Читать книгу Felatun Bey ile Rakım Efendi (Ахмет Мидхат) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Felatun Bey ile Rakım Efendi
Felatun Bey ile Rakım Efendi
Оценить:
Felatun Bey ile Rakım Efendi

4

Полная версия:

Felatun Bey ile Rakım Efendi

Biz bu ayrılışa üzüldük. Zira koca Rakım memuriyette kalmış olsaydı feyz alacağına şüphe edilemezdi.

Rakım bir aralık yabancı dostlarını çoğalttı. Bunların çoğalması kendisine alafranga dilekçe yazma ve tercümanlık yolunu açtı. Yabancılardan Türkçe bir nota, şikâyet, protesto ve arzuhâl falan yazdırmak isteyenler işlerini Rakım’a havale ederlerdi.

Sözü uzatmaya neden mecbur olalım? Rakım birkaç sene bu işe devam ettikten sonra ayda yirmi otuz liraya kadar kazanmaya başladı fakat biçare çocuk bu parayı kazanabilmek için günün yalnız yedi saatini uyku, istirahat ve yeme içmeye ayırıp günün on yedi saatini tamamen çalışmakla geçirirdi.

Salıpazarı’ndaki evini tadilattan geçirdi. Pek güzel ve rahat bir şekilde dayadı döşedi. Kendisine bir kütüphane yaptı. Burada Türkçe ve Fransızca olmak üzere en güzel eserleri topladı. Bu kadar masrafla beraber yine de Rakım’ın kesesinde para eksik olmazdı.

Dadısı birkaç defa Rakım’ı evlendirmeye kalkıştı. Rakım kendisinin evlenmeye ihtiyacı olmadığını söyledi. Sadık Fedayi ev içine bir gelin gelmesini yalnız Rakım için istemeyip ihtiyarlık zamanında kendisine can yoldaşı olabilecek bir arkadaşa ihtiyacı olduğunu arz edince Rakım işin bu cihetini münasip görerek bir cariye alınmasına karar verdi.

Dadısının, tanıdığı bazı esircilere sipariş etmiş olduğu cihetle öteden beriden birkaç Arap cariye gelirdi. Fedayi bunları bir, nihayet iki gün tecrübe eder, beğenmez, yine iade ederdi. Bir gün Rakım Efendi, Tophane’den Beyoğlu’na çıkmak için Kumbaracı Yokuşu’na kestirmeden varmak üzere Karabaş’tan geçer. Bu dere üzerinde ihtiyar, ak sakallı bir Çerkez’in, yanında bir kızla birlikte bir kapıyı çaldığını gördü. Kıza dikkatle baktı. Baktığı anda yüreği kıza tutulduysa da Neme lazım! Dadım beyaz istemiyor, Arap istiyor, bu bizim işimize gelmez, diye geçip yürüyüvermişti. Zira ak sakallı ihtiyarın yanında bulunan kız beyaz tenli ve güzel bir Çerkez’di.

Rakım yürüyüverdi ama bir türlü ayakları ileri gitmez ki! Niçin böyle olduğunu kendisi de bilmez. Canım bir kere görür sorarım, almaya borçlu olacak değilim ya? diye geriye döndüğünde ihtiyar ve genç kız çoktan kapıyı kapatmışlardı. Sonra kapıyı çalmak zorunda kaldı.

Açtılar. Rakım ihtiyarı çağırdı. Kızın cariye ve satılık olup olmadığını sordu. Cariye satılıkmış. Görmek istedi. Gösterdiler. Uzun boylu, kara gözlü, kara kaşlı, ufacık ağızlı, güzel burunlu, hasılı münasip idiyse de gayet zayıf ve hastalıklıydı, on dört yaşında olduğundan öyle olur olmaz müşterinin beğeneceği gibi bir tip değildi fakat neydi bu kızda o baygın bakışlar? Neydi mahzunane tebessümler?

Rakım kızın elini kendisine yakın bulup ani bir şaşkınlıkla elini tutuvermiş ve onu bırakmak da o anda aklına gelmemişti. Herife fiyatını sordu. Yüz altın, demesin mi?

Herif kızın değerinden bahseder. Ya Rakım ne yapar? Rakım çocuk gibi ağlar! Ay, kıza ne oldu? Zira o da Rakım’a karşı ağlamaya başladı!

İhtiyar olanlara bir anlam veremez. Bir yakınına benzetip benzetmediğini Rakım’a sorar, bir cevap alamaz.

Hayır! Rakım kızı kimseye benzetmemişti. Size biz haber verelim. Rakım, Cenabıhakk’ın, kendisi gibi bir öksüze böyle beyaz bir cariye satın almayı nasip ettiği için sevinçle ağlamıştı. Evet! Rakım bu kadar hassas ve ince düşünen bir çocuktu. İhtiyara, “Bu kızın değeri var mı, yok mu diye sormuyorum. Asıl satılan şey bunun hürriyetidir. Özgürlüğünün dünyalara değeceğini biliyorum lakin benim seksen altından başka param yoktur. Bu paraya mukabil kızı verirsen alayım.” sözüne karşı ihtiyar, söylediği fiyattan bile pişmanlık duyduğunu, bu fiyatın bir kuruş aşağısına dahi veremeyeceğini belirtir. Rakım, “Öyle olsun, bana yirmi altın için bir ay müsaade verirsen alırım.” der. İhtiyar da zaten kızda ince hastalık sezdiğinden onu bir an önce elinden çıkarmak için bu teklifi uygun gördü. Böylece alışveriş usulünce tamamlanmış oldu.

Ne dersiniz? Rakım kızın elini tutmamış mıydı? Ta kız teslim edilinceye kadar elini elinden bırakmadı!

Sonra Beyoğlu seferinden vazgeçerek ihtiyar ile beraber Salıpazarı’na geldiler. Kızı içeriye bırakıp kendisi dadısından parasını istedi. Seksen altını esirciye saydıktan sonra yirmi altın için bir senet yazıp Tophane’de kendisini tanıyanlardan dört beş adamı şahit göstererek esirciyi evine gönderdi.

Bu işleri görüp de evine dönerken, “Acaba dadım bu işe ne diyecek? Gördün mü, çocukluk ettim! Anam makamında bulunan dadıcığıma danışmalıydım!” diye masum bir şüphe ve pişmanlık duymuştu. Evine geldiğinde dadısı kendisini karşılayarak, “Aman beyim! Ne kadar isabet ettin ne de can sevecek bir kız! Sen bana bunu can yoldaşı diye almadın mı? Adı Canan olsun.” diye hoşnutluğunu gösterince biçare Rakım her şeyden ziyade dadısını memnun edebilmiş olduğuna sevinerek ismi de kabul etti.

Şurasını bilmek lazım gelir ki Rakım beyaz bir cariye aldığı için işinden geri kalacak adamlardan değildi. O gün Beyoğlu’nda iki mühim işi olduğu için bu işleri bir an önce görmek üzere kalktı. Bu defa Kazancılar tarafından Beyoğlu’na çıktı. İki mühim işinden biri Ermeni G. Bey’i görmekti. Zira daha bir akşam evvel adı geçen bey, hizmetkârını gönderip kendisini mutlaka görmek istemişti. Evi Ağa Hamamı’nda bulunan beye gitti ve kendisini evinde buldu. Silistre eyaletinin işleriyle ilgili olarak oranın valisine gönderilmek üzere bir dilekçe yazdıracakmış. Rakım bu dilekçeyi on beş dakika içinde karalayıp temize çekerek mühürletti ve çekmecesinin üzerine koydu. Daha başka bir emri olup olmadığını sorduktan sonra bey, yazıcısını çağırıp Rakım’ın görülecek hesabı varsa halledilmesini emretti. Bu emri verince Rakım mahcup olarak, “Ben başka bir emriniz var mı diye beklemiştim.” dediyse de bey, Osmanlı kültürüyle yetişmiş bir adam olduğundan, “Verdiğim emir de emir değil midir? Bu emrin de yerine getirilmesi lazım gelir!” diye bir latife yaptı. Biraz sonra yazıcı elinde bazı belgelerle içeri girdi. Bunlar Rakım’ın üç aydan beri yapmış olduğu işlerle ilgili belgelerdi.

Bey belgeleri alıp okumaya başladı, “Bursa eyaletinin .... senesinden kalan borçlarının tahsiline dair Bursa Valisi’ne arz olunan belgelere on, bunun cevabına on, Varna Sancağı’nın, öşür ve diğer hesaplara dair bir senelik muhasebe işleriyle ilgili Maliye Nezaret-i Celilesi adına tutulan defter ki altı sayfa hâlinde düzenlenmiştir. Bu defterin güzel tutulması ve bir de geniş bilgiler içeren şikâyet dilekçeleri ile perakende mektupların kıtasına sekiz…”

Bey, belgeleri bu şekilde okuduktan sonra yine, “Bunların hiçbirisi için para vermeyeceğim. Yalnız Bursa evrakları güzel tanzim edildiğinden tamamıyla tahsil edildi. İşte onun için beş on parayı gözden çıkarabileceğim.” diyerek Rakım’a otuz lira verilmesini yazıcısına emretti.

Vay Rakım’daki sevinç! Vay Rakım’daki teşekkür! Hem de o kısık gözleri yaşla dolarak bir teşekkür etti ama kime? Kendisi gibi bir öksüze bu güzel yolu açmış olan Cenab-ı Hüda-yı Keremkâr’a!

Hakkını aldıktan sonra ikinci işine gitti. Bu ikinci iş, İngiltere’den yeni gelip Asmalı Mescit Sokağı’ndaki bir eve yerleşmiş olan, hayli kibar bir İngiliz ailesinin nezdinde görülecek bir işti. Lakin işin ne olduğunu Rakım da henüz bilmiyordu. Bir dostu kendisi için orada görülecek bir iş olduğunu haber verince gitmişti. Vardığında dostunu da orada buldu. Meğer iş denilen şey, İngiliz’in iki kızına haftada birer gün Türkçe dersi vermekmiş.

Hiç Rakım için iş bulunur da kabul edilmemesi mümkün olur mu? Herif iş makinesi!.. Bunu da büyük bir memnuniyetle kabul etti. Kendisi aylık, haftalık için herhangi bir meblağ söylemeden, dostu her defası için birer İngiliz lirası takdim olunacağını arz ederek kabulü için İngiliz adına ricada bulundu. Rakım utancından kızararak bir şey demedi. Cenabıhakk’ın bu lütfuna da şükür hasebiyle kızarıp işe karar verdikten sonra dört yol ağzından Kumbaracı Yokuşu’na doğru sanki ayakları yerden kesilmiş bir şekilde indi. Tophane’ye, Karabaş’a varıp esirciler kahvesinde Çerkez’e rastlayınca, “Gel baba, gel! Ben borçtan hoşlanmam. İşte paranı tedarik ettim. Bin kere şükrolsun. Cenabıhak hiç ummadığım yerden gönderdi.” diyerek yirmi altın borcunu verip senedini aldı. Hatta gereği bile olmadığı hâlde durumu şahitlere de haber verdikten sonra kalan on altınlık servetiyle evine döndü.

Bu haberi de sadık dadısına söylediğinde vay Fedayi’deki sevinç! Kıza muhabbeti bir kat daha arttı. Vermiş olduğu Canan ismine “meymenetli”4 mahlasını da ekledi.

İşte hikâyemizi kendi isimlerine nispet ettiğimiz zatlardan ikincisi de budur.

Üçüncü Bölüm

Rakım Efendi ile dadısı, Cenabıhakk’ın bir lütf-u ihsanı olarak gördükleri Canan’ı talim ve terbiyeye başladılar. Biçare kızcağızda bazı hastalıklar varmış. Geldiğinin ikinci günü Rakım, Galata’daki doktor dostuna koşup durumu anlatarak Canan’ın hastalığına bir çare bulması için evine davet etti. Bir faytona binerek geldiler. Doktor kızı etraflıca muayeneden geçirdi. Tetkiklerinden sonra, “Kızda korkulacak bir şey yok. Bu hastalığın sebebi Kafkasya’nın iklimiymiş. O soğuk memleketten İstanbul gibi sıcak bir memlekete geldikten sonra kendi kendisine şifa bulmuş. Şimdi ben bir ilaç tavsiye edeceğim. Onu kullanmalı. Her sabah kalktığında yüz elli dirhem kadar halis inek sütünü kaynatıp sıcak sıcak içirmelisiniz. Tozlu topraklı yerlerde gezmemeli. Şarkı söylemek ve benzeri şeyler için kendisini zorlamamalı. Arada bir geniş yerlere götürüp, deniz kenarına çıkarıp hava aldırmalı. Soluk soluğa kalacak kadar yormamalı. Bunları yaptıktan sonra Allah’ın izniyle bir şey kalmaz. Zaten korkulacak bir şey de yok ya! Bunları da tedbir olsun diye tavsiye ediyoruz. Güzel kızcağızdır, Allah’a emanet.” dedi.

