeştleri arasında minimini değil; kocaman kocaman romanlara zemin olabilecek ahval dahi birden ibaret değildir ve bunlar pek çoktur. Bu günün vukuatı olmak üzere hikâye edeceğimiz şeyler ise bir romanın başlangıcı değildir; neticesidir. Zira “Madam de Rose Bouton” demeyi müteakiben bu ismin manasına teveccüh edecek olan gözler o kadını sokağa çıkmaya münasip bir kıyafette görürler.

Kim bilir ne patırtılı gürültülü bir tuvalet ile ha? Tamam, Frenklerin “une toilette tapageuse”6 dedikleri surette değil mi?

Hayır! Bilakis Madam de Rose Bouton tepeden tırnağa kadar siyah ve gayet kapalı bir elbise giymişti. Şapka da siyah, vualet7 de siyah, eldivenler de siyah! Eğer bu giyim en kıymettar Lyon kumaşlarından olmasa, bu şapkanın dantelleri, tüyleri en pahalılarından bulunmasa da yaslarda giyinilmesi mutat olan sade nevinden olsalar idi o genç, güzel kadın matem hâlinde zannolunurdu. Zaten vukuatın bir roman öncesinde olmadığı da tuvaletindeki bu kapalılıktan, bu sadelikten çıkarılamaz mı? Öyle ya! Politika henüz celp ve cezp politikası olsa idi tuvaletin de “tapageuse”8 olması lazım gelirdi. Matem hâlinde bulunan bir dilber, o kıyafette iken, nazarları ve kalpleri cezbetmeye yaramaz diye düşünülürdü. Bu kapalı ve sade tuvalet ise artık temelleri çoktan atılmış, bitirilmiş olan bir politikayı muhafaza gayretine delalet eder. Kıyafet şu sadelik hâlinde iken birden bire parlak bir hâle dönüşürse bundan dikkat sahiplerinin ürkmesi icap eder. Zira münasebet mevcut olan taraf ile münasebetin rengi değişmiş olduğundan gerek onu yeniden mağlup etmek ve gerek kolay kolay, tekrar tekrar mağlup olmayacak kadar metanet sahibi ise hiç olmazsa hasedini tahrik etmek için tuvalette böyle bir değişime lüzum görülür. Bu yolda değil ise mutlaka eski münasebet tamamıyla bitmiş ve bir başkası ile yeni bir münasebet peyda olmaya başlamıştır. Avrupa’da “monden” denilen bu kişilerin şu gibi hâlleri geniş bir ilim gerektirir. Tahsili uzun zamana ve çok tecrübeye muhtaçtır.

Madam de Rose Bouton’un vualeti hem siyah hem de gereği gibi sık olduktan başka elinde bir de büyük mendil vardır ki endam aynası karşısında bu mendili o minimini burnuna kadar götürüp yavaşça burnunu siliyormuş gibi davranarak meşk ettiğini görseydiniz ya da suret ve keyfiyet-i meşkine dikkat etseydiniz bugün şu sokağa çıkışın büyük bir sebebi ve mühim bir hikmeti olduğunu açıkça anlardınız. Mendili her burnuna götürdüğünde vualet ile beraber yüzünü ne kadar mükemmel ve büyük bir maharetle kapattığını gösteriyordu. Bir de her defasında elinin hareketini beğenmeyerek onu düzeltmek için o derecelerde ihtimam gösteriyordu ki, maksadının o anda yüzünü kimseye göstermemek ve kendisini kimseye tanıttırmamak olduğu anlaşılıyordu. Ondan emin olmak için de gayret sarf ettiği açıkça görülüyordu. Bu da bir hünerdir tabii. Hem de buna muhtaç olanların kendi ihtiyaçları noktainazardan pek büyük istifade ettikleri de bir hünerdir. Bu durum yalnız kadınlara da mahsus değildir. Lüzumu, ehemmiyeti erkeklere kadar uzanan bir hünerdir. Zira polisin takip ettiği cinayetkârlar bazen bir polis hafiyesinin dikkatinden sakınmak için öyle bir mahirane surette mendille burun siler ki onunla yüzünü tamamıyla örtmüş olmaktan ziyade polisten gizlemiş olur. Yüzünü tamamıyla örtmek de ne demek? Öyle basit bir harekette bulunacak olsa polisin nazarıdikkatini kendisinden kaçırmaktan ziyade bilakis kendisine çekerdi. Aleksandre Dumas bazı romanlarında ve bilhassa Monte Kristo’da bu mahareti bazılarına öyle büyük bir ustalıkla icra ettirir ki o anda insan bunu mübalağaya hamleder. Ancak sonradan hiç de öyle olmadığı anlaşılır. Hele kadınların bu hususta peyda ettikleri maharet âdeta aklın alamayacağı bir durumdur.

