Читать книгу Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş (Ахмет Мидхат) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş
Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş
Оценить:
Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş

4

Полная версия:

Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş

Osman Bey, Nergis’in konaktan çıkmasını ruhunun çıkması gibi bildiğinden hâlini tarife gerek yoktur. Mesut ise evladı, sevgilisi, gelini hasılı dünyada gönlünün bir eğlencesi bulunan Nergis’in sebepsiz konaktan çıkarılması üzerine hem kederli hem öfkeli idiyse de bunun için pek kolay bir tedbir bulabilmekten meyus olup gayesi Nergis’i kendi tarafından satın alarak bir yerde saklamayı ve gizlice Osman Bey’i dahi oraya götürüp şu üç sevgilinin bir araya gelmesiyle hissettiği lezzetlerden mahrum kalmamayı tasavvur ederdi.

Buraya kadar aldığımız malumata göre Mesut Ağa’nın, Nergis’e o kadar hışım ve şiddet göstermemesi lazımdır. Nergis’i kendisinin hem evladı hem sevdiği hem gelini, hasılı âlemde bir lezzet duymakta ise onun tek sebebi iken ne hikmete dayanarak dünyada Nergis yaşar ise kendi başı kesilecek ve Nergis yaşamaz ise yine kendisi dahi helak olacakmış. Nergis yaşamazsa kendi helakı, onun hakkında olan her türlü muhabbetinden ve Osman Bey’e olan duygularının şiddetinden kaynaklanabilir. Fakat kızın hayatının kendisinin ölüm sebebi olması neden lazım gelir?

Bu aralık biraz da Nergis’in hâlini bilmek lazım geliyor.

Biçare kızcağızın neye uğradığını bilmeyeceği açıkça malumunuz olan bir şeydir. Lakin neye uğradığını bilmeyen bir kimsenin neye uğradığını mutlaka anlamaya çalışması pek tabiidir. Nergis düşünmüş, taşınmış hatta Çeşm-i Afet’in rekabeti meselesini gözü önüne getirmiş idiyse de gerek bu imkânı gerek diğer hemen hatıra gelen her şeyi bir türlü teslim edemeyerek düşmanca şiddetini yalnız Mesut Ağa hakkında toplamıştı. Ne kadar düşündü taşındı, karar vermek istediyse de “O yezit Arap bana pek çok takılır idi. Sonra beni Osman Bey’in aşk kucağında görünce tahammül edip renk vermemeye pek çok çalıştı. Ama tahammül edemedi. Mutlaka kıskandığından bizi birbirimizden ayırmak için beni buraya attı!” düşünce ve kararı her şeye baskın çıkmıştı.

Nergis’te bu suizan varken Mesut Ağa tarafından satılmasına dahi imkân olmayacağı burada düşünülecek bir şeydir. Fakat bu düşünceye imkân kalmadı. Bir olay oldu ki Nergis, Mesut Ağa’nın ruhunun gıdası iken ve hatta hâlâ ruhu olmakla beraber azap sebebi olmaya dahi ramak kalmadı. Şöyle ki:

Nergis satılığa kaldırıldığı zaman esirci evinde yalnız bir gece misafir kaldıktan sonra kazaskerlerden bir zatın konağına müşteriye gönderilmişti. Orada ahlakı, terbiyesi, yiyip içmesi, hatta uykusu falanı tecrübe edilmek için birkaç gün kalacağı zaruridir.

Bu birkaç günden birisi içinde idi ki kendi oturdukları odanın üstünde bir patırtı, gürültü peyda oldu. Sanki insan boğuyorlar gibi bir hâl. Biri boğuk boğuk inler, ince ince ve fakat müthiş sesler çıkarır. Hâlbuki bu patırtı ile hiç kimsede telaş yok. Eğer zannolunduğu gibi bir adam boğuyorlarsa sanki ortaklaşa ve soğukkanlılıkla bir zevk almak için boğuyorlarmış gibi kimsede ne telaş var ne gevşeklik. Nergis böyle bir şeyi görmemiş olduğu için oradaki cariyelere sorar. Onlardan “Babalı Arap geldi.” cevabını alınca ömründe babalı Arap dahi görmemiş ve yalnız ismini işitmiş olduğundan merakı artar, haber aldığı cariyeden yukarıya gidip babalı Arap’ı seyretmek için fikrini sorar. Herhangi bir sakınca olmadığı ve yalnız oda içine girmeyip dış kapı perdesiyle iç oda perdesi arasından seyretmek lazım geleceği cevabını aldığı gibi koşarak gider, seyretmeye başlar.

