Читать книгу Gönüllü (Ахмет Мидхат) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Gönüllü
Gönüllü
Оценить:
Gönüllü

5

Полная версия:

Gönüllü

Recep Efendi hakkında validesinin aldığı haberlerden daha fazlasını ahbaplarından birtakım kadınlar alırlardı. Ama bu fazla olan haberler ağızdan ağıza dönen haberlere katılan mübalağalardan çıktığına şüphe etmezsiniz ya? Bu ahbap kadınlar şu aldıkları haberler üzerine Çelebi Hanım’a nasihat vermeye de kalkışırlardı. Kendileri, kendilerine ait olan işleri için daima muhtaç oldukları nasihatleri, Çelebi Hanım’dan istemiş olsalar daha iyi ederlerdi ama dünya böyledir. İnsanoğlu daima bu hâldedir. İnsan kendisini nasihate muhtaç görmez. Başkalarını kendi nasihatlerine muhtaç görür. Çünkü başkalarının işlerini düşündüğü kadar kendi işini düşünemez de onun için kendini nasihate muhtaç görmediği hâlde başkalarını nasihate muhtaç görür. Bir akıllı derdi ki:

“Herkes başkalarının işlerine sarf ettiği aklını kendi işlerine sarf etmiş olsaydı dünyada bedbaht ve sefil kimse kalmazdı.”

Ahbap kadınlarının verdikleri nasihatlerin neticesi hemen umumiyet üzere Recep Efendi’ye münasip bir kız bulunup evlendirilmesi meselesine dönüşürdü. Çelebi Molla ise bu tekliflere büyük bir nezâketle bir tebessüm ederek derdi ki:

“Oğlumun mürüvvetini görmeyi ben de istemez miyim? Hatta evlendirmek için küçük de değildir. İdaremiz sebebiyle de buna bir mâni yoktur. Fakat evliliği istemek onun hakkıdır. Onu evliliğe zorlamaya da bizim hakkımız yoktur. Evet! Şöyle bir teklif ve teşvik edilmesi lüzumu hatırlara gelir ama benim kaidem böyle değildir. Bence bir delikanlı evlenmek isteyince onu anasına babasına anlatmanın elbette bir yolunu bulur.”

Bazen Hüdayinabit, yani ekilmeden biten ot, pek güzel bir bitki olduğu hâlde yine Hüdayinabit olmak üzere ne güzel insanlar da bulunur ki hiç kimseden bir hikmet dersi almamış oldukları hâlde sadece hislerinin yönlendirmesiyle âdeta her şeye hâkim olurlar. İşte Çelebi Molla da böyle kendi kendisine yetişmiş bir hâkim olduğunu her hâliyle gösteriyor. Öyle ya! Bir delikanlı evlenmeye lüzum ve ihtiyaç gördüğü zaman onun icabını icra için de mutlaka güzel bir münasebet bulur. Fakat delikanlı henüz evlenmeye lüzum görmediği hâlde onu evlendirmeye zorlayanlar sanki onun hakkında dostluk mu etmiş olurlar? Yüksekokul tahsili yapan öğrencilerden birisini tanırız ki diploma almaya iki sene kalıncaya kadar sınıfın birincisiydi. Aralıkta bir gençlik hâliyle şuraya buraya ettiği kaçamakları uygun görmeyen ebeveyni çocuğu evlendirmeye kalkıştılar. Çocuk istememekte ısrar ettiyse de edilen teşviklere nihayet karşı gelemeyerek evlendi. O sene sınıfta kaldı. İkinci sene de o sınıfın fena öğrencilerinden olmak üzere ancak sınıfını geçebildi. Çocuk bunu görünce aklını başına topladı. Zaten iki sene evlilik âleminde ömür geçirmekten de doymuş ve biraz da usanmıştı. Son seneyi de fena bir talebe gibi geçirmemek için biçare kadını terk etti. Fakat güzel bir diploma alabildi ise de bıraktığı zevcesini tekrar almadı ve bu şekilde bir kadını da bedbaht etmiş oldu.

“Kuş yuvada gördüğünü işler” atasözünü kim tesis etmiş ise mutlaka validelerde olan terbiyenin evlada da intikal ettiğine dikkat etmiştir de bu atasözünü öyle tesis eylemiştir. “Anasına bak kızını al” meselesi de böyledir. Yeni ahlakçılar aynı manayı eda etmek için “insanın ilk mektep terbiyesi validelerin kucağıdır” diyorlar. Bu hâlde Çelebi Molla’nın hususi hâline dair ne kadar haber almış olur isek Recep Köso’nun yani romanımız kahramanının hususi hâlini de o kadar mükemmel öğrenmiş oluruz. Çelebi Molla’nın ne ince düşünür, ne müdekkik hareket eder bir kadın olduğuna delalet edecek ahvalden olmak üzere şunu haber aldık ki: Rumeli’nin her tarafında “muma” ve “dola” gibi adlar ile Hristiyan kadın ve kızları, kibar ailelerin evlerinde hizmetçilik ederler. Bu hâl yalnız Rumeli’ye, yalnız Osmanlı memleketine mahsus değildir ya? Avrupa’da da vardır. Avrupa’da “bonne” denilen işbu hizmetçi kadın ve kızlar arasında genç adamları bulunan bazı aileler için türlü belalara yol açarlar ise de yine bu hâlde bulunan diğer bazı aileler için iyiliklere de sebep olurlar. Pek çok genç adam vardır ki baştan çıkmalarına ilk sebep olanlar “bonne”lerdir. Yine pek çok delikanlı da vardır ki gençlik sebebiyle muhafazası pek güç, pek zor olan birçok belaya hep şu “bonne”lerin mevcudiyeti sayesinde muhafaza edilirler. Rumeli’de de bu iki sınıf delikanlıların ikisi de nadir değildir. Fakat asıl nadir olmayan şey işbu bakıcılardan ve hizmetçilerden Rum ve Bulgar lisanlarını çocukların âdeta bir ana lisanı olmak derecesindeki mükemmeliyet ile öğrenmeleri kaziyesidir. Çocuklukta lisan öğrenmek o kadar kolay oluyor ki diğer bazı eserlerimizde de zikrettiğimiz gibi Beyoğlu gibi ahalisi farklı milletlerden oluşan yerlerde bir çocuğun Türk, Rum ve Ermeni lisanları gibi üç lisanı birden öğrenerek büyüdüğü pek çok görülüyor. Rusya’da da kibar aileler Alman veyahut Fransız lisanlarından hangisini çocuklarına öğretecekler ise o milletten bir dadı alıp çocuğu ona teslim ediyorlar. Bu hâl başka memleketlerde de vardır. Bunun pek tabii bir eğitim öğretim olduğu bizim Rumeli taraflarında da tecrübeyle sabittir. Hatta bu tecrübenin bir kısmı kendi nefsimizde de yaşanmıştır. Rumeli’ye pek çocuk iken gitmiş ve işbu bakıcıların eline düşmüş bulunduğumuzdan Bulgar lisanını bunlardan hemen bir Bulgar çocuğu kadar öğrenmiş ve gereği gibi büyüdüğümüz zaman biraz da okumak ve yazmak ile geliştirmiştik. Yirmi beş, otuz sene o lisanı konuşmadığımızdan hemen tamamını unutmuş bulunduğumuza teessüf ederiz.

Oğlunun ahvaline dair verilen haberler üzerine Çelebi Molla’nın hizmet müddetleri son bulan hizmetçilerin yerlerine hiçbir kimseye renk vermeksizin daha gençlerini ve mümkün mertebe güzellerini almış ve bunların elleri, yüzleri, üstleri, başları temiz olmasına da hiçbir şey sezdirmeksizin dikkat etmeye, önem vermeye başlamıştı. Bizim buraların kibar âlemlerinde oğluna odalık beğendirmek tedbirince akıllı bir valide de ancak bu kadar ihtiyatlıca hareket edebilir değil mi? Hane içinde hizmetçilerin hâllerinde meydana gelen şu değişmelere Recep Köso’nun dikkat edip etmediğini ve bu değişmelerdeki maksadı anlayabilip anlayamadığını bilemez isek de validesinin dikkat ettiği bir şey vardır ki onu biz dahi sükûtla geçiştiremeyiz. Şu ki: O zamana kadar hane içindeki otuz beş, kırk, kırk beş yaşındaki hizmetçilere Recep ne nazarla bakıyor ise yirmi, yirmi beş yaşında olanlarına da ondan başka bir nazarla bakmıyor. Recep’in bu hâline “aferin” dersiniz ya? Aileler içinde zaruri olan kurallara riayet ve itaat övülmeye ve aferine layıktır.

Çelebi Hanım, işini bilen bir kadındı. Oğluna vereceği nasihatleri daima dostça ve arkadaşça ederdi. Oğlu da onun sözünden pek çıkmazdı. Recep, evde ve hatta şehrin dışında da delikanlılık hukukuna dikkat ederdi. Bundan bolca istifade ettiği hâlde validesini ciddi bir surette meraka düşürüp de üzecek hiçbir ifratta da bulunmazdı. Yalnız validesi değil; erkeklerden kendisini ziyadece ve şiddetle tenkit edenler bile nihayet haksızlıklarını anlayarak:

“Biz de pek ileriye gidiyoruz ya? Herif delikanlıdır. Hangimiz ondan daha usluyduk? İşini gücünü de biliyor. Hâl ve vakti de yolunda. Varsın biraz da eğleniversin. Elbette o da aklını başına alır. ‘Deli gönül bir gün olur uslanır.’ demişler!”

Bu şekilde ve teslimiyetle ona karşı olan insaflarını da gösterirlerdi.

Nihayet yine Çelebi Molla’nın dediği çıktı ya! Artık Recep yirmi yaşını geçiyordu ki bir gün validesinin yanına geldi. O zamana kadar çocukluk çağını validesinin emirlerinden, yasaklarından dışarı çıkmaksızın geçirmiş olduğunu, validesini ve kız kardeşlerini nasıl sevdiğini ve ömrünün bundan sonrasını da hep bu güzel hâl ile geçireceğini falanı validesine anlatmaya başladı. Hem anlatıyor hem de aralıkta validesine fiilen de muhabbet eseri göstermek istedikçe de kâh ellerini elleri içine alarak öpüyor kâh validesini kucaklayıp kendisini öptürüyordu. Zeki ve zarif kadın ise bu hareketlerin sonunun nereye varacağını çoktan anlamış bulunduğundan gayet latif bir tebessüm tavrıyla oğlunu dinliyordu. Nihayet Recep’in bu konuşmalarına son verdirerek asıl maksadını söyletmek için:

“Pekâlâ oğlum, pekâlâ! Seni şimdiye kadar tanıyamamışım da şimdi bana sen kendini tanıttıracak değilsin ya? Ben senden eminim. Yerden göğe kadar hoşnudum. Bu sözlerden maksadın ne ise asıl onu söyle. Üzülme. Hiç sıkılma da!” deyince Recep yine utancından kıpkırmızı olarak ve bu suretle güzelliğine güzellik de katarak dedi ki:

“Şey! Anacığım ben artık şey etmek istiyorum. Ayıp değil ya? Artık vaktim de geldi. Allah’ın emri ile evlenmek istiyorum.”

“A! Niye ayıp olsun oğlum? Evlenmek bir delikanlının hakkı olduğu gibi onun validesi için de en büyük mürüvvettir. Yenişehir kazan ben kepçe şehrin en güzel kızını…”

Burada Recep, validesinin sözünü kesti. Evvelki mahcubiyetinden daha büyük bir mahcubiyetle dedi ki:

“Hayır valideciğim. Kız aramak peşinde seni yormayacağım. Ben kızı kendim buldum.”

“Ya! Birisini kendin beğendin öyle mi? Daha iyi ya!”

“Ben Filomene’i alacağım. Sonkur Yankos’nun kızı yok mu? Onu alacağım.”

“Yankos Çorbacı’nın kızı ha? İşte bu biraz acayip şey. Gerçi hem muteber hem güzel hem de terbiyeli, uslu, akıllı bir kız ama… Ne bileyim!”

“Hristiyan olduğu için. Değil mi? Müslüman olup da bir Müslüman’a varan kızların birincisi Filomene olmayacağı gibi böyle bir kızı alan erkeklerin de birincisi ben olmayacağım.”

Çelebi Molla, düşünmeye başladı. Hem düşünüyor hem de:

“Evet! Doğru ya. Emsali çok!” diye lisanen oğluna hak veriyor idiyse de zihnen bir türlü bu işin ihtimaline yaklaşamıyordu. Sonkur Yankos Çorbacı denilen adam vefat eden kocasının çiftlik ortağı, zengin, Rumlar arasında gayet muteber bir adam olduğu gibi birkaç defa meclis-i idare azalığına da seçilmiş, hatta bir aralık emrine kapıcıbaşılık verildiği gibi bir aralık da dördüncü rütbe mecidiye nişana nail olmuştu. Gerçi Rumeli’de Rum’dan, Bulgar’dan birçok kızlar Müslüman olarak birer Müslüman kocaya varıyorlar ise de bunlar köyler veyahut kasabaların fakir ahalisinden olmakla beraber kimi kimsesi olmayan ve kendi kavmi arasında da zaten koca bulabileceğini ümit etmeyen kızlardı. Onları da bekçi, zaptiye veya esnaftan bazı kimseler alırlar. Fakat böyle Köse Osman Efendizade Recep Efendi gibi muteber bir zatın, bir dönme kız alması nadirattan olduğu gibi Sonkur Yankos Çorbacı’nın kızı Filomene gibi muteber bir kızın, din değiştirip bir Müslüman’a varması da nadirattan olmasıyla işte Çelebi Molla, buraları düşünerek karar veremiyor ve ne kadar düşünse de bu izdivaca zihninde bir imkân çaresi bulamıyordu. Recep validesinin zihninden geçen şeyleri tahminen:

“Anacığım! Biz bu işi zaten tertip ettik. Senin için hiçbir yorgunluk yoktur. Senden rica ettiğimiz şey Filomene gelip benim zevcem ve senin gelinin sıfatıyla elini öptüğü zaman onu güzel karşılayıp kabulden ibarettir.”

Demesiyle Çelebi Molla:

“İş bundan ibaret kalır ise her şey olmuş, bitmiş deyiniz. Bir validenin oğlunun beğenip aldığı kadın bir tavşan dahi olsa ‘kızım’ diye ona kollarını açması insani bir borçtur. Sen, beni başka valideler gibi mi zannediyorsun? Oğluna onun beğendiği, onun istediği kızı almayıp kendi beğendiğini almak niyetinde bulunan ve kendi dediği olmaz ise oğlunun alacağı kadına tam kaynanalık ederek ikisinin de başına dünyayı zindan eden validelerden mi zannediyorsun?” diye Recep’in de zaten beklediği müsaadeyi asla esirgemedi ise de tavırlarını istila eden dalgınlıktan Recep pekâlâ anlıyordu ki validesi kendisinin bu suretle izdivacına kalben henüz razı olamıyor. Zahiren muhalefet etmemesi Recep için kâfi değildi. Recep istiyordu ki o zamana kadar rızasına göre hareket etmekten kıl kadar ayrılmamış olduğu validesinin bu izdivaç meselesinde de tam rızasını temin etsin.

Şu ilk muhaverede ana ile oğul arasında tam bir fikir birliği olamadı ve Çelebi Hanım:

“Bana biraz müsaade ver oğlum. Güzelce düşüneyim. Seni istediğin yemin ile temin ederim ki Yankos Çorbacı’nın kızı hani ya bir Hristiyan kızı diye istemezlik etmiyorum. O da pek muteber adamdır. Meclis azası, rütbeli, nişanlı ve zengin soydan bir adam. Fakat ben bu işin içinde Filomene ile senin için büyük büyük zorluk görüyorum da onun için biraz derince düşünmeye muhtacım!” diye oğlundan müsaade istemesiyle ve Recep de ona itaat göstermesiyle bu günlük muhavere ve müzakere bundan daha ileriye gidemedi.