Nazarımızın ilk tecrübesinde kendisini böyle kapalı ve sade bir dışarı kıyafetiyle mendil meşkinde gördüğümüz Madam de Rose Bouton ilk hareketlerini beğenmeye beğenmeye nihayet meşki o kadar ileriye götürdü ki son hareketlerinin her defasında kendi kendisine aferinler bahşettiği, çevresindeki dikkatli tavırlarından rahatlıkla anlaşılıyordu. Birkaç defa dahi kapalı olan sağ ve sol taraflarını aynaya tevcih ederek yan taraflarından görünüşünü de yan göz ile muayene etti. Sonra bu konuda emin olmak için üç tarafında bulunan aynalardan her tarafı kontrol etmeye başladı. Bu kontrollerden de tatmin olduğu hâl ve tavrından anlaşılıyordu. Eee, artık bir dikkat ehlinin nazarı önünde bu kadar hâlleri sürer de Madam de Rose Bouton’un kendini kimseye göstermeksizin bir yere gitmek, bir mahalle girmek teşebbüsünde bulunduğunu hâlâ anlayamamak kabil olur mu? Anlayana sivrisinek sazdır, anlamayana davul zurna azdır.

***

Mevsim bir bahar öncesiydi. Vakit de nisanın ilk haftası akşamlarından birinin saat yedisi idi ki o mevsimde bu saat bizim alaturka saatler hesabıyla güneşin batışından yarım saat sonraya doğru tesadüf eder. Hatta bu buluşmaların sonlarında tuvalet odasının içi gereği gibi karanlık olduğu için Madam de Rose Bouton aydınlatılması hakkında bir emir vererek gayet güzel ve iyi giyinmiş bir oda uşağı, müzeyyen lambalardan birkaçını hemen de yakmıştı. Hiç şüphe yok ki genç ve güzel madam, gideceği ve gireceği mahalle tam akşam yemeği vaktinde varmak gayretindeydi.

Derken o aralık salonun kapısı yine o güzel ve iyi giyinmiş uşak tarafından açıldı. Genç, çıtı pıtı ve güpgüzel bir modistra9 kızın girmesine yol verdi. Ama ne güzel kız! Paris’in asıl sahih ahalisinden bir minyon! Paris’i tanıyanlar, yalnız şu kadarcık bir tarifimiz üzerine bile Mademoiselle Rosette’i hayallerinin önünde buluvermişlerdir. Ortadan aşağı boyu, nahif vücut, esmer ten, beyaz yüz, üzüm gibi kara gözler, ufacık burun, ufacık çene bir Parisien! Şöylece bir bakılsa ressamlık noktasından “güzel” denilebilecek bir hâl görülemez. Fakat o kadar şirin, o kadar sevimli ki insan buna “güzel” den başka da sıfat bulamaz. Koyu fındıki lahurakiden10 bir fistan giymiş. Bütün tuvaleti bundan ibaret! Üstünde başında ne bir karış dantel ne bir yapma çiçek ve ne de iki parmak kurdele! Başında yalnız bir hasır şapka… İşte o kadar! Bu biçareler olanca sanatlarını, kudretlerini, himmetlerini büyük madamları süslemeye sarf ederler. Bununla mükelleftirler. Kendilerinin tezyinatına hiç emek sarf etmezler. Bir de hiçbir şeyi ziyan etmezler. Onlar Josefleri, Jeanları, Pierreleri, Heinleri bu sadelik hâllerinde de güzel bulurlar. Hem de pek güzel bulurlar.

Rosette odaya girerken Madam de Rose Bouton’un, “Geç kaldın bedbaht kız! Beni çok beklettin!” demesiyle latif işçi:

“Bitiremediler madam!” diye itizara başladı ise de madam:

“Bitiremeyecek idiyseler yarına erteleseydiniz. Ne acelesi vardı ki?” diye özür kabul etmez bir tavır ile mukabele etti. Gerçi Rosette’in getirdiği şeyleri muayene işine katlanacağını bir teslimiyet tavrıyla anlattı. Bereket versin ki yapılacak iş yalnız bir muayeneden ibaretti. Eğer prova edilecek olsa idi genç madam mümkün değil katlanamazdı. Prova evvelce işaret edilmiş olduğundan madam, tarif etmiş olduğu süslerin icra edilip edilmediklerini görmek için bu muayeneye ihtiyaç olduğunu düşünmüştü.

Bir lambanın yansıyan pembe ziyalarına karşı elbisenin tezyinatını muayene eden madamın, birçok suallerine bir konsol yanına dikilmiş durmuş olan Rosette cevapları veriyorsa da bir zaman oldu ki Rosette’in verdiği cevaplar madamın sorduğu suallere münasip düşmemeye başlamıştı. Madam mesela elbisenin arka tarafına konulan farbelanın kurdelası ensiz olduğundan bahsettiği hâlde, Rosette düğmelerin bundan daha büyükleri şimdiki modaya uymayacağı tarzında cevaplar veriyordu. Şu kadar var ki madamın zihni dahi meşgul olduğundan bu sual ve cevaptaki münasebetsizliği, mantıksızlığı anlayamıyordu.

Hele bir aralık Rosette madamın elbise hakkındaki mülahazasına hiç de cevap veremez oldu. Bazı sualleri madam tekrar da ettiği hâlde Rosette’ten cevap alamayınca:

“Orada değil misin yoksa?” diye başını çevirip baktı. Hayır! Rosette orada! Orada ama… Ayakları üzerinde dimdik duruyor ama bir söz dahi etmiyordu. Beti benzi kül kesilmiş, buz gibi donmuş kalmıştı. Madamın:

“Rosette!” demesi üzerine kızcağız:

“Madam!” cevabını verdi ama sanki bir derin uykudan uyanmış, sanki müthiş bir kâbustan kendisini zorlukla kurtarmış gibi bir hâlde bu cevabı veriyordu. Madam:

“Ne oldu sana?”

Sualini de irat edince, dikişçi kızcağız:

“Hiç madam hiç! Dalgınlık! Yorgunluk!” cevabını verdi ve bununla madamı kendisine acındırarak:

“Vah zavallı kızcağız! Al şunu! Senindir.” diye yirmi franklık bir bank kaimesi uzattı ise de Rosette bu sözleri doğru olarak algılamıyordu. Yalan söylüyordu. Şu anda o minimini dilber Rosette, şirin Rosette hem yalancı hem de hırsız idi. Yalancı idi: Zira o hâli ne dalgınlıktan idi ne de yorgunluktan! Hırsız idi: Zira Madam de Rose Bouton’un para cüzdanından çıkarıp kendisine uzattığı bank kaimesini almazdan evvel, konsol üzerinde çalmış olduğu bir şeyi koyu fındıki fistanın sağ tarafından arka tarafına doğru açık olan cebi içine indirmişti de banknotu ondan sonra almıştı. Şu anda minimini Rosette yalnız nankör ve terbiyesiz olmadı. Madam de Rose Bouton’un bahşişini aldığı zaman:

“Mersi Madam, mille mersi!11 Bu inayetiniz yorgunluğumu çıkarmaya ziyadesiyle kifayet eder!” diye candan bir teşekkür etti.

Vay yumurcak vay! Hırsızlık ha! Yahu şu…

Durunuz! Acele etmeyiniz. Eğer hırsızlık fiilinin derecesi çalınan malın ehemmiyetine göre tayin edilmek lazım gelirse Rosette’in hırsızlığı önemini bütünüyle kaybeder. Hatta buna “hırsız” dediğimiz için biz sorguya bile çekilebiliriz. Zavallının çaldığı nedir sanki? Bir kartvizit! Hem bir tarafı bükülmüş olduğundan anlaşılacağı üzere kullanılmış ve artık bir daha kullanılmaya salahiyeti kalmamış bir kartvizit. Üzerinde de Fransız harfi ile “Abdullah Nahifi” (?) yazılı.

Bu kadarcık bir hırsızlıktan ne olacak sanki? Rosette bu kartı Madam de Rose Bouton’dan istemiş olsa idi vermez miydi? Hem bu kâğıt ne işe yarar ki?

Bu kadarcık bir hırsızlıktan neler olacağını sonra anlarsınız. Bu kâğıdın Rosette’in hangi işine ne kadar yarayacağını da sonra anlarsınız. Fakat bu kâğıdı madamdan istemiş olsa idi madamın bu kâğıdı kendisine vermeyeceğinden Rosette emin idi. Emin olduğu için isteyemedi ama çaldı. Fakat burada asıl zihin gıcıklayacak şey, şu kâğıdın üzerinde çiçekli harf ile yazılı olan “Abdullah Nahifi” ismidir. Öyle olmak lazım gelmez mi? Bu bir Müslüman ismidir. İhtimal ki bir Osmanlı ismidir. Evet! Romanın muharriri sıfatıyla vakanın öncesi ve sonrası tabiatıyla zihnimizde mevcut olacağından daha şimdiden itiraf ve ikrar edelim ki bu bir Müslüman Osmanlı ismidir. Hatta üzerinde ince yazı ile matbu olan diğer bir satırı daha okumuş olsaydınız onu da, Hukuk Fakültesi öğrencisi, Boulevard des Saint Germain Numara diye okurdunuz.

Gözümüzün önünde cereyan eden şu ufacık vakada bize iki noktada değerlendirme yolu açılıyor. Birisi şu Abdullah Nahifi’nin Madam de Rose Bouton nezdinde malum bir adam olması. İkincisi yine bu Abdullah Nahifi’nin dikişçi Mademoiselle Rosette’e de malum bir adam bulunması. Zira Nahifi, Madam de Rose Bouton’un meçhulü olsa idi, tuvalet salonunun konsolu üzerinde onun elinden çıkmış bir kartvizit ne geziyordu? Rosette’in de meçhulü olsa idi, onun “carte de visite”ini elde etmek için -velev ki önemsiz olsun-onu çalmaya neden mecbur oluyordu?

Şu romanda bu Abdullah Nahifi hakikaten merak edilecek bir adam!

Evet! Hakikaten merak edilecek bir adam! Şu hikâyemizin önemli şahıslarından birisi. Fakat onun hakkındaki meraklar yakında bertaraf olacaktır. Zira şu hikâyemizin vukuu anında bu adam Paris’te bir şöhret kazanmıştı. Matbuatta kendisinden epeyce bahsedilmişti. İsmi her salonda konuşulmuştu. Biz şimdiki hâlde gördüğü hazırlıklardan dolayı bir an evvel dışarıya çıkmak gayretinde bulunan Madam de Rose Bouton’u takip edelim.

***

Rose Bouton familyasını yeni yetişme kibardan olduğunu öğrendik ya! Anası babasının kim olduğunu bile bilmeyen bir velet. Tabii farz ediniz ki Paris’te piçlere mahsus bir mekân “Rose Bouton” acayip ismiyle teslim olunmuş ve orada büyüyüp ve sonradan yine bu gibi kişilere mahsus mekteplerde tahsilini tamamladıktan sonra talihini denemek için her işe saldırmaya başlamıştır. Fransa’dan imparatorluk kalktıktan ve yerine mevcut rejim geldikten sonra ne kadar asılsızlar, nesilsizler var ise hepsi hasep nesep sahibi olarak yeniden ortaya çıkmışlardır! Rose Bouton işte bunların en parlaklarından birisidir. Hikâyemizin cereyanı zamanlarında Rivoli Sokağı’nda kendi inşa ettirmiş olduğu bir konakta ikamet eder. Borsada havacılık ile… Hayır! Yalnız havacılıkla değil; oradan alışverişi istediği gibi yönlendirmek için içeriden ve dışarıdan bin entrikaya, hilekârlığa, yalana, hıyanete başvurarak borsayı kâh yükseltmek kâh da alçaltmakla kazandığı milyonların bir cüzünü bu konağın inşa, tefriş ve tezyinine sarf etmiştir. Ki yalnız bu küçük diye vasıflandırdığımız kâr payı bile sair birkaç fakiri gereği gibi zenginleştirecek meblağdaydı. Bu kadar mal mülk üzerine hazinenin evrak memurlarından birisi çıkıp da bilmem kaçıncı Louis’in bilmem hangi miladi senesinde bilmem nereden geçerken bir kadın kucağında henüz açılmadık bir gonca kadar güzel bir oğlan görüp onu yanına alınca ve “Rose Bouton” namıyla ona asalet rütbesi verdiği ve bu çocuk büyüdüğü zaman o krala “page” yani evlatlık olduğu hakkında bir kayıt ibraz eder ve bunun üzerine Rose Bouton da isminin başına bir “de” edatı ilave ediverirse buna hayret mi edersiniz? “Baron” unvanını almak ise para ile görülür bir iştir. Zira hâlâ bazı hükûmetler vardır ki bu unvanın usulünü kaldırmamışlardır.

Akşam karanlığı gereği gibi her tarafı istila etmiş olacağı bir zamanda güzel Rose Bouton, Rivoli Sokağı’ndaki hanesinden çıkmıştı. Bu karanlık ancak bizim buralarca tahayyül edebileceğimiz şeylerdendir. Rivoli Sokağı gibi Paris’in ta ortasındaki en meşhur bir caddeyi yalnız gaz direkleri alelade aydınlatmaya kâfi iken, o her elli altmış adımda bir telgraf direklerine büyük sütunlarla bağlanan elektrik ışıkları havayı güzelce aydınlattığından ortalık hemen hemen gündüz gibi aydınlıktı. Mağazaların her birini dolduran ve sokağın yarısına kadar taşıp aydınlatan farklı ışıklar da yine başka türlü parlıyordu. Binaenaleyh kapısından çıkar çıkmaz durdurmuş olduğu bir kira kupasına seslice:

“Boulevard des Italiens!”12

Kumandasını veren Madam de Rose Bouton tam kupaya gireceği sırada arabacıya eğilmesi işaretini verdi. Herif eğilince de:

“Numara 20!”

Emrini de tembihledi ki, bu ikinci emri alınca arabacı gülümsemiş olduğu gibi Boulevard des Italiens’de 20 numarayı henüz unutmamış olan okuyucularımızın dahi gülümseyecekleri malumdur.

Paris’te “bulvarlar” denilen yerler bizim Dolmabahçe’den Beşiktaş’a giden iki tarafı ağaçlarla müzeyyen caddemizden daha geniş, daha uzun ve en güzel caddelerdir ki Paris’in en mamur en müzeyyen mahalleri buraları olduğu gibi en büyük sefahat yerleri de bu taraflarıdır. Tiyatroların en büyükleri, en çokları, kahvehanelerin, lokantaların vesairenin en parlakları hep bu caddelerdedir. Her türlü zevk ve sefa arayanlar aradıkları şeyleri buralarda bulurlar. Bizim İstanbul’da sefih bir hayat geçirmek için yiyecek parası olanlar para yemek için Beyoğlu’na gittikleri gibi Paris’te de bu yolda para yemek isteyenler bu gibi bulvarlara giderler.

Bunlardan İtalyanlar namına kayıtlı olan bulvarda 20 numaralı mahal ise “Maison Doree”13 yani “Beyt-i Müzehhebe”14 denilen lokantadır. En meşhurlarından birisi işbu Maison Doree olmak üzere, bulvarlarda bulunan bu mühim lokantaların umum için bir büyük salonu ve havas için de birkaç küçük salonu bulunur ki bunların girişleri yine halkın gözleri önündedir. Fakat bir de havasın havası için küçük daireleri vardır ki onların girişlerinde merdivenleri de gizlidir. Kilerleri ve hizmetkârları da başkadır. Buralara girecek olan zenginlerin eşleri, gerçekten nikâhları altında mıdır değil midir insan sormadan edemez. Herhangi bir çift buraya müracaat edecek olursa gireceği daire kendi hususi hanesi addolunur. Oraya istediklerini kabul ederler, istemediklerini de kabul etmezler.

Bu yerlerde yiyecek ve içeceklerin listeleri üzerinde fiyat dahi yazılı değildir. Yalnız nevileri/çeşitleri yazılıdır. Müşteriler hesap görecekleri zaman daire müdürü fiyatları o müşterinin tahmin olunan hâl ve şanına göre belirler. Meşhur Rehnumâ-yı Seyyâhîn’i yazan Bede-ker der ki: “Bu yerlerde, Fransız altınları tava içindeki tereyağı gibi erirler.” Bu lokantaların birisinde edilen üç kişilik bir gece yemeği için 176 frank verilmiş olduğunu bile yine Bedeker yazar ise de bunu yazarken gösterdiği hayret ifadesi malum seyyahın saflığına verilmelidir. Üç kişilik bir soupe15 içenden 176 frank alınması yine pek az esnafça bir alışveriş addolunmalıdır. Yalnız bir çift için 500 frank alındığını da biz duymuştuk.

Paris’te bir arabacıya “Beni falan yere götür.” denildiği zaman arabacı en kısa yolları tercihen götürmekte serbesttir. Çünkü böyle bir emir bir “course”16 yani bir hareket kabul edilerek fiyatı ona göre tayin olunur. Eğer güzergâh tayin olunarak emir verilirse o zaman saat pazarlığı ediliyor demek olacağından arabacı saatine bakar. Geneli gibi biraz da zevzek olursa saati yolcuya da gösterir. Hesap zamanında kavga çıkmaması için Madam de Rose Bouton’un verdiği emir üzerine arabacı tabiatıyla kestirme yolları tercih etti. Louvre Sokağı’ndan sağa sapıp Victor Meydanı’na vardıktan sonra diğer caddelere, sokaklara nispetle pek dar ve aydınlanması az olduğu için de gereği gibi karanlık sokaklardan geçerek birden bire bir nur deryasına giriverdi ki işte orası Boulevard des İtaliens idi. 20 numaraya gelmeden önce durdu. Arabanın içine doğru eğilerek o zaman madam tarafından, “Hususi yere!” emri de verilince bulvarın kuzey sırasında avlu gibi bir yere girdi ve arabasını durdurup aşağıya atlayarak madama kapıyı açtı. Madam de Rose Bouton’u arabaya bindirirken mendilini istimal ettiği fıkrasını yazmayı unuttuk ise de burada o noksanı da ikmal ile beraber arz edelim ki araba kirasını “pourboire” yani şarap bahşişi ile beraber verirken burnunu da silen madam, arabacıya yüzünü asla göstermedi. Arabacının da umurunda mı sanki? Onlar daha ne kadar acayip vakalar görmüş adamlardır! Böyle şeyleri artık kanıksamışlardır. Arabalarına kimler binerlerse binsinler cümlesi onların nazarında “yük”ten başka bir şey değildir. Ehemmiyetin en büyüğü “pourboire”dadır.17 Arabacıya “pourboire” vermemek onun hakkında âdeta hakarettir. Hâlbuki Paris’te pourboire yalnız arabacılara da mahsus değildir. Umumidir. Hani ya o rüşvet kabul etmeyen gümrük memurları? Hani ya o ehemmiyetin de üstünde olan memurlar hatta daha büyükleri? Pourboire miktarı muayyen değildir ki! Beş santimden alınız da on franga, yüz franga kadar! Daha ziyade bile pourboireler vardır. Hizmetine göre efendim, hizmetine göre! Şu günlerde ismi matbuatı doldurmakta olan Dreyfus’u Şeytan Adası’ndan kaçırmaya girişecek olan polis memurlarına kim bilir kaçar bin frank pourboireler verirlerdi.

Arabacı ile hesabını bitirdikten sonra Madam de Rose Bouton keklik gibi sekerek daire kapısından içeri girdi. Öyle bir cüret ve maharet ile giriyordu ki görmüş olsaydınız karının buraların hiç de acemisi olmadığına derhâl hükmederdiniz. Zira böyle bir yere ilk giren ve kadınlığı henüz tamamıyla karılığa tahvil edememiş olan acemilerin acemilikleri itirazlarından, cüretsizliklerinden ilk nazarda besbelli olur. Buralarda uşaklık edenlerden bir emektarın rivayeti olmak üzere bize kadar nakledilen bir rivayete göre, iki üç arkadaş birlikte böyle bir lokantaya girerlerken daha ilk girişte bir kokuyu muhafaza etmekte bulunan birisi utancından, korkusundan, sakınmasından sendeleyerek düşmek derecesine gelmiş de diğer arkadaşları bu cüretsize kahkahalar ile gülerek onun bu mahcubiyetini küçümsemişler. Koca Paris, Avrupa’nın manevi yükselişini yazmak için filozoflar sana müracaat etmelidirler! Bunun için senden yüce bir zemin bulamazlar. Madam de Rose Bouton kapıdan girer girmez iki süslenmiş uşak onu karşıladılar. Kendisi için ayrılmış olan salonun numarasını söylemesi ile madamı derhâl o numaraya yönlendirdiler. Fakat salon henüz boş idi. Burada birleşmeleri gereken zat henüz gelmemişti.

Ama şimdi bu gecikmeye madamın canı sıkılır mı ki?

Elbet! Bahusus ki on dakika kadar beklemeden sonra oraya bir erkek geldi ama… Bir kadın ismi söyleyip:

“.....geldi mi?”

Sualine uşak tarafından verilen cevabı Madam de Rose Bouton anlayamadı ama… Pekâlâ, işitti ki sesten hiçbir yoruma mahal kalmamak suretiyle anladığına göre bu gelen erkek kendi kocası Monsieur de Rosa Bouton idi…

2

Abdullah Nahifi

Bir ocak ayını zihninizde tutunuz. Kış mevsiminin en şiddetli zamanı! Hem de Paris kışının en şiddetli zamanı ki bazı seneler Paris’in kışı şiddetçe Sibirya kışlarına taş çıkartır. Böyle bir kış mevsiminde bir pazar akşamı idi ki gazlar henüz yanmamış oldukları gibi; yanmış bulunsalar bile insanın yirmi adım önünü göremeyeceği kadar acayip bir karanlık hükümferma idi. Çünkü bizim “kuşbaşı” tabir ettiğimiz surette buram buram yağmakta olan karlar gece karanlığına teşbih edilmekle beraber etrafı temaşaya mâni olduğu için “acayip” diye nitelendirmeye mecbur olduğumuz bir tipi karanlığı teşkil ediyordu.

Böyle bir zamanda Paris’in bile sokaklarının tenha olması zaruridir. Paris’in sefaletlerini kalemlerine dolamak isteyen yazarların arayıp da bulamayacakları bir mevsimdi! Ve öyle bir zaman ki, böyle şiddetli bir mevsimde Paris’in vefatları her zamanki miktarın iki misline varır. Çünkü haftada bunların ortalama sayısı bine yaklaştığı belediyeler tarafından tanzim olunmuştur. Dia gazetesinin neşrettiği istatistik cetvellerinden öğrendiğimize göre vefatların sair mevsimlerde pek azı açlıktan vukua geldiği hâlde, bu şiddetli kışlarda, açlıktan helak olanların miktarı daha da arttığı gibi soğuktan helak olanların miktarı da buna yakın olmuştur. Ama “açlıktan” dediğimize bakıp da bunların tamamının ekmeksiz kalarak birkaç gün hiçbir şey yemedikleri için ölenler olduğunu zannetmeyiniz. Öylesi de az değil ya? Fakat bu “açlıktan helak” sözünü Paris tıbbının hususi bir tabiri şeklinde kabul ediniz. Manası ise, fakirlikten dolayı fena beslenerek vücutlarının zayıflaması ve buna bağlı olarak küçük bir hastalığa dayanamayarak öteki dünyaya gitmek demektir. Havanın tahrip edici şiddetinin bu derecelere vardığını tabii ki Paris’te öğrenmedik. Kimse kalmadığı cihetle zenginlikten dolayı azgınlığı son dereceye vardıranlar kürklere büründükleri hâlde kızaklara binip bulvarlarda dolaşmayı “â la rose” bir eğlenceye dönüştürürken, diğer sınıflar ise yerlerinden kımıldayamayacak durumlara mecbur olurlar.

İşte bu sebepten dolayı haber verdiğimiz pazar akşamı sokaklar tenha idi. Hatta Saint Germain Bulvarı’nın Orsay rıhtımına bakan kısmı Parlamento Dairesi, Hariciye Nezareti ve Harbiye Nezareti gibi büyük daireler dahi orada bulunuyordu. Orası Concorde Köprüsü’nün başı addolunmak hasebiyle ekser zamanlarda pek kalabalık olurken bugün havanın muhalefetine pazar tatili de eklenince böyle bir tenhalık olmuştu. Bir de resmî memurlar olmadığından buradan gelip geçenler âdeta “nadir” diye nitelendirilecek bir azınlıkta idiler. Yine bu mahalde bulunan Almanya Sefarethanesi önünden muşamba bir yağmurluğa bürünmüş bir yayanın geçtiği görülüyor ise de, kafası yağmurluğun başlığı içine gömülmüş ve çenesi de ta burun hizalarına kadar yağmurluğun yakası ile kapatılmış olduğundan bu adam tanıdıklarınızdan bile olsaydı, o akşam oradan bu suretle yürüdüğünü görse idiniz, kendisini yine tanıyamazdınız.

bannerbanner