Babalı Arap marsık gibi zebellayi bir şey. Beyaz elbise giyinmiş, başına dahi iyi saatte olsun Rüküş Hanım’ın pek sevdiği kırmızı renkli yemenilerle koca bir hotoz oturtmuş. Bağdaş kurma vaziyetiyle yere oturup ellerini dizlerine vurarak fır fır döner. Aralıkta bir boğuk boğuk sesler çıkarmakla beraber kâh bir edalı hanım vaziyetini gösterip Rüküş Hanım geldiğini kâh bir pir-i fâniyi taklit ederek başka bir peri tarafından büyülendiğini ima eder. Bu aralıklarda ise Kazasker Efendi’nin annesi makamında bulunan yetmiş beşlik bir dadısı ile eşi tarafından birçok sual sorulur. Arap dahi sorulan suallere cevap verir.

Nergis perde arasına girdiği zaman orada 45-50 yaşında ihtiyarca bir karı dahi Arap’ın hareketlerini seyrettiğinden Nergis de onun yanında bir yer bulup oturmuş ve en evvel Arap’a, Dadı Hanım tarafından geleceğe ait sorular sormasıyla Arap’ın dahi geleceğe ait cevaplar vermiş olduğunu işitmişti:

D: “Bizim efendi şeyhülislam olacak mı?”

A: “Olacak ama ne vakit bir büyük kargaşalık olursa.”

D: “O kargaşalıkta şeyhülislam olacak mı?”

A: “Huu!.. Daha çok adamlar büyük adamlar olacak.”

D: “Bu kargaşalık ne vakit olacak?”

A: “Pek yakın değil. Pek uzak değil.”

Arap ile bu şekilde cevaplaştıktan sonra Dadı Kalfa, hanımefendiye dönüp “İşte gördün mü? İş yine Molla Efendi’nin dediği gibidir, fitne çıkmayınca bizim efendi şeyhülislam olamayacakmış. Hemen Rabb’im sonunu hayır eyleye. Çünkü geçen günde Molla Efendi’nin düşmanları pek çok olduğunu iyi saatte olsun Rüküş Hanım söylemişti.” der ve hanım dahi “Ah a dadı, efendinin dost tanıdıkları düşman imiş de onun için pek üzülüyorum.” yollu karşılık verir.

Perde arkasından dinlemekte bulunan kocakarı bu sözleri o kadar cankulağıyla dinlerdi ki tarife sığmaz. Aralıkta bir kere çehresi kaçar. Kâh alaycılıkla tebessüm eder, hasılı o dakikada çehresinde başka bir alamet görülürdü. Yine bu aralık kim bilir Arap’ı hangi peri büyülemeye başladı? Arap o kadar tepindi, o kadar dövündü ki kendisini helak etmek derecesine vardı. Bir de bu aralık Arap’ın başındaki koca hotoz düşmesin mi? Hotozun çehresine verdiği başkalaşmalar yok olduktan sonra Nergis bu Arap’ın Mesut Ağa olduğunu anlamasın mı?..

Bir kere “Hay!” deyip kızcağız kendisinden geçercesine hayretini gösterdi. Odada bulunanlar perde arkasındaki “Hay!” sesi üzerine yine avcının tüfeği sesinden ürken vahşi hayvanlar gibi ürküp kapıya koştular. Ne baksınlar? Müşteriye gelen yeni cariye baygın gibi bir hâlde. Hele babalı Arap, Nergis’i görünce artık kudurdukça kudurdu, tepindikçe tepindi. Kızın üzerine hücumlar etmek ister idiyse de arkadaşı bulunan ve orada hazır olup tütsüye falan bakan diğer bir Arap menederdi. Nergis, gönül derdini anlatmaya cesaret alabilecek miydi, alamayacak mıydı bilemeyiz. Fakat büyük bir hayret içinde iken dudakları arasından “Bizim Mesut Ağa!..” kelimeleri fırlayıverdi! Bu söz üzerine babalı Arap’ın gazabı son derecenin de üstüne çıktı. Arap dünyayı altüst edecek ama ta Dadı Kalfa Efendi’ye varıncaya kadar Arap’ın önüne durup kimisi, “Bu peri bu kızdan hoşlanmadı, kudurdu.” diyerek kimisi ihtimal ki kızın dahi Babalı olduğunu düşünüp “Zahir bu gelen peri Mesut Ağa isminde bir peri olmalıdır. Şimdiye kadar geldiği yoktu, ama şiddetle geliyordu.” gibi mana vererek nasılsa Nergis’i aşağıya, halayık odasına aşırdılar.

Biçare Nergis neye uğradığını bilemeyen büyük bir hayretle halayık odasında otururken perde arkasında Arap’ı beraber seyrettikleri ihtiyar karı süklüm püklüm odadan içeriye girdi. Halayıklar “Buyurun hoca kadın.” diye karşıladılar. Hoca kadın doğruca Nergis’in yanına varıp “Kızım şayet korktunsa seni okuyayım.” dedi Nergis korkup korkmadığını bilmez. Daha hiçbir şey bilmez… Henüz on dördüne doğru ayak atmış bir çocuk. “Şayet korktum ise…” diye okunmaya rıza gösterince hoca kadın diğer cariyelere “Siz biraz dışarı çıkınız da ben bir nefes edeyim. Çünkü peri şerridir. Siz burada oldukça olmaz.” dedi. Halayıklar çıkıp hoca kadın ile Nergis yalnız kalınca nefes etmek için besmeleden evvel hoca kadın şu şekilde söze başladı:

H: “Sen o babalı Arap’ın kim olduğunu tanıdın mı?”

N: “Tanıdım ya! Bizim Mes…”

H: “Sus! Sesini çıkarma. O da seni tanıdı. Şimdi sen hemen buradan kaçmalısın.”

N: “Nereye gideyim ben?”

“Canını kurtarmak için nereye gidersen git. Çünkü bu Arap’ın elinden kurtulmak senin için mümkün değildir. Seni öldürür. Arap’ın kim olduğunu sen bilsen?”

“Bilirim ya! İşte…”

“Sus diyorum! Sana acıdığımdan söylüyorum. Bundan sonra senin için dünyada sağ gezmek mümkün değildir. Hemen kalk başını al da nereye gidersen git. Hem buraya geldiğin yere de gitme. Kimsenin bulamayacağı bir yere git.”

“Aman hoca nene ben nereye giderim!”

“Kız nereye gidersen git diyorum. Öleceksin. Al sana biraz para da vereyim. Şuradan Salacak İskelesi’ne inip kayığa bin, nereye gidersen git. Seni kim kabul etmez? Herkes eder. Zira bu Arap’ın elinden sağ kalamazsın.”

Hoca kadın, Nergis’e birkaç kuruş vererek kaçmak için zihnini epeyce kandırdı. Bunun üzerine hemen o gün Nergis dışarıya içeriye girip çıkarken bir eski ferace, bir kalın yaşmak yakalayıp harem tarafından sokağa açılan bir küçük kapıdan çıktı ve soluğunu Salacak İskelesi’nde aldı.

İhtiyar kayıkçının birisi insan uğramayan o iskelede müşteri çıkmasından ümitsiz olarak bekleyip dururdu. Nergis, “Baba beni götür.” deyince herif daha nereye, kaç paraya götüreceğini de sormaksızın kayığı yanaştırdı. O aralık Nergis’in aklına Tophane ve Karabaş geldi ki orada hemşehri birtakım Çerkezler bulacağından emindi. Kayıkçıya Tophane’yi işaret ederek çektirdi. Cami arkası iskelesine yanaşıp biçare kızcağız cellat elinden kurtulmuş mazlum gibi Karabaş’a can attı. Gideceği yeri bilmez ya? Murdar dereye doğru yürüdü gitti. Orada ak sakallı bir ihtiyar Çerkez’e rast gelip “Aman baba ben kaçağım, senin malın olayım. Ne olursam olayım. Beni sakla.” dedi.

İşte bu ihtiyar, Meddah İsmail’i gizlice alıp Nergis’in bulunduğu eve getirmiş olan ihtiyardır ki kendisi fakir bir tellal olmak münasebetiyle Nergis’ten korunma sözünü işitince mal bulmuş Mağribîye döndü. Derhâl alıp evine götürdü. Ve kimseye bu kızın hâlinden bir malumat vermeyip satılmak üzere bir konaktan çıkmış olduğunu, gerektikçe haber vermek tembihiyle kızı ihtiyar zevcesine teslim etti.

Nergis’in kaçışı ve Mesut Ağa’nın Nergis hakkında tabii olarak kalbî muhabbetinin devamıyla beraber maddi husumetinin sebebi hakkında ta Nergis’in yine Mesut Ağa tarafından satın alındığı zamana kadar bize daha ziyade tafsilat verecek hiçbir olay olmamıştır.

