
Полная версия:
Jön Türk – Millî, İçtimai ve Siyasi Roman
“İşte karşılık vermekten yine aciz kaldınız. Karşılık vermek mümkün değil ki veresiniz. Zaten şu teorilerde gönlünüzün, fikirlerinizin benimle beraber olduğuna şüphe bile edemem. Nasıl olur ki bir delikanlıya her şey caiz, her şey mübah olsun da bir kıza hiçbir şey caiz, hiçbir şey mübah olmasın? Delikanlı her gördüğü kadına, kıza göz koyup bıyık burabilsin de kız, hatta yahut kadın hafif bir tebessüm bile edemesin. Bir erkek için izin verilen serbestliğin yüz binde biri bir kadında, bir kızda görülecek olsa mahvolduğu an o andır. Biz, erkek efendilerin âdeta eğlencesi olmuşuz, kalmışız… Bize karşı her hâl ve tavırda onlar özgür, müstahak. Biz? O!.. Biz eşyadan sayılırız! Hayvandan bile sayılmayız, nerede kaldı ki insandan sayılalım.”
“Ama artık ifrat ediyorsunuz. Mübalağa…”
“Hayır! Hiç de ifrat etmiyorum. Belki tefrit ediyorum. Düşününüz ki beğenilmek hevesi insanlık için yaradılış gereği, tabii, fıtri bir şeydir. Biz kadınlar beğenilmeyi tabii ki isteriz. Fakat yolda veya bir çayırda kendimizi beğendirmek istediğimiz erkekle karşı karşıya gelince şemsiyemizi indirip siper almaya mecburuz. Neden? Dünyanın hangi tarafında böyle bir mecburiyet vardır?”
“Buraları böyle! Hatta korkunun bu derecesi dinî bir mecburiyet değil bir memleket âdetidir. Lakin sizin dediğiniz gibi bu serbestlik Avrupa’da bile yoktur. Benzetmeniz yanlıştır.”
“Yok mu? Amma yaptınız ha! Haydi, bakayım apaçık olanı da inkâr ediniz. Mariage liber (özgürce evlilik) bahislerine dair hiçbir şey okumadınız mı? Kocasını kızın kendisinin seçmesi lüzumu muhakkak surette sabit olmadı mı? Bir kızın kocasını; anası, babası, bunlar yok ise diğer velisinin seçmesi medeniyete en tehlikeli şey olacağına hükümler verilmedi mi? O kocaya kızın velileri varacak değil, kız kendisi varacak.”
“Sıradan ailelerce böyle ama kendi medeni mertebesini bilen aileler nezdinde kız özellikle velileri tarafından izinli olmadıkça ve yanlarında aile üyelerinden bir kimse bulunmadıkça yakında nişanlısı olacak ve hatta olmuş bulunan delikanlı ile görüşemez. Onların görgüleri bize benzemediği için diğer sıradan ailelerde gerçekte bu kadar dikkat yoktur. Ailelerin medeni mertebeleri düştükçe kızlarda hiç de baskı kalmaz. Mariage liber, yani özgürce evlilik davaları da ancak bunlar için doğru görülebilmektedir. Biz ise bunlara hiç benzemeyiz. Bizim kızlarımızı kendi hâllerine bırakırlar ise…”
“Vallahi şimdi aklıma gelmişti. Ya davulcuya varır ya zurnacıya! Değil mi? Varsın davulcuyu, zurnacıyı beğensin. Kim ne hakla karışacak? Bir kemancı Çingene’ye varmış prensesler yok mu? Yalnız Avrupa’da değil bizde bile! Bir kraliçe iken boşanıp adi bir adama varmış kadınlar yok mu?”
“Fakat Avrupa’da dahi o özgürce düşüncelerin karşıtları var. Onu da biliyorsunuz ya? Gazeteler bu yoldaki evlilikler için neler yazdılar!”
“Biliyorum. Hem teşekkürle itiraf ederim ki birçok cihetlerini yine sizden öğrendim. Mariage liber usulüyle evliliklerin sürekli olmayacağı düşüncesi değil mi? Varsın sürekli olmayıversin. Birisinden ayrılan diğer biriyle birleşebilir.”
“A gözüm bu mariage liber’in erkeklerden ziyade yine kadınların zararına sebep olacağını size uzun uzadıya anlatmamış mıydım?”
“Ben de o fikirlerinize uzun uzadıya mukabelede bulunmamış mıydım? Her kaytan bıyık çelebi rast geldiği kızı iğfal ediverecekmiş. Gerçi kızlar bizimkiler gibi miskinlerden ibaret olur ise bu dediğiniz pek haklıdır. Biçareyi aldatırlar. Kız iken valide eder sonra terk ediverirler. Zavallı mazlumeye ağlamaktan başka hiçbir intikam şekli, hiçbir teselli vesilesi kalmaz. Ama düşününüz Nuri Beyefendi Hazretleri! Düşününüz ki şimdi Avrupa’da kızların ellerinde hançer var. Rovelver var ve petrol şişeleri var.”