Dadı kalfa bunun nasıl bir hastalık olduğunu anlayamadıysa da Rakım her şeyin farkındaydı. Tabibi teşekkürlerle gönderdi. Doktorun tavsiyelerini dadısına itina ile tekrar anlattı. Biçare Fedayi’yi böyle gariplere edilecek hizmet için uyarmaya lüzum var mıdır? Zavallı Arapçık, güya kızı kendi rahatı için istemişti. Fakat şimdi kendi kızının iyileşmesi için gayret edecekti. Bu Arapların iyileri ne kadar merhametli olur.

Canan bir tarafta tedavi görüp eğitiledursun, biz hikâyemizin şu cihetine bakalım:

Asmalı Mescit’teki İngiliz’in kızlarına verilecek ders için cuma günleri belirlendiğinden, cuma gelince Rakım öğleden sonra saat yedide kalkıp oraya gitti.

Bu İngilizlerin kibar bir aile olduğunu söylemiştik. Hikâyemizin başlıca karakterlerinden birisi de bu İngiliz olduğundan, onun durumu hakkında biraz malumat vermeliyiz.

Evet, İngiliz oldukça kibar sınıftandır. Kibardır ama öyle lord, dük falan gibi üst sınıflardan değildir. Kâğıt ticaretiyle sermayesini beş yüz bin İngiliz lirasına kavuşturduktan sonra ticareti bırakarak kalan ömrünü rahat geçirmek için İstanbul’a gelmiştir. Zira herifin erkek çocuğu olmayıp ailesi, bir zevcesiyle iki de kızından ibaretti. Bu kadar servetle kızlarını herkes alabileceği gibi zevcesi de bunlar arasında saadetle yaşayacağını düşündüğünden artık İngiliz’i rahat rahat yaşamaktan hiçbir iş, hiçbir fikir, hiçbir mülahaza menedemezdi.

Ecdadından kendilerine geçen isim Ziklas olduğundan, zevcesine de “Mrs. Ziklas”5 denirdi. Kızları da bu ismi alabilirlerdi ama evin içinde büyük kıza “Can”, küçüğüne ise “Margrit” ismiyle hitap edilirdi. Bu aile Kanterburi6 şehrinden oldukları hâlde çevrelerindeki Fransız ailelerle ticaret yaptıklarından ailenin her ferdi pek güzel Fransızca konuşurdu. Dolayısıyla Rakım ile bu lisan sayesinde anlaşıyorlardı. Böylece Rakım da bunlara vereceği derste başarılı olacağını anladı.

Can ile Margrit hani ya “bir elmanın iki yarısı” demezler mi? İşte bu söz sanki bunlar için söylenmiş gibidir. İkisinde de fidan gibi boy, nahif endam, kıpkırmızı çehre, masmavi gözler, beyaza yakın, açık lepiska saçlar! İngiliz kızları vesselam…

Gerçi tarifimizden bunların yüzlerine bakılmakla kalbe pek de ferahlık gelmeyeceği zannolunur lakin bu zanda acele edilmemelidir. Her güzelin kendine mahsus bir havası vardır, her güzel o kendine mahsus havasıyla karşısındakine kendisini beğendirip sevdirebilir, tecrübe sahibi olanlar bunu bilirler.

Neticede Rakım, bir tabaka güzel İngiliz kâğıdının üzerine kalın kalem ile “elif, be, pe, te, se, cim, çe, ha, hı, dal, zel, rı, ze, je…” ve benzeri harfleri yazıp telaffuzlarını dahi öğretti. Bir hafta içinde bunların şekillerini zihinlerinde teşkil etmeleri tembihiyle kalktı, eve geldi.

Vay yazar efendi! Yalnız bu kadar mı oldu? Aralarında sohbet falan… Hiç olmazsa babalarıyla, analarıyla ilgili, dereden tepeden…

Hayır! O gün iş yalnız bundan ibaret kaldı. Evinde dadısı ile Canan’ı merak ettiğinden hemen Kumbaracı Yokuşu’ndan Tophane’ye inip -parası olduğundan- bir sürücü beygirine binerek Salıpazarı’ndaki evine geldi.

Vay! Artık yaya yürümemeye de mi başladı?

Estağfurullah! Kendisine her ders için bir İngiliz lirasını ayrıca ayak teri ve hayvan kirası karşılığında veriyorlardı. Mademki Cenab-ı Hallak-ı Kerim bu geliri de Rakım Efendi’ye nasip etti, öyleyse artık Rakım Efendi’nin bu nimete şükür karşılığı olarak ders günleri Beyoğlu’na hayvanla gidip gelmesi lazım geliyordu hatta sabahleyin hayvana binmemiş olduğuna pişman oldu. İşte bizim Rakım’ın Allah ile pazarlığı böyle bambaşkaydı!..

Evine geldiğinde onu her zaman dadısı karşılardı. O akşam kendisini karşılayan Canan oldu. Gün geçtikçe kızın tavır ve davranışları, üstü başı düzelmiş ve hatta bunlar yüzüne de yansımıştı. Bunları fark eden Rakım, olanlara bir anlam veremediğinden bu konuda açıklama istemeye mecbur oldu.

“Dadı, ben her akşam geldiğimde ilk önce senin yüzünü görmeye alışmıştım. Bu akşam bu âdetini değiştirdiğini gördüm.” dedi.

Fedayi, “Evladım, beyim! Allah bize güzel bir cariye vermiş, artık akşam gelir gelmez benim esmer yüzümü görmeye ne lüzum var? Ben tembih ettim.” diye cevap verdi.

Rakım koşup dadısının kucağına atılır, boynuna sarılıp şapır şupur öperek, “Yok dadıcığım, yok! Senin yüzün bana validemin yüzü kadar tatlıdır. Cennetten huri çıksa da gelse bana senden güzel görünemez. Ben her akşam senin mübarek yüzünü görmeliyim. Sonra vallahi Canan’ı buradan defetmeye beni mecbur bırakırsın. Hem ona bu emirleri verme. Çocuktur. İhtimal ki bazı ümitlere düşer. Bende ise o gibi ümitlerin eseri bile yoktur.” dedi.

Fedayi, “A beyim, canım, niçin böyle?..”

Rakım, “Sana dedim ya işte! Sen beni evladın gibi seviyorsan o zaman benim arzum üzerine hareket edersin.”

Rakım, dadısına bu nasihatleri verdikten sonra, “Hazır İngiliz kızlarını bugün başlattık ya! Dur bakalım, şu Çerkez’i de başlatalım. Bu mu onları geçer yoksa onlar mı bunu?” diye Canan’ı yanına çağırıp ona da alfabedeki harfleri ezberlemesi için yazıp verdi. Vay kızcağızdaki sevinç! Evet, Çerkez kısmı okumaya pek hırslıdır. Bu Çerkez’i okutmaktan daha güzel bir şey olamaz.

Şu kadarı var ki Canan’ın İngiliz kızlarını geçeceği daha ilk haftasında anlaşıldı. Zira Rakım, her gece Canan’ın yanında olduğundan kız öğrenmiş olduğu şeyleri hemen ona okurdu. Bu da kısa sürede kendini geliştirmesine yardımcı oluyordu.

Öte tarafta İngiliz kızlarıyla derslere başlayalı bir ay olmuş ve bu bir ayda vermiş olduğu dört ders ile kızlara yalnız “elif” ve “be”yi değil, “elif, be, be, be…” gibi çok farklı heceleri de öğretmişti. Ayrıca bu harflerin; kelimelerin başında, sonunda, ortasında nasıl yazılacağını ve okunacağını da anlatmıştı. Bir de “elif, vav, he, ye” gibi harflerin harekeli ve harekesiz olduklarında nasıl okunacağını, “baba, kuzu, küpe, tuti” gibi örneklerle öğretmişti. Ancak Canan bunlarla kıyas edilemez. Bir ay zarfında Canan, dört beş heceden ibaret kelimeleri bile yazabildiği gibi “benim, senin, onun, bizim, sizin, onların” gibi ifadelerle de birleştirebiliyordu.

Demek oluyor ki Rakım, kendine göre bir eğitim öğretim metodu oluşturmuştu.

Evet öyleydi.

Bir cuma günü Rakım yine Mister Ziklas’ın evine gidince kime tesadüf etse beğenirsiniz? Felatun Bey’e rast gelirse beğenirsiniz herhâlde! İşte ona rast geldi. Felatun Bey’i kızlar ile valide ve pederlerinin yanında bulmuştu. O gün ders günü olduğundan Felatun Bey, muallim efendinin gelişini beklemiş ve kendisince kızları aldıkları derslerden imtihana tabi tutmuştu. Felatun Bey, Rakım Efendi’yi görünce ayağa kalktı, İngilizlerin de anlaması için onunla Fransızca konuşmaya başladı.

Felatun, “Ha ha hay! Hanımların hocası sen miydin birader?” dedi.

Rakım mahzun bir ifadeyle, “Evet efendim, bendenizim beyim!” diye cevap verdi.

Mister Ziklas, “Vay!.. Demek oluyor ki önceden tanışıyorsunuz!”

Felatun, büyük bir gururla, “Evet! Kendi haklarında muhabbetim tamdır. O da beni sever zannederim.”

Rakım, “Dünyada benim sevmediğim adam mı vardır? Ben ki herkesin güzel olan düşüncelerine büyük bir ihtiyaçla muhtacım. Herkesi sevmeye bu yönüyle de mecburum.”

Felatun, Rakım’a dönerek, “Mister ve Mrs. Ziklas ile tanışalı iki ay oldu. Sizin de buraya gelip gitmeniz bir ayı geçmiş ama nasıl olmuşsa karşılaşmamışız.”

Rakım, “Kısmet bugünmüş efendim.”

Felatun, “Tanışmamız Peder Efendi vasıtasıyla oldu. Kendilerini benden evvel tanıma şerefine nail olmuşlar. Sonra beni de getirip Mister Ziklas ile eşine takdim ettiler!”

Mister Ziklas, “Evet! Bu iyiliklerinden dolayı Peder Efendi Hazretleri’ne nasıl teşekkür edeceğimizi bilememekteyiz.”

Felatun, vakar ile tevazuyu bir araya getiren bir tavırla, “O sizin nezaketinizin gereğidir efendim.”

Aradan bazı havai sözler geçtikten sonra Rakım, “Beyimiz müsaade buyurur musunuz? Biraz da derse bakalım mı?”

Felatun, hâlâ mübarek tebessümünü devam ettirerek, “Hay hay! Hatta ben şimdi hanımları imtihan ediyordum.”

Rakım, “Nasıl? Bari epeyce gelişmiş buldunuz mu?”

Felatun hâlâ o mübarek tebessümüyle, “Hanımların zekâ ve gayretlerine söylenecek söz var mı? Fakat birader, ben bu derslerde bazı şeyler görüyorum da bir mana veremiyorum. Mesela şu elifbada, bu ‘pe, çe, je’ harfleri var mıydı? Biz mektepteyken ‘elif, be, te, se, cim, ha, hı, dal, zal, rı, ze, sin, şın’ diye öğrendik. Bunları görmedik. Bunlara ne isim vermeli?”

Can, “Evet, muallim efendi! Felatun Efendi öyle söyledi. Bizim zihnimiz karıştı.”

Rakım, “Hayır efendim! Bunda zihin karıştıracak bir şey yok. Felatun Beyefendi daha iyi bilirler ama birdenbire zihinlerine gelmedi. Gerçi beyim, mektepte biz buyurduğunuz gibi okuduk ama bizim okuduğumuz elifba yalnız Arapça içindir. Türkçe için fazladan birkaç harfe ihtiyacımız vardır. Mesela ‘paşa, çavuş, müjde’ yazacağımız zaman nasıl yazarız! Elbette bu harflere muhtaç olmaz mıyız?”

Meğerse Felatun Bey, evvelce bu harfleri gördüğü hâlde eski elifbada mevcut olmadığını düşündüğü için fırsat bulmuşken acemi İngilizlere biraz Felatunluk satmak istemiş. Bunun için öğretmenlerinin asla Türkçe bilmediğini ve böyle adamlara müracaat edilirse kızların hiçbir şey öğrenemeyecekleri gibi konulara değinerek henüz kim olduğunu bilmediği Rakım’ı bir güzel aşağılamış ve alaya almış. Ancak şimdi işin aslını öğrenince yüzü garip bir şekilde kızararak, “Evet, evet! Hakkınız var. Anladım!..” diye cevap verdi.

Mister Ziklas, “Ben de böyle düşünmekteyim. Bizde Türkçe harfleri öğrenmek için bir risale var, onda da bu harfler mevcuttur.” dedi

Felatun, “Benim de aklıma geldi efendim. Bir şüphem daha var ama arz etmek için Muallim Efendi Hazretleri’nin müsaadelerini isterim.”

Rakım, “Estağfurullah efendim! Gayemiz hanımefendilerin istifade etmesidir. Şayet uygun bulurlarsa yaptığınız açıklamalardan biz de istifade ederiz!..”