Recep ile Filomene arasındaki aşk münasebetini, ana ile oğul arasındaki muhaverenin şu derecesi de okuyucularımıza bazı şeyleri anlatıvermiştir. Bu konuda tarafımızdan verilecek izahlar pek az kalmıştır. Zira şu roman, koca Bernardin de Saint Pierre’in Paul et Virginie’si gibi iki çocukta sevda denilen şeyin ilk masum sureti nasıl oluştuğunu göstermek için kaleme alınmamıştır. Daha çocukluklarından beri Recep ile Filomene iki aile arasındaki bazı iş ve ortaklıktan dolayı sık sık buluşup birlikte oynamışlardır zamandan beri masumca oynayıp seviştikleri gibi Recep, Filomene’den üç dört yaş daha büyük olduğundan buluğ çağına ondan evvel girmiştir. Bu dönemlerde Filomene hakkında daha ne gibi hisler beslediğini bilmiyoruz. Recep, köylerde gezip delikanlılık dönemlerini yaşarken Filomene ile de görüşmelerini sürdürmüştür. Kız da artık evlenme çağına gelmişti. Bu dönemlerde Recep kendi kalbindeki tatlı hisleri kıza da nasıl yansıttığını ve Filomene’in de kalbinde zaten böyle birtakım hevesler uyumakta bulunmasıyla Recep’in daha ilk hisleri üzerine o heveslerin nasıl uyandığını ve sonra Köstem deresi kenarlarında, o latif bahçelerde ağaçlar aralarında birbirine sohbet yeri tayin ederek her ikisi de aynı saatte aynı noktada nasıl buluşup ne tatlı hasbihâllere giriştiklerini ve bu sırrı ikisi de herkesten saklamaya ve hatta analarını, babalarını bile kendilerine yabancı saymaya ve her hâlde birbirinden başka kimse ile evlenmemeye nasıl karar verip ne yolda yeminler ettiklerini uzun uzadıya tarif ve hikâyeye lüzum görmemekteyiz. Yalnız işin şu kısmını izah etmek isteriz ki Recep’in Filomene hakkındaki münasebet ve muamelesi başkalarını öyle tanışıp görüştüğü diğer kadınlar ve kızlar hakkındaki münasebet ve muamelesine kesinlikle benzemezdi. Filomene, o kadınlar ve kızlar gibi Recep’in bir eğlence aracı da değildi. İleride kendisine zevce edeceği kızın güzel hislerini rencide etmek istemiyordu ve dolayısıyla ne maddeten ne de manen ona bir zarar da vermemiştir.

“Yenişehirli bir Recep Köso olduğu hâlde bile!” Bize bu kinayeli sözü yazdıran şey çok elemli olan bir histir. Zira maatteessüf işittiğimize, gördüğümüze göre delikanlılarımızdan bazıları “alacağımız kızları tanıyıp da öyle almalıyız” gayretini epeyce ileriye götürmüşlerdir. Aralarında öyle ileri derecede münasebetler yaşanmıştır ki dönüşü mümkün olmayan şeylerle karşılaşmışlardır. Her şey olup bittikten sonra, birbirlerine karşı olan sevgi ve aşkları artacağı yerde aksine tamamen ayrılığa düşmüşlerdir. Bu durumları yaşayıp da verem olan ve verem döşeklerinde vefat eden bir hayli kızlarımıza rastlıyoruz.

