
Полная версия:
Jön Türk – Millî, İçtimai ve Siyasi Roman
Onlar dahi gittikten sonra hanenin içi hemen hemen her zamanki hâline dönmüş oldu. Yalnız aşçılar ile sofracılar her zamanki hâle katılmış sayılırlar ise de bunlar alt katta bulunduklarından üst kat ahalisi ana kız Dilşinas, Ahdiye ve görümce Zeliha ile kiracılardan ibaret kaldı.
Bir çeyrek saat kadar bir zaman geçti ki bunların güya hepsi dilsiz imişler gibi hiçbirisinin ağzından bir kelime çıkmıyordu. Ezandan sonra damat Nurullah Bey’in babası Kâşif Efendi kendi dostlarından iki zat ile güvey yemeğinde bulunmak için selamlık tarafına geldiler. Ayvaz bunları karşılayıp kendilerine mahsus odaya soktu. Geldikleri haberi Dilşinas Hanım’a ulaşınca biçare kadıncağız Zeliha Hanım’ı da elinden tutup çıldırmış gibi koştu ve aralık edilen kapıdan “Aman Kâşif Efendi Hazretleri başımıza gelen bu hâl nedir?” sualini derecesi pek kolay tahmin olunabilecek bir telaş ile sordu. Hâlbuki Kâşif Efendi, hanım gelinceye kadar olanı biteni ayvazdan öğrenmiş ve o da hanımdan beş beter bir hâle girmişti. Dedi ki:
“Vallahi kardeş hanımefendi ne diyeyim? Ne diyeceğimi ben de bilemiyorum, bizi bir felaket vurdu. Ama nasıl bir silleye uğradığımızı vallahülazim bilemiyorum.”
“Mahdum bey, evinizden bugün saat kaçta çıktı?”
“Tahminen saat dörtte.”
“Çıkarken gördünüz mü?”
“Evet! Her gün alışkanlığı olduğu gibi bugün dahi elimi öperek çıktı.”
“Hâl ve şanında bu işten pişman olduğuna dair bir alamet görebildiniz mi?”
“Hayır efendim, hayır! Allah göstermesin. Pek şen, pek hevesli idi. Güveyi sofrasında ve namazında mutlaka hazır bulunmamı tekrar tekrar ellerimi öperek rica etti. Asıl bugün ve bu akşam hayır dualarıma muhtaç olduğunu bildirdi. Ben oğlumdan eminim hanımefendi kardeşçiğim. Bir felaket isabet etti.”
“Ne gibi bir felaket diye tahmin edebilirsiniz?”
“Hiçbir tahmin edemem. Bu ani bir kaza olacak; oturduğu yerde oğlumun üstüne duvar yıkılmış gibi bir kaza.”
Babası bu sözü söylerken kızı Zeliha dahi büyük bir hayret ile başını sallayarak babasını tasdik ve teyit ediyordu.
***Bu aralık mahalle imamı ve iki muhtarı ile mahallenin ileri gelenlerinden üç dört adam daha geldikleri cihetle Dilşinas Hanım, Zeliha ile beraber yine harem tarafına çekildi. Bu biçareler bir düğün evine değil sanki bir cenaze evine gelirlermiş gibi geldiler. İleri gelen adamlardan birisi hiç de içeriye girmemek görüşünde bulunmuş idiyse de imam efendi bu hareketin pek uygunsuz bir hareket olacağından bahisle arkadaşlarını zorlamaya yakın bir surette içeri sokmuştu. Kâşif Efendi, imama ve imam, Kâşif Efendi’ye hayretlerini nasıl beyan edeceklerini bilemeyerek şaşkın şaşkın birbirinin yüzlerine bakıyorlardı. Çarnaçar sofraya oturdular.
Hazırlanmış olan yemeği yediler ise de ne yediklerini biliyorlardı ne içtiklerini. Yemekten sonra biraz sohbet ettiler. Fakat Nurullah Bey’in gecikmesini ne gibi bir sebebe yorabileceklerini tayinde aciz kaldılar.
İmam efendi ile cemaati çekilip gittikten sonra Kâşif Efendi, Dilşinas Hanım’ı tekrar davet etti ve “Hanımefendi kardeşçiğim, henüz kendimizi ümitsizliğe kaptıracak bir hâl göremiyorum. Müsaadenizle gideyim oğlumu arayayım. Her zaman tıraş olduğu yeri bilirim. Oradan arayayım. Zabıtaya müracaat edeyim. Bu gece vakit geç olacağından incelemelerimin neticesini yarın size bildiririm. Kızım Zeliha burada, yanınızda kalsın.” sözleriyle başlayarak birçok teselli verdi. Bu tesellilerin Dilşinas Hanım’a güzel bir tesiri oldu ise o da Nurullah Bey’in gecikme veya kaybolmasına kendilerinin sebebiyet göstermemiş olmalarının tahakkuk etmesi yüzünden ortaya çıkan bir teselli oldu. Böyle düğünlerin bozulması nadir vuku bulan şeylerden değildir. Fakat en ayıp olan ciheti alacağı kız hakkında son incelemelerinin gösterdiği mecburiyet üzerine damadın caymasındadır. Kâşif Efendi’nin temini ve Zeliha Hanım’ın onu teyidi üzere Nurullah Bey’de böyle bir cayma olmadıktan sonra çocuğun bir kazaya uğramış bulunmasına inanmak lazım geldi.
Evet! Biçare Nurullah bir kazaya uğramıştı. Hem de ne büyük kaza! Rabb’imiz Teala ve Tekaddes Hazretleri düşman başına vermesin. Bakınız ertesi gün Kâşif Efendi Dilşinas Hanım’a gönderdiği mektupta ne diyordu? Diyordu ki:
Kardeşim hanımefendi hazretleri! Oğlum Nurullah Bey oğlunuz her zaman tıraş olduğu berber dükkânında dünkü gün saat tam beşte tıraş olmuş. Koltuk merasimini icra için devlethanenize gitmek üzere dükkândan çıkacağı sırada iki polis hafiyesi gelmişler. “İsminiz Kâşif Efendizade Nurullah Bey değil midir?” sualini sorarak tasdik cevabını aldıktan sonra “Bu sene Hukuk Mektebinden çıktınız, değil mi?” sualini dahi sormuşlar. Buna da tasdik cevabı alınca “Öyle ise buyurunuz sizi zaptiye nazırı paşa hazretleri istiyorlar.” diye hazır bulundurdukları arabaya bindirmişler. Kendileri dahi beraber binerek götürmüşler. Berberden bu haberi aldığım anda geç vakte bakmayarak zaptiye nezaretine koştum. Oğlumu görmek istedim! Ne yazık ki göstermek istemediler; “Nazır Paşa Hazretleri görmeden sizin görmeniz uygun değildir.” dediler. Bela ve felaketin ne kadar büyük olduğunu anladım. Gerçi “Merak etmeyiniz. Pek o kadar mühim bir şey değildir. Galiba bir düşman şerrine uğramıştır. Birkaç gün sonra kurtulması umulur.” dediler ise de sizi aldatmaya ne gerek var, böyle şeylerden birkaç sorguyla birkaç gün zarfında kurtulmanın mümkün olabileceğine inanamam. Zira ben mahalleniz imamı vesaire ile konağınızda iken polisler evimi basıp oğlumun odasından bir hayli kitap filan kaldırmışlar, götürmüşler. Benim kitap odamı dahi aramışlar ise de bir şey bulamamışlar. Oğlumda zararlı evrak bulunabileceğine asla ihtimal veremem. Zira politika ile meşgul bir delikanlı değildir. Daima böyle şeylerden kaçınır. Bir düşman iftirasına uğramış olduğu muhakkaktır. Her hâlde korkacak bir kusurumuz olmadığına emin isem de böyle işlerin öyle birkaç gün değil a, birkaç hafta ve belki de birkaç ay zarfında da bitirilemediğini nice emsali ile çıkarabilirim. Sizi aldatarak teselli vermeyi hiç münasip görmeyeceğimden işte araştırmalarımı ve incelemelerimi dosdoğru yazdım. Sürekli bir habere muhtaç olduğumuzu gizleyemem. Bilhassa kızım Ahdiye Hanım’ın şu felakete karşı tamamıyla sabır ve metanet göstermesini tavsiye ederim.
Allah cümlemizi muhafaza buyursun, böyle felaketler zamanında insanın basireti tıkanır, düşünme kuvveti bozulur. Nasıl düşüneceğini, ne yolda bir hüküm vereceğini bilemeyerek şaşırır kalır. İşte bu hâl Dilşinas Hanım ile kızında fazlasıyla vuku buldu. Hele Ahdiye dünyanın iyilik ve kötülüklerine dair hiç tecrübesi olmamış bir çocuk olduğundan böyle bir hâle ne hikmete dayanarak kahırlanmak lazım geleceğini de zihninde ciddi bir surette tayin edemiyordu.
Kâşif Efendi ilk mektubu sabahleyin yazmış olduğu hâlde akşamüstü bir mektup daha gönderdi. Gündüz zaptiye nezaretine bir daha gitmiş. Oğlunu mutlaka görmek için yalvarmış yakarmış. Yalnız olamaz ise zabitler huzurunda olsun bir kerecik görmek istirhamında bulunmuş ise de merhamete dair bir eser görememiş. “Bugün cuma, büyük memurlar gelmemiş olduğundan kimseyle görüşmesine izin verilemez. Uzaktan bile göremezsiniz!”den başka cevap alamamış.
Bu mektup dahi zavallı Dilşinas Hanım’ın ümitsizliğini arttırdı. Hoca Abdüllatif Efendi’yi durumu araştırmaya memur ederek onun getirdiği malumat dahi hep Kâşif Efendi’nin verdiği yeis ve kedere yol açan haberleri teyit ediyordu. Bundan sonra günler geçiyor, her günün hâli dünkünden daha ziyade yeis ve cesaret kırıklığına sebep oluyor. Biçare kadınların evlerinin hâli ölü evinin kederli durumunun tersi oldu. O evlerin en büyük yeis ve matemi ilk güne mahsus olup sonraki günler geçtikçe kederlerin azalmasına karşılık bu evdeki kederin en hafif hâli ilk günü olup ondan sonra günler geçtikçe yeis ve matem hâli artmakta idi.
Üç ay böyle sıkıntılı bir hâlde geçtikten sonra bir gün Kâşif Efendi’den bir mektup daha geldi. Bu mektubu Ahdiye aşağıdaki gibi okudu:
Hanımefendi kardeşim! Birbirimizi taziye edecek bir gündeyiz. Şimdi oğlum ve oğlunuz Nurullah’a veda ederek geldim. Tutuklanalı üç ay olduğu hâlde bir defacık olsun görüşme müsaadesi elde edememiştim. Bugün Akka’ya sürgün ediliyor. Hapishanede, vapurda şöyle ayakta bir görüşmeye müsaade verdiler. Sizin ellerinizi ve Ahdiye Hanım kızımın gözlerini öpüyor. Namus ve insaniyetin kendisine verdiği vazifelerde kusur etmeyeceğini ve kendi yüzünden size hiçbir ziyan gelmesine rıza göstermeyeceğini yeminler ile temin ediyor. Ne yapalım kardeşçiğim, asrımızda böyle felaketlere duçar olan yalnız biz değiliz. Biz Akka’ya sürülmekle yine hafif bir belaya duçar olmuşuz demektir. Bunun daha Trablusgarpları, Yemenleri, Fizanları da var. Sabredelim. Hak Teala mazlumların ahını zalimlerde bırakmaz.
Ahdiye mektubu okurken Dilşinas Hanım bir iki defa baygınlıklar geçirdi ise de kızına renk vermemek için bütün kuvvetini topluyordu. Nurullah Bey’in bugün şu evden tabutu çıksaydı evi ne hâlde bırakacak idiyse ev ve ev halkı o hâlden de beş beter bir ümitsizlik hâlinde idiler. Hele biçare Dilşinas Hanım üç aydır yaş döken gözlerinden artık gözyaşı pınarları kurumuş zannında iken bugün dahi dökecek sel gibi yaşlar bulduğuna kendisi de şaşıyordu.
BU BAŞKA ROMAN
“Bir muammasınız Nurullah! Bak yine ‘Nurullah’ dedim. Nuri bir muammasınız.”
“Anlayamadım Ceylan.”
“Adam içinde adamsınız… Birbirine hiç benzemez iki adamı hamur etmişler, ondan bir Nuri yapmışlar.”
“Hâlâ anlayamadım. Asıl muammayı siz yapıyorsunuz.”
“Hayır efendim, benim yaptığım muamma değil. Açıktan açığa söylüyorum. Fikirleri açık olanların sözleri de açık olur.”
“Lütfen biraz izahat verseniz. Adam adam içinde!.. Şimdiye kadar işitmediğim yeni bir söz. Birdenbire anlayamamakta mazurum.”
“Bunda anlaşılmayacak ne var? Teorilerinize bakarsak serbest fikirli bir adamsınız. Yeni adamlardansınız… Hâlbuki pratiklerinize bakınca hâlâ eski zamanların çürüklüğü içinde pala çalıp giden bir… bir… Of nasıl tabir edeyim? Bizim Türkçemizde bu tabirler de yok ki!.. Bir mahcup bir… Ha!.. buldum: Bir mıymıntısınız.”
“Ben ha?”
“Evet siz!”
“Güzel hanım! Şu hükmü ne gibi esaslar üzerine bina ettiğinizi de lütfen izah buyurur musunuz? Bir zandan mı ibarettir? Yoksa sağlam esaslar üzerine kurulmuş bir hüküm mü?”
“En evvel inanmalı, emin olmalı ki bir zandan, bir vehimden ibaret değil. Esaslar üzerine kurulu bir hüküm. Ama esasların sağlamlık derecesini tayin için henüz araştırmayı derinleştirmeye muhtacım. Bakınız açıkça söyleyeyim: Geçen gün sizin evde Fransızca sohbetimizde beni ret için ‘Ceylan Hanım! Sizin teorileriniz bir matmazeli bir delikanlı ederek kapıp koyuvermek teorisidir.’ diyordunuz. Bense sizi ‘Bir delikanlıyı bir matmazel etmek istiyorsunuz.’ diye reddediyordum. Şimdi şu iki teorinin arasını bulmalıyız.”
“Ondan kolay ne var? Kız kızlığını bilmeli, erkek erkekliğini. Size daima söylediğim bu değil midir?.. Teori başkadır, pratik başka.”
İnsan birçok kitap okur. Bu kitapları da insanlar yazmışlardır. İnsanların fikirlerindeki ihtilaf ve tezat onların kitaplarında toplanmıştır. Bu zıt ve farklı düşünceleri zihnimizde toplayıp muhakeme ederek biz de bir fikir ortaya koyarız. O bizim teorimizi, nazariyemizi oluşturur. Ama onu amel ve icra mevkisine koyabilir miyiz? Dünyada hiçbir adam bulamazsınız ki her fikrini icra mevkisine…
“Her zaman sayıkladığınız şeyi bir daha tekrar ile yorulmamanızı rica ederim.”
“Sizin dahi her zaman reddettiğim şeyi tekrar ile yorulmamanızı rica ederim. İnsan hatta bir kız bile birçok şey öğrenmeli. Fakat içinde yaşadığı mevkinin gereklerine davranışlarını uydurmaktan ayrılmamalı. Kız kızlığını bilmeli erkek de erkekliğini!”
“Pek güzel! Ben kızlığımı nasıl istersem öyle bilmekte hürüm. Fakat siz erkekliğinizi niçin bilmiyorsunuz? Neden serbest bir kız yanında miskin bir diğer kız gibi davranıyorsunuz? İşte artık büsbütün açıkça söylüyorum. Yıllardır sizinle münasebetteyiz. Çocukluğumuzdan çıkar çıkmaz arkadaşça bir münasebette bulunduk. Yeni medeniyet hakkındaki incelemeleriniz, araştırmalarınız insanoğlunun… yalnız insanoğlunun değil, hem de insan kızının medeni hukukunu size anlatmış olduğunu gösterdiniz. Ben de muallimeden bu yoldaki incelemelerin neticelerine ve okuduğum Avrupa eserlerinden o neticeleri çıkarmış olan öncüllere doğru zihnimi sevk etmiş bulunduğumdan sizi kafama denk buldum. Apaçık söylüyorum. Sevdim! Ne o? Bir kızın bu cüretini beğenmiyorsunuz ha?”
“Hayır! Buraya kadar beğenmeyecek bir şey yok. Gerçi bizim millî hissimize göre bir kız ‘sevdim’ demeyecek. Yalnız sevildiğini kabul istidadında bulunduğunu gösterecek. Bizim şairane hissimize göre bir kız, gönül yakan bir peridir ki erkek onun perestişkârıdır.8 O bir güzellik ve melahat putudur ki kürsüsü üzerinde fazilet ve vakar ile oturacak ve erkek tarafından onun kürsüsünün tozuna arz ve takdim olunan sevda hediyesini reddetmesiyle kabul etmiş olacak. Bununla beraber gerek kadında gerek erkekte görülen fikrî gelişme, şimdi bu hisleri saflık derecesine indirmeye yüz tutmuştur. Onun için ben de bunları değişmez saymaya lüzum görmüyorum. ‘Sevdim’ demenize ses çıkarmıyorum. Ama bir şart ile! Bu hududun dışına çıkmamak şartıyla.”
“Ha evet. Bundan sonrası beğenilmeyecek. Sevdim. İnsan birini severse eski zaman kızları gibi sevdasını kimselere söylemeye bile cesaret edemeyerek verem olup gitmez ya? Sevdasının zevkini sürmek ister. Hicran ve hasretten yanıp yakılmak miskinliği şu zaman için hayal edilebilecek şeylerden midir?”
“Bunu sormaya ne hacet? O şeylerden olmadığı maddeten sabit olmuş bulunalı âdeta eskidi bile. Şimdi kızların elleri kalem tutuyor. Yanmayı, yakılmayı bırakınız; gönülleri hangi delikanlıya ısınırsa onunla yazışıyorlar. Fotoğraf alış verişinden başlayarak cüretlerine, fırsatlarına göre görüşüyorlar da.”
“İşte biz dahi bu serbestlikten istifade ediyoruz. Bakınız görüşüp konuşuyoruz.”
“Kardeş gibi! Değil mi?”
“Öyle ya!..”
“Hayır, hiç de öyle değil! Birbirini seven bir kızla bir delikanlı, kardeş gibi sevişmek eblehçe gayretinde bulunurlarsa Âşık Kerem, Şah İsmail zamanlarındaki kızlara, oğlanlara bile benzememiş olurlar.”
“Önceleri diyordunuz ki: Kadın ve erkek medeni hikmet nazarında eşit olduklarından bir kadın ile erkeğin hiç olmazsa iki erkek gibi serbestçe dostluk münasebetinde bulunmaları neden yasak olsun.”
“Evet, hiç olmazsa! Bu ‘hiç olmazsa’ kadarını bazı pek nadirlerimiz güçlükle hasıl etmiş oldukları gibi biz de hasıl edebildik. Buna teşekkür ederim. Fakat düşünmeli ki ikimiz aynı cinsten değiliz. Erkek cinsinin aşırı muhabbeti ile kadın cinsinin aşırı muhabbeti kardeşlikten başka bir şeydir. Bu tabiidir. Tabii olan bir şey inkâr edilebilir mi, reddolunabilir mi?”
“…”
“Sükût ha! Siz her zaman böyle yaparsınız. Teorilerinize hiç diyeceğim yoktur. Fakat iş pratik cihetine geldi mi ve bir de delil ve kanıtınız tükenince böyle mağlupça sükûta sığınırsınız.”
“Mağlupça sükût değil! Fikirlerinizi ret için söylenecek sözler içinde sizi incitecek gibileri bulunur da incinirsiniz diye! Her milletin dinî ve dünyevi kanunlarından oluşan bir medeniyet usulü vardır. Sizin ve emsalinizin o nazariyeleri medeni usul ile uyuşmaz ise size uyarak o usul ve kanunları ayaklar altına mı alalım?”
“Hangi medeniyetin kanunları? Kaynağı Hindistan’a kadar varan ve yedi sekiz bin senelik Brahmanizm medeniyetinin kanunları mı? Gözlerinizi yalnız Doğu’ya dikip oradan ayıramayacağınıza biraz da Batı’ya çevirseniz ya? Avrupa ve Amerika’nın yeni medeniyeti ‘medeniyet’ değil midir? Her tarafta kadınların hakları davasıyla ayaklanılmıyor mu? ‘Kadın’ deyince kızlar dâhil değil midirler? Acayip! Bu ne kadar haksızlık? Bir beyefendi evlenecek. Görücüler gelir. Cariye alacaklarmış gibi kızı uzun uzadıya incelerler. Beğenip beğenmemek aşağılayıcı hakkı bunlarda. İlk incelemede beğenirler ise ikinci incelemede nefesini koklarlar. Gece horlayıp horlamadığını araştırırlar. Bilmem ne, bilmem ne? Sonra da utanmadan çeyizini sorarlar. Babasının servetini sorarlar. Bunlar ne? O biçare kız, varacağı herifi rüyasında bile görmez. ‘Pek alafranga’ diye bazı daha çürük akıllıların ayıplamalarına rağmen damat beyin bir fotoğrafı gösterilirse o!.. Yeni moda, alafranga bir iş olur. Her ciheti kız için bir güne hakaretten ibaret olan düğün yapılır. Sonra kızcağızın dirliği düzenliği kocasının ağzından çıkacak iki kelimeye bağlı kalır: ‘Boş ol!’ Nuri Bey, hâlâ bu fikirde misiniz? Hâlâ bunu medeniyet diye kabul ve tasdik edecek fikirlerde misiniz?”
“Aman Ceylan Hanım beni korkutuyorsunuz. Çocukça bir heyecanla ‘Avrupa ve Amerika’nın yeni medeniyeti’ diye bir meseleden çıkarımlarda bulunmaya kadar varıyorsunuz ki o yeni medeniyetin mensubu olanlar Avrupa ve Amerika’da bile hâlâ nadirdir. Kadından, erkekten on binde birisi bile o yeni medeniyeti kabul etmiyor. İstanbul’da sizin nazariyelerinize katılanlar nasıl ki nadir iseler Avrupa ve Amerika’da dahi öyledir. Hem onların usul ve görgüleri bize asla kıyas olunamaz iken, hatta birçok derecelere kadar kadınların özgürlüğü onlar için zaruri bir ihtiyaç demek iken bile o tayfanın o derece çoğunluğu teşkil edebilmesine en azından bir asır zaman ister. Bu yüzden siz çocukçasına taşkınlığınızla hakikaten beni korkutuyorsunuz.”
“Tamam! İşte gönlünüz bu teorilerde benimle beraber olduğu hâlde pratik cihetine gelince böyle yakanızı korkuya kaptırıverdiğiniz için dedim ki: Adam adam içinde bir adamsınız. Bir muammasınız.”
Şu konuşmanın kimler arasında geçtiğini anladınız mı? Birisi biçare Dilşinas’ın damadı ve zavallı Ahdiye’nin nikâhlısı Nurullah Bey ile “Ceylan” isminde olduğu yine kendi sözlerinden anlaşılan bir hanım kız; gayet Frenk meşrepli bir şey olduğundan “Abdullah” ve “Seyfettin” gibi terkip edilmiş isimleri sevmediği cihetle yalnız “Nuri”
demekle yetinir. Hatta bir kere Nurullah ile bunun için bir tartışmaya girişmişti.
Nurullah: “Canım Frenklerde dahi ‘Dieau donne’ ve ‘Dieau la foi’ gibi terkip edilmiş isimler yok mu?”
“Var ama şimdi bu isimler Frenkler nezdinde de şık sayılmıyorlar.” diye mukabelede bulunmuştu. Bu kesim kızlar ve kadınlar hatta erkekler nezdinde en büyük kanun “şıklık” değil mi ya? Şık olan her şey makbul, şık olmayan her şey ise reddedilmiş olacak ki “modern” yani zamanın yeniliklerine uygun “yeni adam” olabilsin.
Bu roman başka bir romandır. Bunun başka bir roman olduğunu biz daha evvel haber aldık. Hatırınıza geliyor mu ki Dilşinas Hanım’ın evinde, Ahdiye Hanım’ın kına gecesinde herkes yatağa girdiği ve yatak komşuları arasında bazı sohbetler peyda olduğu zaman bir bilgiç hanım ne demişti? Hatırınızda mı? Demişti ki:
“Kardeşler! Sizin bilmediğiniz şeyleri de ben biliyorum. Ahdiye ve Nurullah birbirine layık olsunlar, olmasınlar. İş bunda değildir. Bu işin içinde başka bir roman vardır. Âdeta bir roman! O romanın aşk ve muhabbet cihetinden bir kahramanı Nurullah ise de öteki kahramanı Ahdiye değildir. Ondan başka birisidir. Eğer benim bildiklerimi Dilşinas Hanım bilse idi mümkün değil Ahdiye’nin Nurullah ile nikâhına razı olmazdı. O meraklı kadın bilahare kızının başını ateşlere yakmak hususunda zerre kadar bir ihtimalden ürker. Şu dünyada bir Ahdiye!..”
İşte şimdi anlıyoruz ki romanın öteki kahramanı da Ceylan Hanım imiş. Asıl ismi Ayşe iken Fransızca “biche”9 kelimesinin Türkçesi olarak “Ceylan”ı mahlas edinen bir hanım.
Bu Ceylan Hanım kim oluyor?
Romanımız ilerledikçe kim olduğu meydana çıkacaktır. Fakat şimdiki hâlde Nurullah ile olan konuşmasından yukarıda gördüğümüz parça size Ceylan’ın nasıl bir Ceylan olduğunu tanıttıramadı mı? Pek serbest, pek cesur bir kız ha?.. Böyle kızlar şu zamanımızda henüz nadirattandır, hem de pek nadirattan oldukları için biraz şaşırmakta haklısınız. Hikâyemizin vuku zamanı olan 1897 senesinde, yani bundan dokuz sene evvel bu seyreklik daha ziyade idi. Tek tük denilecek kadar azdı. Şu konuşma 1897 senesinde de geçmedi. Ondan önce geçti. Bir sene kadar önce.
Her şeyde ifrat da fenadır, tefrit de! Kızları esen yellerden esirgemek gayretiyle kafeslerin içinde kanarya kuşu gibi yetiştirmek de tehlikelidir, tabii bir hürriyet ile başıboş gezen sakalar, isketeler, ispinozlar gibi bırakmak da. Bu tabii serbestlik hâlinde gezip yaşayan kuşlar da gerçi türlü türlü tehlikelere maruzdurlar. Kendilerinden daha kuvvetlileri elinde zayıf ve perişan kalırlar. Fakat kafesteki kanarya bir an için kapısını açık bulur da karşıdaki ağacın dalına kadar gidip konar ise en aciz, en miskin kuşların taarruzlarından bile kendisini müdafaa edemez. Şu kadar ki kanaryamızı eğiteceğiz, kendi kendisini müdafaaya muktedir olmak için cesaretlendireceğiz diye asli ve tabii ölçüsünden çıkaracak olursak gerçi bir zamana kadar bu sevimli kanaryayı bir atmaca olmuş batıl zannına düşer isek de o her hâlde nazik bir kanarya olmak tabiatından harice çıkamamış olduğundan “Ben bir atmacayım!” cesaretiyle saldırdığı kuşlar pençesinde yine perişan olur ve tabii istidat haricine çıkmış olmak gayretiyle saldırdığı için duçar olduğu felaketine acıyanlardan ziyade gülenler hak kazanır.
Konuşmada elbette dikkat buyrulmuştur ki Ceylan Hanım kendi minimini felsefesinin esasını Avrupa’dan almış ama bazı cihetlerini eksik almış. Hele bazı cihetlerini lüzumundan pek çok fazla almış. Öyle garip bir surette ki Avrupa’da kendisine denk olabilecek sınıfın içinde bulunsa eksik almış olduğu cihetlerinden dolayı, kendisinin Nurullah Bey’e isnat ettiği mıymıntılığı kendine isnat ederlerdi. Lüzumundan fazla almış olduğu cihetlere gelindiği zaman dahi “Aman bu Türk kızı ne başı açık şey! Ne cüretli şey! Bu, kız değil âdeta bir delikanlı. Hem de cüretini korkusuzluk derecelerine vardırmış en tehlikeli bir delikanlı!” diye Avrupalı kızlar dahi Ceylan’ın yanından kaçarlardı.
Romanımızın ilerilerinde Ceylan Hanım’ın gerçekten yakınlaşması, ne kadar tehlikeli bir mahluk olduğunu meydana koyacak türlü hâller görülecektir. O kadar acayip ve garip hâller ki kadın ve erkek okuyucularımızdan birtakımı ihtimal ki bu hâllerin sükût perdesi ile gizlenmesinin daha münasip olacağı fikrinde bulunacaklardır. Hayır!