“Aman Ceylan! İlerlemeyi bu derecelere kadar vardırdınız ha!”
“Aman zahir!.. Gazetelerin her günkü nüshasında böyle bir intikam vakası görüyorsunuz! Değil mi? Veriniz kadınların hukukunu kendi ellerine, bakınız kadınlar kendi hukukunu muhafaza edebilirler mi edemezler mi görünüz. Fakat karşınızda bir alay cahil ve miskin bulundukça istediğiniz gibi hükmeder, keyfiniz üzere oynarsınız.”
Nurullah Bey hakikaten kıvranmaya başladı. Mağlubiyet alametleri her yönden yüz gösteriyordu. Ceylan’ın da dediği üzere kendisi kalben bu hislerin ve fikren bu hayallerin üstünde değil ise de o hayaller ve düşünceleri hayata geçirecek olursa medeni toplum dâhilinde meydana gelecek hercümercin dehşetini pek büyük görüyordu.
Böyle gördüğü için nazariyesi başka, uygulaması başka bir adam olup yine Ceylan’ın dediği gibi bir muamma hâlini, hem de halli müşkül bir muamma hâlini alıyordu.
Ceylan, arkadaşının şu acizlik hâlini bir galibiyet tavrıyla seyretmeye başladı. Nihayet tavrındaki ciddiyeti değiştirerek ve zaten güzel olan esmer yüzünün letafetini gayet tatlı tebessümler ile arttırarak dedi ki:
“İnsaf et Nuri! Merhamet et! Bak sana artık senli benli söz söylüyorum. Henüz hakkım yok iken böyle söylüyorum. İnsaf et, düşün! Bir genç kız sana diyor ki şu kardeşçe olan münasebeti, şu tabii olmayan hâlinden çıkaralım. Tabii bir hâle koyalım. Birbirimizi seviyoruz. Muhabbetimizden istifade edelim. Ama sende bin düşünce varmış. Seni menetmem. Hürriyetini yine sana bahşederim. Hazır şu akşam ev hâli, fırsat elde iken neden istifade etmeyelim?”
“Aman Ceylan ne söylüyorsunuz Allah’ı severseniz? Çıldırdınız mı?”
“Neden çıldırayım? Sen çıldırtır isen belki de çıldırırım ama iş henüz çıldırmak derecelerine gelmedi. Tabiat dâhilinde fikir yürütüyorum. Canım bir erkek bir kadına kavuşmak için köpek gibi yalvardığı, ağladığı, sızladığı hâlde hiç ayıplama sebebi olmuyor da bu istek kadın tarafından vaki olunca neden ayıplama sebebi oluyor? Nuri! Sevgili mıymıntı! Bırak şu mantıksızlığı!”
“Canım bir delikanlı bir geceyi boş bir evde bir kızın yanında geçirmiş denilirse…”
“Evvela bu kadar hususi olan şeyi kim haber alıp da ne diyecek? Velev ki haber alsınlar. Ne derlerse desinler. Sen erkeksin. Sana bir şey demezler. Mahvolacak ben değil miyim? Varayım mahvolayım.”
Söz buralara gelince Nurullah kızarmaya başlamıştı. Kan başına çıkıyor, rengi al al olduğu gibi vücut sıcaklığı da artıyordu. Bu sıcaklık artışı kanı içindeki serumu, suyu ısıtarak buhara dönüştürdüğünden cildinin gözeneklerinden dışarı fışkıran o buhar derhâl yoğunlaşarak evvela darı tanelerinden küçük, daha sonraları nohut kadar ter damlaları oluşturuyorlardı. Ceylan’a bir cevap vermek için ruhunun olanca kuvvetini toplamaya çalışıyordu. Ama çalıştıkça o ruhi kuvveti acizliğe dönüşmüş görüyordu. Ceylan da delikanlının şu duçar olduğu buhrana acıdı. Hücumlarını hafifletmeye lüzum gördü. Dedi ki:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Masura: Eskiden kullanılan bir akarsu ölçü birimi. (e.n.)
2
Kitabet-i Osmaniye: Osmanlıca kurallarına göre yazı yazma. (e.n.)
3
Müşaare etmek: Karşılıklı olarak şiir söylemek. (e.n.)
4
Makisun aleyh: Kendisine kıyas yapılan, hakkında kanun metninde hüküm bulunan. (e.n.)
5
Soygun kadın: Eski düğünlerde, ziyafetlerde, davetli hanımları kapıda karşılamak, ferace ve çarşaflarını alıp muhafaza etmek ve giderken giyinmelerine yardım etmekle görevli kadın. (e.n.)
6
Bir tür elbise. (e.n.)
7
Car: Kadınların, elbiselerinin üstüne örtündükleri çarşaf. (e.n.)
8
Perestişkâr: Taparcasına seven, tapınan, delice seven. (e.n.)
9
Dişi ceylan. (s.n.)
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов