Читать книгу Gönüllü (Ахмет Мидхат) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Gönüllü
Gönüllü
Оценить:
Gönüllü

5

Полная версия:

Gönüllü

Yattığı oda, Kahramanoğlu Mehmet Bey’in kulesinin en üst katındaki dünyaya değer odası. Bu odada bin defa yatmış. Aşağıdan dik bir merdiven ile doğrudan doğruya odanın içine çıkılıyor ki merdivenin kepengi kapandıktan sonra o kepenk de odanın döşeme tahtalarına bağlanıyor. İşte odanın dört duvarında dört pencere. Recep Köso’nun da gözleri açık olduğundan bu pencereleri ve hatta demincek yatmadan evvel bir köşeye asmış olduğu silahlarını bile görüyor. Görüyor ama bu müşahedesiyle beraber kendisini bir kalabalık şehirde buluyor. Karmakarışık bir hâl içinde. Muharebe hâli gibi bir hâl! Kulağına çığlık nevinden fena fena sesler geliyor. Fakat adamcağız uyumuyor. Gerçi yatağı içinde sanki buz gibi donmuşçasına hareketsiz yatıyor. Ama uyumuyor. O kadar uyumuyor ki işte değirmen tarafından bir iki horoz, sırayla ötmeye başladıkları hâlde kulakları bu horoz seslerini de işitiyor. Evet, horoz seslerini işitiyor ama o canhıraş çığlıklar da kulağına varıyor. Hem pek yakından. Âdeta oda içinden! Daha tuhafını mı istersiniz? Bu çığlıklar bir kadın çığlığı, hem de sesi kendisine pek malum olan bir kadının çığlığı! Bu çığlık kendisine hitaben koparılıyor. “Köso! Yetiş! Oğlumu kurtar…” diye haykırıyor. O aralık Recep Köso bu çığlığı koparan kadını da gözleri önünde gördü. Hem de ne zor, ne müthiş bir hâl içinde ya? İzbandut gibi bir herif, elinde kocaman bir bıçak olduğu hâlde saldırıyor. Kadının arka tarafında kendisini kurtarmaya çalışan bir delikanlıyı vurmaya çalışıyor. Kadıncağız kendi cismini bu delikanlıya siper ederek hem katil ile uğraşıyor hem de Recep Köso’dan o feryatlar ile yardımda bulunuyor.

Ne acayip hâl! Recep Köso, bunları ayan beyan gözleri önünde görüyor da yerinden kımıldanamıyor. Kalbinde gümbür gümbür bir heyecan ki âdeta çatlayacak. Fakat bu hâl bir rüya değil. Çünkü uyumuyor. Gözleri açık. Güzel odasının dört duvarını, dört penceresini ve duvarlardaki asılı olan şeyleri tamamıyla gördüğü gibi bu duvarların içinde kendisine şöyle bir hâl, şöyle bir âlem daha görünüyor. Bunun daha garibini mi istersiniz? Bir aralık Recep Köso, bu kadının da bu katilin de kim olduklarını bile anladı. Kadın Filomene’dir. O sevgili Filomene. Katil de Andrea Kostopolo’dur. O hain Andrea Kostopolo! Yalnız Filomene’in müdafaası uğrunda böyle fedayı canı göze aldırmakta bulunduğu delikanlının kim olduğunu bilemiyor.

Durumu olduğu gibi tasvir için söylemeye mecbur olduğumuz şu sözler, epeyce bir zamandır söylenip duruyorlar idiyse de Recep Köso’nun, gözleri önünde peyda olan bu hayallerin o kadar geniş bir zamanda geçtiğini zannetmeyiniz. Gerçi geçen bu zaman Recep’in de o hâline göre bin yıllık bir zaman imiş gibi geliyorsa da hakikatte bu hayaller iki üç dakika kadar ancak sürebilmiştir. Zira değirmen tarafında ötmeye başladıklarını haber verdiğimiz horozlar henüz ötmelerini bitirmemişlerdi ve hâlâ ötmeye de devam ediyorlardı. Bu hâle mukabil Recep4 Köso’dan başka birisi olsaydı kim bilir ne kadar korkardı. Bunu cin veya şeytan hareketlerine yorarak ihtimal ki aklını bile bozardı. Emsali de nadir değildir ya? Ne başkalarına bu gibi olayların emsali nadirdir ne de bunların mahiyetleri ne olduğunu bilemeyip de türlü dertlere düçar olmuş bulunanların emsali nadirdir. Özellikle Rumeli’de ki bizim buralarda mevcut olan cin, peri, evliya falan rivayetleri tamamıyla mevcut olduktan fazla, oralarda bir de “vampir” evhamı hüküm sürer. Güya vefat edenlerden birisi kabrinde cadı olurmuş. Bu cadılık hâli etsiz, kemiksiz, yalnız içi kan dolu bir tulumdan ibaret kalmak gibi bir hâlmiş. Geceleri cadı kabrinden çıkarak evleri dolaşır, türlü zararlar verirmiş. Bu cadıları tekrar öldürmek sanatına vâkıf adamlar da bulunarak mahallelinin müsaadesi veyahut cemaatlerin muvafakati ile bunlar o vefat edenin mezarlarına giderler ve kıpkırmızı kızarıncaya kadar kızdırılmış olan uzun bir demir çubuğu mezara saplayıp, içindeki cadıyı bu suretle bir daha öldürürler de halkı bunların eza ve cefasından kurtarırlar.

Ne o? Gülüyor musunuz? Üsküp taraflarında böyle bir olayı mahallî bir gazete yazmıştı da İstanbul basını da nakledip yayınlatmıştı. Halk buna böylece inanır ya? Siz ona bakınız. Fakat Recep Köso’nun taşralılık hâliyle beraber basının yazması sayesinde öğrenmiş olduğu hikmetli fikirler, bu hayallerin hakikatini adamcağıza hatırlattı. Bildirdi ki bu bir kâbustur. Avamın lisanında buna “ağırlık basmak” denilen bir hâldir. Bu hâlin fizyolojik sebeplerini tıp ve tabipler tayin edemiyorlar. Kimisi kana, kimisi damarlara ait bir hâl olduğunu söylüyorlar ise de buna dair ikna edici bir cevap da henüz veremiyorlar. Hele buna henüz uykuya varmaksızın uyku ile uyanıklık arasında gerçekleşen bir rüyadır diyenler tümüyle yalan söylüyorlar. Rüyada bu sıkıntılar, bu bunaltıcı hâller olur mu? Gerçi uyku ile yakaza arasında bazı rüyalar görülür ise de onlar pek kısa ve süreksiz şeylerdir. İnsanın pek yakında meşgul olduğu bazı suretler şöyle gözleri önünden gelip geçiverirler. Kâbus ise âdeta bir hastalıktır. Müthiş bir hastalıktır. Bazı kimseler cüssesi büyük bir ifrit kendi üzerine çökmüş de altında kendisini eziyormuş gibi dehşetli şeylere kadar görürler. Fakat elleri, ayakları bütün damar ve sinirleri bağlanmış da zerre kadar harekete mecalleri kalmamış gibi bir hâlde bulunurlar. Hatta kâbus hâlinde insana görülen şeyler bazen Frenklerin “presentiment” dedikleri, meydana gelmeden önce anlık hissedilen şeyler suretinde de olurlar. Yani biraz zaman sonra vukuya gelecek şeyi böyle önceden kâbus hâlinde görür.

Kısacası Recep Köso, kendisine vaki olan bu hâlin bir kâbus olduğunu anladı. Bu hâtıra kendisine gelir gelmez kâbusun şiddeti de gevşedi. Üzerindeki büyük bir yük yavaş yavaş kalkmaya başlamış gibi bir hâl duydu. Evet, kâbusun hükmü böyledir. İnsan onun ne olduğunu bilemediği ve dolayısıyla endişe ve korkusunu arttırdıkça arttırdığı müddetçe kâbus da en ziyade şiddet ve dehşetini gösterir. İnsan yerinden kımıldanamaz. Kâbusa düçar olan bir adama baksanız tüyleri dimdik dikilmiş ve beti benzi kireç kesilmiş, yani gördüğü müthiş bir şeyden fevkalade korkan bir adamın ne hâle girmiş olduğunu görürsünüz. Nefesi de kesilerek yalnız şiddetli bir heyecandan başka bütün vücudunda hayata delalet edecek hiçbir hareket görülmez. Bu hâlin bir kâbus olduğunu anlamaya başlaması ise aklın o muvakkat hastalıktan yavaş yavaş kendisini kurtarması demek olur. Arası çok geçmeksizin akıl bütün bütün kurtulup insan uyanır. İşte Recep Köso da bu şekilde bütünüyle uyandı. Kalkıp yatağı içinde oturdu. Hatta bir Ayete’l-Kürsî okuyup etrafına üfledi. Ama hâlâ endişeli. Etrafında evvelki müthiş olaydan bir şey kalmış olup da gözlerine gözükecekler mi diye korkusundan etrafına bile pek de dikkatle bakınamıyor.

Artık uyku bütün bütün kaçtı. Mumunu yakarak bir de sigara yakıp dumanlandırmaya başladı. Hem dumanlandırıyor hem de düşünüyordu. Hem düşünüyor hem de kendi kendisine diyordu ki:

“Zavallı Filomene! On beş, on altı sene oldu. Din değiştirip Müslüman oluşlarını çok sıkça rüyamda görüyor idiysem de sonraları bütün bütün görmez olmuştum. Ah evet! Sonraları! Din değiştirdikten sonraları! Öyle ya! Neden göreceğim? Düşünecek bir şey kalmış mıydı ki onu düşünerek rüyamda da göreyim? Zavallı kızcağız! Kim bilir ne olmuştur. Ya Andrea? Vay hınzır herif! Hâlâ o Andrea. Ah! Fırsat elvermedi ki o lanetli beynine bir kurşun sıkayım da… Kim bilir o da ne olmuştur? Ama acı patlıcanı kırağı çalmaz derler. “

Recep Köso’nun kendi kendisine söylediği sözler bunlardan ibaret kalmadılar. Malum ya! Bunlar adamcağızın zihninden geçen şeylerdir. Böyle bir hâlde bir kere insanın zihni bir tarafa yoğunlaştı mı ondan kolay kolay geriye alınamaz. İnsanın elinden olmaksızın zihin o şey ile meşgul olur, gider. Recep Köso’nun zihni de bu meşguliyeti ileriye götürdü. Gördüğü şey bir rüya olmadığı gibi onu hayra mı, şerre mi yormak lazım geleceğini bilemiyordu. Bir kâbus olduğu hâlde dahi kendi iradesine sahip olmadığı şu dakikalar zarfında hayali önünde başka şeyler canlanmayıp da şu Filomene ile Andrea Kostopolo’nun canlanmasına da bir mana veremiyordu.

Bir aralık hatırına gelerek kendi kendisine:

“Ah tahsilimi tamamlayamadım ki. Âlim olsaydım bu acayip hâlin hikmetli sebeplerini bilirdim ve meraktan da kurtulurdum.” dedi ise de bilmiyordu ki asıl hatası bu temennidedir. “Zavallı adamcağız, âlim olmadığına bin şükür et. Hiç olmaz ise şu cahil olan hâlinde en azından bir ümidin olsun var. Âlim olsan bunun sebep ve hikmetini anlayabilirdin diye ümit ediyorsun. Âlim olsaydın sende bu ümit dahi bulunmazdı. O zaman anlardın ki bu şekilde insanlara nasip olabilen ilim onun bu yoldaki şüphelerini halledebilecek dereceden pek uzaktır. Ahvâl-i beşerde neler vardır neler ki insan bütün kütüphaneleri yutmuş olsa da onların hâllerini yine bilip anlayamaz ve tümüyle üzüntüye düşer. En büyük filozoflardan birisi: ‘İlim öğrendikçe cehaletim arttı. İlimde ilerledikçe ne kadar cahil olduğumu anlamaktan başka bir netice çıkaramadım. İnsan iki cehalet arasında sahile vurup gidiyor. Bunun birisi doğduğu andaki cehaletidir ki bu yaratılıştan insana verilen bir şeydir ki buna vehbî ilim diyoruz. Diğeri tahsili esnasında ulaşacağı bir cehalettir ve bu da insanın kendi iradesiyle gerçekleşir ki buna da kesbî ilim diyoruz.’ sözlerini laf olsun diye söylememiş. Boşuna söylememiş. İşte bu kâbus gibi binlerce hâllerin hakikatinin anlaşılması şöyle dursun, tarif mahiyetinde bile ilmin aczini görmüş de onun için böyle söylemiş.”

Recep Köso, sigaranın birini bitirdikten sonra birini daha yaktı. Tefekküri olan hayalini yine bir neticeye vardıramadı. Hatta bir üçüncü sigara daha yaktı. Nihayet şamdanındaki mum bitti. Onu söndürüp “Bakalım uyuyabilir miyim?” diye tekrar yatağına uzandı. Yatarken gece kandilin içindeki yağa bakıp miktarının sabaha kadar kifayet edebileceğini görünce ziyadesiyle sevindi. Öyle ya! Uyku hâlinde bile karanlığı sevmeyen ve karanlıkta uyuyamayan bir adam uyanık olduğu hâlde karanlığa nasıl tahammül edebilir? Bu anda gelip de zeytinyağının fiyatını Recep Köso’dan sormalıydı. Bir dirhemi bin altına olduğunu iddia etse bile mazur görülürdü.

Gafletle geçmeyelim: Her şeyin kıymeti yerine göredir. Şeyh Sadi’nin hikâye ettiği gibi çölde aç kalarak helak derecesine gelmiş olan bir adam, içi dolu bir torba bulmuş. Arapların yol nevalesi olan kavrulmuş buğday zannıyla pek sevinmiş. Bir de açıp bakarak torbanın hâlis inci ile dolu olduğunu görünce bir kahırlanmış, bir üzülmüş ki! Öyle ya! Çölün orta yerinde cihana değer cevherleri ne yapsın? O kıymetli cevherler ancak kendi piyasasında değerlidir. Bir gün yaşayabilmek için bir avuç buğdaya muhtaç olan bir biçare nazarında onun kum kadar da kıymeti yoktur. İşte zeytinyağı için Recep Köso’ya böyle bir kıymet takdir ettirecek hâl de o kâbus gecesinin durumunu gösterir.

Biçare adamcağız yatağında bir hayli müddet daha yuvarlandı. Hatta köylülerin “ikinci horoz” tabir ettikleri ikinci nöbette dahi horozlar ötme vazifelerini ifa ettiler. Hakikaten köylülük âleminde horoz sesi ne mühim şeydir? Kışta, kıyamette, karda, dumanda, gece karanlığında yolunu kaybeden bir yorgun yolcu için bir horoz sesi Hazreti Hızır’ın bir imdat sesi gibidir. Geceleri nöbet nöbet horoz ötmesi köylüler için saat yerine geçer. İlk horoz gecenin dörtte biri geçtikten sonra öter. Dörtten sonraki zaman da dörde bölünerek her birinde de nöbetle bir horoz öter. Dördüncü ötüşünde artık şafak sökmeye başladığından ortalık tamamıyla aydınlanıncaya kadar horozların ötmeleri rastgele birbirini takip eder. Hatta gece vakti horozun vakitsiz ötmesini de köylüler fark ederler. Hem de bozuk bir saatin vakitsiz çalması gibi! Bu vakitsiz ötüşü de dikkate alırlar. Bunu uğursuzluk olarak da sayarlar. Bunu türlü felaketleri haber veriyor diye endişelenip korkarlar. Hatta o horozu keserler bile. Bir de bu uğursuzluk onun çorbasını yemeye yine mâni olmaz. Şu batıl olan inanç ne kadar da boştur! Değil mi? Horoz ne bir belanın yaklaştığını ihbar için öter ne de sabahın gelişini. Onun ne için öttüğünü bir kendisi bilir, bir de Halik’i. Bir üçüncü daha bilen vardır ki o da ehl-i hâl olandır. Fakat onun bilgisi bir zandan ibarettir. Herhâlde vakitsiz horoz sesinden endişe duyanların zanları gibi tümüyle batıl bir zan değil! Doğru olması pek muhtemel olan bir zan. Zira bu hayvan sesleri anlamsız değildir. Boşuna da değildir. Olamaz da! En büyük ehl-i dikkat, pek kolaylıkla hissediyor ki kurt, kuş, insan, cin, arz ve sema o ezelî ve ebedî olan Haliklerini tespih etmektedirler.