Bu zararlı ve tehlikeli felsefe bizde henüz mevcut olmamış bulunsa idi gizlenmesinde ve saklanmasında belki bir fayda, bir geçici kazanç beklenebilirdi. Ama Ceylan bu sınıf içinde bir misli daha bulunmayan hayret uyandıran nadir insanlardan olduktan sonra ondan biraz noksan sayılacaklar birkaça ve biraz daha ehven olanlar daha ziyadeye ulaşırlar. Nihayet gittikçe felsefelerinin tehlikesi azala azala “şık hanımlar” sınıfına kadar varıldığı zaman ne kadar çoğaldıkları görülür. Bunların başta gelenleri, Ceylan gibi Avrupa’nın kadın meselelerine dair olan yayınlarını okudukları gibi kadınların özgürlüğünden yararlanan birçok erkek dahi o özgürlük düşkünü kadın okuyuculara yardım ederler. Okudukları şeylerin neticelerinden onları haberdar ederler. Kadın cinsine karşı bu hürriyetçi tavırda bulunmayı da bir şıklık sayarlar. Dolayısıyla bu hakikatleri onlardan gizlemeye çalışmak bir istibdat yönetiminin hürriyet çehresini halkın bakışlarından gizlemesine benzer ki mümkün olamadığı yakında görülmüş olan kendi misalimizle deliliyle ispat edilmiştir. “Hürriyet” bir dereceye kadar, bir bakıma göre, ondan istifadeyi bilenlere kıyasla pek faydalı, mukaddes bir nimet olmakla beraber, diğer bir bakıma göre diğer derecelere nazaran ve özellikle ondan istifadeyi bilmeyenlere kıyasla ne kadar tehlikeli bir nimet olduğunu da işte şu birkaç aylık özgürce hayatımızda görmüşüz, anlamışızdır. Binaenaleyh iyiliklerden ziyade fenalıklar ortaya konulur ise onlardan korunma için daha ziyade istifadeye sebep olacağı şu asırda herkesten önce Emile Zola’nın hikmet nazarını açmıştır da naaşı Pantheon’a, o vatanperverlerin kubbesine naklolunmak derecesinde milletin hürmetine mazhar olan o büyük yazar kalemini bu ayıpları tasvire vakfetmiştir.
Evet! Hakikat böyle diyor. Bir murdarlığı örtmek ile onun pisliğinden korunulmuş olamaz. Onu açmalı, âleme göstermeli. Âlem onu görmeli. Ahlaki sıhhat için ne kadar zararlı olduğunu anlamalı da ona göre ondan korunmalı ve sakınmalı.
Evet ahlaki sıhhat!.. Aynen bedenî sıhhat gibi bir ahlaki sıhhat! Bedenî sıhhat hususunda zararlıyı, faydalıyı bilmek ne kadar lazım ise ahlaki sıhhatçe dahi tehlike ve selamet cihetlerini bilmek o kadar lazımdır. Bir sokakta açılan lağım çukurunun üstüne geceleri fener asmak gibi. O çukuru yok farz ederek oraya fener asmaz isek onu âleme gösterip dikkat ve çekinme nazarlarını davet etmez ve çağırmaz isek gafillerin birçoklarını o tehlikeye düşürmüş oluruz.
Hele biz Nurullah ile Ceylan arasındaki tartışmanın devamını da dinleyelim.
***Ceylan son sözünü söylediği zaman Nurullah sükûta varmıştı. Hem de epeyce derin, epeyce sürekli bir sükût. Hatta biz dahi yukarıdaki fıkramızda vermiş olduğumuz bazı izahatı bu sükûtun müddeti arasına sıkıştırıverdik. O sessizliği bozan yine Ceylan oldu. Dedi ki:
“İşte karşılık vermekten yine aciz kaldınız. Karşılık vermek mümkün değil ki veresiniz. Zaten şu teorilerde gönlünüzün, fikirlerinizin benimle beraber olduğuna şüphe bile edemem. Nasıl olur ki bir delikanlıya her şey caiz, her şey mübah olsun da bir kıza hiçbir şey caiz, hiçbir şey mübah olmasın? Delikanlı her gördüğü kadına, kıza göz koyup bıyık burabilsin de kız, hatta yahut kadın hafif bir tebessüm bile edemesin. Bir erkek için izin verilen serbestliğin yüz binde biri bir kadında, bir kızda görülecek olsa mahvolduğu an o andır. Biz, erkek efendilerin âdeta eğlencesi olmuşuz, kalmışız… Bize karşı her hâl ve tavırda onlar özgür, müstahak. Biz? O!.. Biz eşyadan sayılırız! Hayvandan bile sayılmayız, nerede kaldı ki insandan sayılalım.”