Felatun, “Estağfurullah efendim! Hatırıma gelen şu ki biz şu ‘be’yi görmüşsek de böyle ‘be, be, be’ler görmemişizdir. Hani ya demek isterim ki efendim böyle karışık şeyler ile hanımların zihinleri bozulmazsa daha iyi olurdu.”

Margrit, “Öyle ama bu harfleri öğrenmeden heceleri birbirine nasıl bitiştirebiliriz? İşte babamın demin bahsettiği risale bizim yanımızdadır. Biz, hoca efendinin verdiği dersleri o risaleye uygun değil, ondan daha güzel bulmaktayız.” diyerek risaleyi açıp bahsi geçen harfleri gösterdiyse de Rakım ona fırsat bırakmayıp bir kalem alarak, “Efendim! Faraza ‘Mustafa’ yazacak olsak ‘mim, sad, tı, fe, ye’ diye yazmayız. Bunları mutlaka birbirine bağlayarak yazarız.” deyince Felatun bunun da farkına varmış ve bu defaki utancı, öncekini de geçmiştir.

Amma yaptınız ha!.. Felatun’un harf ve heceleri bilmemesi söz konusu olabilir mi?

Bilmiyor değildi fakat bazı adamlar vardır ki kendi bildikleri şeyleri nasıl öğrenmiş olduklarını bilmezler! Memleketimizdeki insanların çoğu böyledir. İşte Felatun Bey dahi bildiği şeyi nasıl öğrenmiş olduğunu bilmeyenlerdendi. Pek hayret etmeyiniz. Biz bir efendi gördük ki gerçekten kâtip ve güzel yazı yazan birisi olduğu hâlde; divani kırması7 olarak hepsi bir yerde ve birbirine bitişik surette yazdığı “bulunduğundan” kelimesinin o birleşik şeklinin vasfını, her yönüyle göstermek ve tarif etmekten âciz kaldı.

Felatun Bey, düştüğü mahcubiyet üzerine daha fazla duramayıp biraz sonra kalktı gitti. Rakım ise bey gittikten sonra ne fazileti ne de cehaleti hakkında hiçbir şey konuşmadı. Yalnız kendi işiyle meşgul olmuştu. Fakat akşamüzeri oradan ayrılacağı sırada, kızlar ile valideleri ve pederleri bir aradayken Rakım, “Efendim, böyle haftada bir verilen dersi hanımlar için az ve bana gösterdiğiniz lütfu ise hizmetime nispetle çok görüyorum. Rica ederim dersleri haftada iki defaya çıkarmaya müsaade buyurunuz.” demiş ve bu ricası büyük bir memnuniyetle kabul edilmişti.

Bir ay içinde Rakım Efendi’nin Mister Ziklas’ın evinde kazandığı itibarın derecesini öğrenmek ister misiniz? O kadar ki Rakım, aile içinde sadece hoca sıfatıyla kabul edilmezdi. Belki bir aile dostu, ırz ehli, edip, alçak gönüllü bir âlim, kâmil bir kişi olarak görülmüş ve ona göre davranılmıştı.

O akşam Rakım, biraz erkence döndü ve evinde fevkalade bir şey gördü. Gördüğü şey ise Canan’ın orada bulunmamasıydı.

Rakım, “Dadı! Canan nerede?” diye sordu.

Fedayi, “Buradadır, beyim!” diye cevap verdi.

“Buranın neresinde? İşte evimiz üç oda bir sofadan ibaret, her yere baktım yok.”

Fedayi biraz bozuldu, “Buradadır beyim. Şimdi gelir.”

“Canım neredeyse söyle. Söylenmeyecek bir yerde bile olsa söyle. Benden saklı bir işiniz var diye hakkınızda şüphede mi bulunayım?”

“Vallahi beyim biz bu işi senden gizli yapmaya karar vermiştik ama hata etmişiz.”

Rakım telaşla sorar, “Ne oldu canım?”

“Bir şey olduğu yok. Komşumuz… Beyefendi cariyelerine piyano öğretmek üzere bir madam tutmuş. Biz de heveslendik. Sana söylersek izin vermezsin diye korktuk da!..”