Evet, Avrupa’da bir delikanlının alacağı kıza “kur” yani serbestçe görüşmelerine müsaade olunur ama bunun ne gibi kayıt ve şartları vardır. Evet! Evet! İngiltere’de ve Amerika’da bu kurlar ve serbestçe görüşmeler için hemen hemen hiçbir şart ve kayıt yoktur. Fakat orada yalnız kızların terbiyeleri kendilerini korumaya kâfi olmakla kalmayıp delikanlıların terbiyeleri de kızları hevaperest tehlikelerden muhafazaya kâfidir. Hele biraz itibarlı olan familyalar nezdinde bu konuda zerre kadar suistimalin müthiş muhakemelere, büyük zarar ve ziyanlara, mahkûmiyetlere kadar yol açacağından kimsenin şüphesi yoktur. Bunun dışında neticesi, düello sonucu ölüme kadar da gidebilir. Dolayısıyla bu hevese karşı koymak için kalbî iradesi kâfi olmayanlara bu neticeleri düşünmek de büyük bir mâni hükmünü alır.

Bununla beraber Avrupa’nın her tarafında ve hatta İngiltere’de Amerika’da da hiç suistimal görülmüyor mu? Bunu kim iddia edebilir? Fakat bizim İslamiyetimize mahsus olan bu hasletlerimize binaen gönül isterdi ki bizde bu yolda hiç suistimal olmasın. Avrupa’nın inançları bu konularda daha tavizkâr olduğu hâlde bu konuda yazılan elem verici eserler nasıl ki insanın içini kanatıyorsa Müslüman ve Osmanlı’nın kalem ehlinin içini nasıl kanatacakları da düşünülmelidir.

Şimdiye kadar bin romanımızda beyan edilmiş olduğu gibi bir delikanlı evlenme hususunda yalnız validesinin veyahut kendisini yönlendiren kadınların keyfine tabi olmamak ve alacağı kızı kendisi de tanımak, öğrenmek ister ise biz kendisiyle beraberiz. Hatta bu konuda şeriat kanunlarında da büyük büyük müsaadeler vardır ki zikredilen izinlerden güzel istifade etmek için iki tarafın da hukukunu, dürüstlüğünü ve şanını muhafaza ile beraber maksatlarına varmalarını da temin edebilir.

Bir delikanlının alacağı kız ve aldığı kadın ile ne yolda bir münasebet oluşturacağı “sosyoloji” denilen hikmetli ilmin en büyük, en mühim konusunu teşkil etmektedir. Kızlar için “bakir” denilen şeyi yalnız cismen ve maddeten düşünmemek gerekir. Fikren ve ruhen de bunlarda bir bakirlik düşünmelidir. Yani fikren de buna kanaat getirmelidir. Bu tür kızlar maddeten açılmamış bir zarfa benzedikleri gibi manen de öyle olmalıdırlar. Öyledirler de. O sonradan beklenilmeyen hâllerin dersini kadınlar erkeklerden alacakları gibi bunun mesulü yine erkeklerdir. Çünkü kızları o hâllere düşürenler yine erkeklerdir. Asıl insanı üzen en büyük şeylerden birisi de şudur ki kocalar bu dersleri kadınlara kendilerinin vermiş olduklarını da hemen unuturlar. Zevceleri hâl ve hareketlerini değiştirmişler diye hemen şikâyete başlarlar. Bir kısımları da artık böyle bir kadın ile geçinmenin mümkün olamayacağını söyleyerek ayrılmaya kadar varırlar. İşte böyle bir bilmezlik ve tedbirsizlik, karıyı da kocayı da bedbaht etti, gitti. Koca kendi bedbahtlığını tamir için ayrılık hakkından istifade edebilir. Ya kadın? İşte o biçare ilanihaye bedbaht olur kalır.

Ahbaplarımızdan akıllı bir adam vardır. İki kızını kocaya vermiştir. İkisinde de paça günü damatları el öpmeye geldikleri zaman bir aralık sohbet ederek damat ile yalnız kalıp demiştir ki:

“Evladım! Sana verdiğim kıza, güzelce geçinmeniz için lazım gelen dersleri mümkün mertebe verdim. Yalnız bir kadın ile kocası arasındaki hususi münasebete dair tabii olarak tek kelime dahi konuşamadım. Hane halkınca da benim bu kaideme katiyen riayet olunmuş bulunduğundan eminim. Zevcene bu dersi sen vereceksin. Daha ilk derste programını iyi tertip et de derse öyle başla. Zevceni kendin şımartıp yüzsüz ettikten sonra bizi sorgulamaya hakkın olamayacağını sana şimdiden haber veriyorum. Hepimiz delikanlılık ettik. Hepimiz delikanlılık hâlini biliriz. O eski tecrübe üzerine hiçbir vakitte kulağından çıkmamak üzere sana ihtar ederim ki zevce başka, metres başkadır. Bunların arasındaki fark “kadın” ve “karı” arasındaki farka da benzemez. Birisi “iffet timsali” ve diğeri de âdeta bir “fuhuş putu”dur. Birisi en yüzsüz bir erkeğin bile yüz karası ve diğeri ise yüzsuyudur. Şu kadarcık bir tarifim ile meramımı anlarsın. Bir kâmil insan, akıllı olan karısını ne tamamıyla boş bırakıp ihmal etmeli; ne de şımartıp yüze çıkartmalı. Bu konuda tam mertçe ve dengelice hareket eder ise evlilik hayatı onun cenneti olur. Eğer yanındaki kadın zevcesi midir, metresi midir, fark edemez ise evlilik hayatı onun cehennemi olur. Sana verdiğim kız dün akşama kadar benim kızım idi. Bundan sonra senin karındır. İyilik ve kötülüğünden dün akşama kadar ben mesul idim. Bundan sonra sen mesulsün.

İşte bizim romanımızın kahramanı da öyle muntazamca talim ve terbiye görmüş bir adam değildi. Hatta Osmanlı basınını ve bir dereceye kadar da Yunan basınını okumayarak bazı şeyleri öğrendiğini daha önce de anlatmıştık. Bütün bunlarla birlikte kızla olan görüşmelerinde kendisini mahcup edecek bir harekette de bulunmamıştı. Bu evliliğine yabancıların dışında pek fazla karşı çıkan da yoktu.

Recep ile Filomene arasındaki evlilik meselesinin konuşulmasından sonra birçok insan bunun resmî olarak gerçekleşemeyeceğini de açıkça görüyorlardı. Zira Filomene’in babası Sonkur Yankos, her ne kadar Recep’in baba dostu ise de kızın Hristiyan olmasını buna engel olacağını düşünüyorlardı. Bu konudaki İslami hükümleri de bilmiyorlardı. Ayrıca kızın babasının katı bir Hristiyan olduğunu da düşünüyorlardı. Bu yoldaki bir izdivaç İstanbul’da bile nadir bulunuyordu. Durum böyleyken Teselya gibi bir yerde buna imkân verilebilir mi? Gerçi bu şeri hükmü Recep pekâlâ biliyordu. Hatta bunu Filomene’e de öğretmişti. Filomene, Recep’in yalan söyleyeceğine ve hilesine asla ihtimal veremediği gibi bu konuda verdiği malumata tamamıyla inanmış ve kabul etmişti. Hatta Filomene de dinine pek bağlı bir Hristiyan olduğu hâlde İslam’ı kabul ederek Recep’le evlenmeye rıza göstermesi Recep’in:

“Filomene! Göreceksin ki İslamiyet ile Hristiyanlık arasındaki fark hakikaten soğan zarı kadar bir şeydir. Hazreti İsa’ya, Hazreti Meryem’e, İncil’e bizim de imanımız vardır. Hazreti İsa ve Meryem’i belki biz Hristiyanlardan ziyade severiz. O soğan zarı kadar dediğimiz fark ise Hazreti İsa’ya isnat olunan uluhiyetten ibarettir. Şimdiye kadar sana bin defa tarif etmiş olduğum gibi bu uluhiyet-i İsa meselesi de Hristiyanlığın esasında yoktur. Hazreti İsa’dan üç dört yüz sene sonra insanların kendisine isnat etmiş oldukları bir şeydir. Önümüzdeki mânileri defetmek için sen din değiştir de ondan sonra ister isen İslam’ın hakikatlerini kesin öğreninceye kadar yine kendi âdetlerini icra et. Ben senin ne Panaigayana6 mâni olurum ne de Hristos’una!7” demişti de gönlünün zaten meftunu olduğu Recep’e bu konuda büyük bir istekle kabul cevabı vermişti.