İkinci horozlar öttükten sonra Recep Köso, üçüncü horozları işitemedi. Yavaş yavaş beynine istirahat gelip özellikle değirmenin uğultusu da derinden derine bir ninni makamına kaim olduğu için uyuya kalmıştı. Kim bilir kaç saat uyuyabildikten sonra aşağıda peyda olan gürültüler, patırtılar o derin uykusu hâlinde de kulaklarına varmaya başladılar. Anladı ki arkadaşlar kalkmışlardır. Fakat bunu hiç de anlamak istemiyordu. Henüz uykusunu alamamış olduğu için gözlerini açamıyordu. Tekrar uykuya daldı. Gürültüler, patırtılar ile tekrar uyandı ise de yine kalkmamakta ısrar etti. Nihayet arkadaşlarının odasına çıkan merdivenin birkaç basamağından çıkarak yumruklarıyla kepenge vurmaya başladıkları ve Köso’nun:

“Canım bırakınız beni. Ben bu gece uyuyamadım.” Yollu ricalarını da kabul etmedikleri gibi adamcağız çarnaçar kalktı. Saat üçü geçiyormuş. O gün kasabaya dönecekmiş. Fakat dönüşten evvel bir de sabah faslı icra edileceği için o sevgili arkadaşı da kaldırmışlar imiş.

Bu geceki hâline nazaran bu sabah Recep Köso, sevildiğinin bu derecesinden hiç de memnun olmadı ise de adamcağızın hâlini öğrendik ya! Ahbabı kırmak istemez. Dolayısıyla hâlinden kimseye haber vermeyip ve hiçbir şikâyette bulunmayıp sabah faslına da sanki herkesten ziyade kendisi istiyormuş gibi büyük bir şevk ve iştiyak ile katılmış oldu. Öğleye kadar Çingeneler bir fasıl daha yaptılar. Köylüler hizmetlerine gitmiş oldukları gibi beyler, ağalar kendileri de bir nöbet sirto oyunu icra ettiler. O zamana kadar atları da hazırlanmış olduğundan sabah kahvaltısı ile kuşluk yemeğini birleştirip atlarına bindiler. Her zaman âdetleri olduğu üzere gülerek oynayarak ve bazen de at oynatıp silahlar atarak akşamüzeri Serfiçe’ye dâhil oldular.

4

RECEP KÖSO

Recep Köso’yu bazı kere “Recep Efendi” diye tavsif edişimiz, bu zatın pek bayağı bir adam olmadığını göstermeye kâfi iken, belki de öylesine olan talim ve terbiyesine dair vermiş olduğumuz haberler böyle bir kuzunun kürek kemiğinden edilen tefeüllere canıgönülden inanacak kadar saf olan adamlara nispetle kendisinin ne kadar da bilinçli olduğunu anlamaya kâfidir. Fakat hikâyemizin en önemli şahsı ve hemen hemen yegâne kahramanı bu adam olduğu için kendisini okuyucularımıza tamamıyla tanıttırdıktan sonra romanımızın bundan on altı, on yedi sene evvel başlayan olaylarını da artık anlatma zamanı gelmiştir.

Bu zatın lakabı olarak tekrarladığımız “Köso” kelimesi bizim Türkçe “köse” lafzından bozma ve düzme bir kelimedir. Fakat Recep Efendi’nin asıl lakabı “Köseoğlu” olduğu hâlde bu “Köso”ya dönüşmesi esnasında “oğul” manasının “sin” harfi de “sad” harfi gibi telaffuz edilmiştir. Bunun bu şekilde telaffuz edilmesi Arnavut lisanının mı, yoksa Rum lisanının mı gereği olduğunu bilmiyoruz. Hangi lisanın gereği olursa olsun bunun dil bilgisi kurallarını tam olarak bilemiyoruz. Bildiğimiz şey, Recep Köso kelimesini Türkçeye çevirince “Köseoğlu Recep” denmesi lüzumundan ibarettir. Hatta Serfiçe’nin lisanınca terbiyece gereği gibi ilerlemiş olan ahalisi, malum ismiyle, künyesiyle yâd edecekleri zaman hep böyle ifade ederler.

Recep Köso, Serfiçe’nin yerlisi değildir. Berlin Antlaşması’nın Ayastefanos Antlaşması’nın güya şartlarını ortadan kaldırdığı esnada Yunanistan’ın, Devlet-i Aliyye ve Rusya Savaşı’nda güya rahat durmuş olduğuna bir mükâfat olmak üzere Yunan hükûmetine Teselya’yı hediye etmiş. Yunan idaresi ise idaresi altında bulunan yerlerde Müslüman ahalin göçü için bir kolaylık sağlamış. Buralardaki Müslüman ahali diğer Osmanlı vilayetlerine hicret ettikleri sırada Recep Köso dahi Serfiçe taraflarına hicret etmiştir. Berlin Antlaşması’nın Yunanistan’ı bu suretle mükâfatlandırmış olmasına o zamanlar şaşmadık kimse de kalmamıştı. Yunan hükûmeti, o zaman bile pek durmayıp da o büyük kargaşalık fırsatından yararlanabileceği istifadeyi arayacak olsaydı, belki yine de bir şey yapamayacağı malum iken bile, büyük devletlerin bize böyle bir haksız teklifte bulunması Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin de haklı şikâyetini gerekli kıldığından bir hayli zaman Devlet-i Aliyye, antlaşmanın bu hükmünü hiç icra etmediği hâlde ne yazık ki o zamanların siyasi durumu buna müsait değildi. Osmanlı Devleti, bu haklı isteğinde daha fazla ısrar etseydi belki de daha fena olacaktı. Bundan çekindiğinden bu fedakârlığa katlanmayı ehven-i şer5 olarak bakıp kabul etmişti. Bir de her hususta olduğu gibi bu hususta da yardımını hiçbir zaman esirgemeyen padişah hazretleri yine imdada yetişerek Yunanlıların hayallerinin tümünün gerçekleşmesini engellemişti. Yunanlılara yardım eden Avrupa’nın büyük devletleri ikna edilmeye çalışılmıştı. İlk anlaşmaya göre Yanya ve Manastır’a doğru birçok yerlerin terki tarafında olduğu hâlde Osmanlı hükûmetinin gösterdiği ikna çabaları sayesinde yalnız Teselya’nın bir kısmı ile Epir’in pek küçük bir parçası feda olunmuştu. Bu çok zor ve karışık mesele, o dönemde pek büyük tehlikeler getirebilecekken bu şekilde çözülmüştür.

Anlamalı ki Yunan komşumuzdaki garipliğe böyle bir anlaşma üzerine memnun olmuştu. Bundan sonra bazı aksamalar olsa da Devlet-i Aliye’miz ile hoş geçinmeye çalışmıştı. Bundan birkaç yıl sonra imzalanan: “Berlin Antlaşması bize daha ziyade toprak vermişti. Hükûmet-i Osmaniyye, onların tamamıyla yok sayılmaması için ısrar etti. Onların tekrar bize vermediği yerleri de yine silahımız kuvvetiyle alırız.” diye bir askerî savaş cephesi de açılmıştı. Bu arada onların bazı askerleri de bize saldırmış idiyseler de Recep Paşa hazretlerinin kumandası altında bulunan Osmanlı askerî birliği bir hamlede hücum edenleri tarumar ederek öldürmüştü. Bu öldürülen ve yaralananlardan başka bir miktarının da esaretiyle bu işe son verilmiştir. Bu mağlubiyet de Yunan’ın aklını başına getiremediğinden işte bu davaya güya Hükûmet-i Osmaniyye idaresinden şikâyetçi olan Giritlilere millî yardım gayretini ileriye sürerek evvela Girit’e ve müteakiben o hareketini teyit için Alasonya ve Yanya taraflarına tecavüz etmesi komşumuzun bir üçüncü fitne hareketi olmuştur. Diğer arkadaşlarımızın yazdıkları savaş tarihleri, işin bu kısımlarını yazıp yorumladıklarından biz romanımızın olaylarından fazla uzaklaşmayalım.

Bizim Köseoğlu Recep Efendi, Yenişehir’den hicret ettiği zaman yirmi, yirmi bir yaşlarında bir delikanlıydı. Sonradan kendisini Kahramanoğlu Mehmet Bey’in ziyafetinde gördüğümüz vakit otuz altı, otuz yedi yaşlarında bir babayiğit olduğu hâlde de uzun boy, ince bel, geniş omuzlar ile iri yarı bir kahramandı. Hele yeni hicret ettiği zaman bundan daha genç, daha nazik olan vücudu bir de gayet güzel yüz ve kaşlarıyla ancak rekabet eden bir çift bıyık ile bir kat daha letafet kattığından Serfiçeliler:

“Hakikaten insan güzeli bir hemşehriye nail olduk!” diye sevinmişlerdi. Recep Köso, bu hicret esnasında henüz bekâr idiyse de aile halkının tümüne o babalık ediyordu. Yalnız bu zaman değil yedi, sekiz yıldan beri bu çocuk aile babasıydı. Zira babası Köse Osman Efendi, bundan daha evvel vefat etmiş ve yalnız oğlu Recep’ten başka erkek evlat bırakmayıp bir zevcesiyle iki kızını da oğlu Recep’in muhafaza ve idaresine bırakmış, gitmişti. Gerçi Osman Efendi, fakir değildi. Yenişehir tarafında bir iki çiftlik sahibi bir adamdı. Bunların hüsnü idaresiyle kendisi bolluk içinde geçinmiş olduğu gibi vârisi kalan delikanlı, aklını başında bulundurmak şartıyla bu gelir ile şu familyayı yine böylece bolluk ve bereket içinde geçindirebilirdi.

Evet! Recep böyle aklı başında bir çocuk çıktı. Hem de sözün doğrusu Yenişehir beylerinin pek çoğu uslu, akıllı çıkmazlardı. Çoğu mirasyedilik âlemlerinde servetlerini tükettikleri hâlde Recep Efendi, bir karış yer, bir habbe mal elden çıkarmayıp pek akıllıca hareket etti. Ama bunun bir büyük sebebi vardır. Şudur ki: Pederi vefat ettiği zaman on iki yaşlarında bulunan bu çocuk, o zamana kadar babasının yardımıyla ilkokulu, gereği gibi tamamlamış olduğu hâlde henüz tümüyle tek başına hareket edebilecek yaşta değildi. Valide baskısına itaat edecek kadar çocuk sayıldığından ve validesi Çelebi Molla ise pek becerikli bir kadın olduğundan çiftçilik işlerinin idaresine dair oğluna pek etraflı emirler verir ve Recep de bu emirlere harfi harfine riayet ederdi de işleri yolunda giderdi. Birkaç sene böyle bir annenin emri altında hareket eden Recep Efendi, çiftçilik işlerinin en maharetli bir müdürü gibiydi. Artık delikanlılık çağına girmiş bulunması sebebiyle silah kullanmak, hayvana binmek, avda, kuşta dolaşmak gibi merakları da ileriye götürdüğü hâlde validesinin bu meraklara asla itiraz etmemesi ve bu yolda çocuk ne kadar masraf etse esirgememesi Recep’in de validesinden hoşnut kalmasını sağlıyordu ve dolayısıyla onun gözetiminde devam ettiği emirlere uymayı çok lüzumlu görüyordu.

Çelebi Molla’nın gayet akıllı bir kadın olduğuna bu da delalet eder ki insan kısmı hangi yaşta bulunursa bulunsun elbette heva ve heves türünden sayılacak bazı şeylerin meraklısı olacağından, Recep gibi bir gencin böyle atlara, tüfeklere, tabancalara, av köpeklerine talanlara merak etmesini o yaşta bulunan bir delikanlı için muzır görmek şöyle dursun aksine faydalı da görmüştür. Zira bu meraklar kendi sahibini, cesur, çevik ve çabuk bir kahraman ederler. Hâlbuki çocuk bunlara merak etmeyecek olursa hiç meraksız, hevessiz kalması mümkün olamaz. O durumlarda kumar, işret falan gibi nice muzır ve tehlikeli meraklara düşeceğinden, bu tehlikeli meraklara düşüp de malını, vücudunu ve namusunu tehlikeye atacağına o kahramanca olan meraklara düşerek mert bir çocuk olarak terbiyesini tamamlamış olur. Çocuk terbiyesi konusunda bu ince sırlara ulaşmış bulunan akıllı bir validenin oğlunun mükemmel bir adam çıkmaması mümkün olabilir mi?