Rakım öfkeyle, “Evet dadıcığım! İzin vermezdim. Hâlâ da iznim yoktur. Canan piyano öğrenme hevesine düşmüşse hiçbir arzumuzu geri çevirmeyen Cenabıhak bu isteğimizin yerine gelmesi için de kolaylık gösterir. Sana fikrimi doğrudan doğruya söyleyeyim mi? Sen yanında olmadıktan sonra Canan’ın sokak kapısından dışarı çıkmasına bile razı değilim. Sen yanında olduktan sonra nereye istersen al götür. Dünyanın hâli acayiptir. Sonra kıza verdiğimiz terbiyeyi kabul ettiremezsek yazık etmiş oluruz.” dedi.

Biçare Rakım bu sözleri öyle edebî, uygun bir dil ve eda ile söyledi ki anlatmak istediği fikri Fedayi fazlasıyla anladı. Aradan yarım saat kadar zaman geçtikten sonra Canan da geldi. Beyi eve gelmiş bulunca huzuruna çıktı. Korkudan titriyordu. Rakım, sert bir söz söyleyecek olsa kıza âdeta bir fenalık geleceğini hâlinden anlamıştı.

“Gel bakalım Canan. Gel, korkma yavrum. İşte ben dadıma tembih ettim. Bundan sonra nereye gitmek isterseniz beraber gitmeye izinlisiniz fakat dadım olmayınca kapıdan dışarıya çıkmana bile rızam yoktur. Sen piyanoya mı heves ettin kuzum? Ben sana piyano alırım. Ben de buraya senin için bir öğretmen getirtebilirim.”

Zavallı kızcağız, efendisinin kendisini tekdir etmediğini ve piyano alacağını da vadettiğini görünce sevincinden efendisinin boynuna sarılacağı geldi. Bu inayete teşekkür edecek oldu ancak Türkçeyi henüz güzel konuşamadığı için söyleyeceği söz ağzında kaldı.

Bundan sonra Rakım kendisini, bir piyano ile piyano hocası bulmaya mecbur hissediyordu. Her akşam eve gelip de Canan’ın yüzünü görünce kızın çehresi sanki, “Hani ya vaadin?” diye sual ediyormuş zannederek mahcup oluyordu. O sıralarda fiyatı yirmi beş otuz lira olan bir piyano almaya durumu müsait değilse de bu uğurda bir borca girmeyi göze almak Rakım için işten bile değildi. Fakat asıl mesele hoca bulmaktaydı ki ayda dört beş lira ücret vermek Rakım için güçtü.

Bir gün Rakım, Beyoğlu’nda Mathev Angel adlı bir Fransız dostunun evindeydi. Salonda bulunan dört beş kadın piyano çalıyorlardı ki bunların arasında Mathev’in zevcesi ve kız kardeşi de vardı. Rakım’ı herkes sevdiği gibi o aile de severdi ve hepsi orada bulunmasından dolayı memnun olmuşlardı. Hatta Rakım’ın ricası üzerine esmer ve güzel bir madam piyanonun başına geçip, “O dökülen kumral saç” ile “Hüsnünde var iken” gibi birkaç alaturka hava da çalmıştı. Oradakiler bu havaların Rakım’ı memnun edeceğini düşünürken onun hüzünlendiğini görünce şaşırdılar. Öyle ki sebebini sormaya mecbur kaldılar. Rakım, “Aman, benim çocuk ruhlu olduğumu bilmez misiniz?” diye kendisini savunmak istediyse de kimisi bu durumu Rakım’ın bir aşk ateşiyle yandığına, kimisi de başka şeylere yorunca Rakım, “Hayır efendim, hayır! Gönlüm gerçi pek hassastır ancak henüz kimseye tutulmuş değildir. İşin içinde başka iş var. Bir cariyem vardır ki piyano çalmaya merak sarmış. Bir beyin evine gelen öğretmenden sair cariyelerle beraber ders almaya gidermiş. Henüz acemi, henüz hayata dair bir şey bildiği yok. Böyle bir kızı her yere göndermek bana göre uygun olmadığı için onu gitmekten menettim. Kendisine piyano alacağıma söz verdim ve aklıma yine o geldi de…” diye durumunu açıkladı. Derken sözü edilen esmer madam, söylediklerini tasdik ederek, “Evet efendim! Siz benim en iyi öğrencimi elimden aldınız. Ben öteki aşüftelere bir şey öğretemiyorum. Beş hafta oldu ki o kızı dersten menettiniz. Şimdiye kadar daha da ileriye giderdi.” diye hayıflanınca Rakım bu rastlantıya hayret ederek, “Demek oluyor ki öğretmeni sizdiniz madam.” dedi.

bannerbanner