Validesiyle ikinci üçüncü mülakatlarına doğru Recep, bu ayrıntıların tümünü validesine vermişti. Çelebi Molla ise bunların tümünü tasdik edip benimsemişti. Fakat şu neticeye varmak için nikâh yapmadan önce Filomene’i emin bir yere kaçırıp evvel be evvel din değiştirip Müslüman olması için resmî işin yapılması gerekeceğinden kadın biraz endişeliydi. Işte bu işin içindeki bu zorluk o akıllı ve cesur olan hanımın gözlerini yıldırmaktaydı.

Dolayısıyla Çelebi Hanım düşünmek taşınmak için oğlundan zaten almış bulunduğu mühletin biraz daha uzatılmasını rica etti. Recep, buna da muhalefet edemeyerek validesinin ricasını bir emir olmak üzere kabulüne kendisini mecbur gördü.

5

MÜŞKÜLAT VE MEVÂNİ

Uzun uzadıya düşünüp taşındıktan sonra Çelebi Molla, Filomene’in Müslüman olması için birçok şart koydu ise bu şartlar ile rıza gösterdi ki bu işte muvaffak olmasını ümit edebilmek için o şartlar zaten lazım idi. Bazı vesileler ile birkaç defa Filomene ile görüştü. Kız ile de konuştuktan sonra onun bu konudaki ciddiyetini de anladı. Din değiştirmeye ait şeylere dair gerekli talimatları kıza verdikten sonra meclis azasından bazı zatları da bu sırra ortak etmek ve delikanlı takımından beş altı kişinin Recep hakkında yardımları için sözlerini, vaatlerini almak gibi şeylere de başvurdu ki bunlar zaten Recep’in de hatırından geçmekteydi. Validesi zikredilen şartları ifade ettiği zaman Recep kendisince zaten bilinen şeyler olduğunu ifade etti.

Gecenin birisinde Filomene, babasının evinden kayboldu. Silahlı yedi delikanlı ve yanlarında bir ihtiyar Müslüman kadını olduğu hâlde köşe başında beklemekte iken saatte Filomene eşya olarak pederinin evinden hiçbir şey almaksızın sokak kapısından çıkmış ve kendini bu muhafızlara teslim etmişti. Pederi Sonkur Yankos’nun bundan haberi yok ya? Ertesi sabah Filomene evde görülmeyince ve gitmiş olma ihtimali olan yerler arandığı hâlde de bulunamayınca pederi, validesi, hısım ve akrabası pek büyük telaşlara düşmüşlerdi. Bereket versin ki bu telaş pek uzun sürmedi. Hemen o akşam güneş batmadan bir buçuk, iki saat sonra Filomene tarafından yazılmış olan bir mektubu fakir bir Rum kendisine teslim etmekle kızının hayatından emin olduğundan dolayı kalbi rahatladı. Fakat Filomene bu mektubunda sadece din değiştirme maksadıyla firar ettiğini haber veriyordu. Hatta bu din değiştirme meselesinin kendi maksadının gerçekleşmesi için mâni ve zorlukların en büyüklerinden birisi olacağını bilmediğini de yazmıştı. Ayrıca bu din değiştirmesi meselesi, o zamana kadar tabi olmuş bulunduğu Hristiyanlığı beğenmediğinden değil; gönlünün sevdiği bir adam, bir Müslüman ile evlenmek için olduğunu da bildirmişti. Bereket versin ki o gönlünün sevdiği adamın Köseoğlu Recep Efendi olduğunu izah etmemişti. Eğer bu cahilane tedbirsizliği de etmiş olsaydı, henüz başlamaksızın işi bozabilecek olan mâniler ve zorlukları kendisi daha da zora sokacaktı.

Sonkur Yankos, kanunları diğer Osmanlı nizamını pekâlâ biliyordu. Kızının böyle cahilce ve çocukça bir hareketinden dolayı pek ziyade canı sıkılmış ise de:

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

bannerbanner