Recep’in validesine birkaç defa düşen münasebet üzerine “molla” unvanı vermiş olmamızın sebep ve hikmeti izaha muhtaçtır. Yenişehir’de kadınların “hanım”, “molla” ve “dudu”dan ibaret üç çeşit lakapları vardır. Bunun birincisini mutasarrıf, hâkim, muhasebeci, mektupçu ve şehrin yüksek hanedanından olan zevatın eşlerine tahsis ederler. Öyle her rast gelen “hanım” unvanını alamaz. İkincisini de kadınlar arasında mümkün olabildiği kadar okumuş bulunan kadınlara verirler. Burada maalesef yalnız “okumuş” bulunan demeye mecburuz. Zira yeni usul eğitimimizde çocukların yazması daha kolay ve okuması daha güç olduğu hâlde; eski usul tedrisimizde aksine kolaylık okumakta, güçlük ise yazmakta olduğundan harekeli yazıları okuyabilenler nispeten çok bulunurdu da bunlar yazı yazmaya muktedir olamazlardı. Eski usulün müsaadesi derecesinde Rumeli’de dahi kadın eğitimine önem verilir. Kızlardan pek çokları hıfzını dinletirler. Bunlardan daha çokları “Hüda Rabb’im”, “Muhammediye”, “Ahmediye”, Menkıbe-i Mevlid-i Şerif ve İlmihâl” vesaireyi pek güzel okurlar. İşte böyle okumuş olan kadınlara da velev genç olsunlar “molla” unvanını verirler. Hakikaten kibardan olmamakla beraber okuma bilmeyen kadınlara Yenişehir’de genel olarak “dudu” derler ki Deliorman, Tuna ve Balkan taraflarında da bunlara “kadış” lakabını verirler. Bizim Recep Köso’nun validesi, Yenişehir’de okumak ile meşhur olan kadınların en güzidesi olduğu gibi hatta sonradan oğluna gelen gazeteleri de okuyarak İstanbul’da kızlara yazı da yazdırıldığını görmekle gazetelerde gördüğü fıkraları kopya ede ede biraz yazmayı bile öğrenmiştir.

Yaşı on yediye doğru yaklaştığı ve belki de geçtiği zamanlar, Recep’in validesi oğlunun bazı gizli münasebetlerini de haber almaya başladı. Mesela tarım işlerinin hiç lüzum göstermediği zamanlarda yahut hiçbir av mevsimi olmayan vakitlerde Recep Efendi, köylere giderdi. Bir iki gece kalır. Dönüşünde validesi nereye gittiğini, niçin gittiğini ve gittiği yerde ne yaptığını sormaya başladığında münasip cevaplar da veremez. Evvelden yalanlar tertip edip hazırlamamış ki tereddütsüz ve ikna edici cevaplar verebilsin. Kendisi ise sütü temiz, özü sözü doğru bir çocuk olduğundan yalana tenezzül de etmez. Köylü kadınlarıyla geçirdiği gizli demleri validesine itiraf ve her şeyin doğrusunu ikrar da edemez ya? Kızararak bozararak söyleyebildiği yalanları Çelebi Molla kâfi cevaplar olarak asla tereddüt etmeyip:

“Pekâlâ oğlum pekâlâ! Delikanlı değil misin? Elbette istediğin gibi gezer tozarsın. Bundan dolayı sana darılmaya hakkım yoktur. Fakat düşün ki sen başka delikanlılara benzemezsin. Onların babaları, ağabeyleri var. Sen öksüzsün. Hatta öksüzden bile fazlasın. Sen aile babasısın. Hepimizin babası sensin. Kendini tehlikeye düşürecek hâllerde bulunma da nasıl istersen öyle gez, eğlen.” diye oğluna hem hadsiz izinler verir hem de asıl korktuğu şeylerden uzak durması için gerekli nasihatleri ifa etmiş olurdu.

bannerbanner