Mesut Ağa, esirci ihtiyardan Nergis’i satın alıp da Karabaş’a giderek kabul edip teslim aldığı zaman biçare kızcağız müşteriye satılmak değil âdeta cellat eline teslim edilmiş demekti. Bir aralık Nergis olanca feryadıyla etraftan yardım istemek tedbirini kurdu. Fakat Mesut Ağa cübbesi altında bir hançer ucu gösterip “Nergis, zerre kadar muhalefet edecek olursan vallahi o anda canını alırım, ses çıkarmazsan canına kastım yoktur, ihtimal ki seni Osman Bey’e de kavuştururum.” demiş olduğundan biçare kız sesini çıkaramadı. Fakat şunu da bilmeli ki bu hâl Nergis ile Mesut Ağa’nın yüz yüze bulundukları bir an içinde gerçekleştiği cihetle Çerkez esirci hiç farkına varmamıştır.

Nergis orada Arap’a hiç ses çıkarmadı dedik. Çıkarmadı. Hatta daha evvelce dahi demiş olduğumuz üzere ta Hayırsız Ada’ya varıncaya kadar da ses çıkarmadı. Lakin adaya çıkıp da Mesut Ağa kendisini adanın içeri taraflarına sevk etmek istediği zaman sesini çıkarmıştı.

Ne demişti? “Aman ayaklarını öpeyim canıma kıyma!” demişti.

İşte bizim bildiğimiz hâl bundan ibarettir. Ondan sonra Arap kızı nereye götürdü, ne yaptı ve bu kadar şiddeti ne mecburiyet üzerine etti? Öyle Arap karısı kıyafetine girip de hadımlara mahsus olan tüysüzlükten ve ince sesten istifade ederek babalı Arap tavrında bir kadıaskerin konağına gitmekten ve orada devlet meselelerinin en mühim tarafları üzerine gelecekte olacakları keşfetmeye çalışmadan emeli nedir? Buralara dair henüz malumatımız yoktur.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

1801 senesine doğru İstanbul’un hâli bütün bütün başkalaşmıştı. Askerî düzenlemeler ve yeni ıslahatlara husumet nazarıyla bakan fırka erbabı şiddetlerini artırdıkça artırıp bunların mukabili bulunan taraf dahi ıslahat namına sefahatlerini bir dereceye ulaştırmışlardı ki zamanın dur-endişleri2 akıbetin vahametinden pek ziyade korkar idiler. Merhum Asım’ın tarihi okunursa o zamanların hâline dair ayrıntılı ve açık malumat alınabilir.

Biz burada her türlü ayrıntıdan kaçınmakla beraber yine şu kadarcık olsun diyelim ki halkın fikrî galeyanı en yüksek derecesinde olmakla beraber efkârıumumiyenin cereyanı için bir çığır açmak üzere ortada gazeteler dahi bulunmadığından herkes kendi aklının erdiği hezeyanı söyler ve hatta yapılanların gerek lehinde ve gerek aleyhinde bulunan fırkalar erbabı bile fikirce birlik içinde olmayıp birbiriyle açtıkları mücadelelerde aynı fikirde ve aynı meslekte olan arkadaşları birbirinin kanına girecek derecelere gelirdi.

Halkın işlerindeki kargaşalık kendi ellerine bırakılmış bulunan zevatın her biri yalnız kendi çıkarlarından başka hiçbir şeyi düşünmeyip görünüşte birbiriyle dost ve müttefik geçinen yüksek zevat bile pes perdeden birbirini uçuruma düşürmeye çalışıyordu. Ancak böyle birbirini kaydırmak mecburiyeti menfaat temininden ziyade mazarratı defetmek maksadıyla gerçekleşirdi. Çünkü hiç kimsenin kimseden emniyeti kalmamış ve baba ile oğul arasında bile emniyetsizlik almış başını gitmişti.

Her taraf casus, her köşe bucak bile fitne ve fesatla dolu idi. Haremlerde kadınların ağızlardan malumat almak için yine kadın casuslar gezip hatta bazı ak ağalar, köse herifler filanlar kocakarı kıyafetinde haremleri dolaşıp kadınlardan işittikleri ehemmiyetli sözleri ganimet gibi yakalarlardı.

Bir aralık “Filan efendiye hakaret etti.” diye bazı adamların boynunu vurmak veyahut “Ağızdan küfür kelime çıktı.” diye asmak dahi revaç buldu. Hâlbuki hakikatte öldürme ve idam sebebi olan şey ne hakaret idi ne de küfür kelime. Filan efendi Zeyd’in kendi hakkında falan yere havadis götürmüş olduğunu haber alarak sadece şu casusluktan öç almak için Zeyd’in katline kadar yürürdü.

İşte âlemin hâlleri gayet tehlike içinde bulunduğu şu sıralarda bir gün bizim Hadım Mesut Ağa kendi evinde köşe minderi üzerine çıkıp iki tarafında bulunan yastıklara iki dirseğini dayamış ve çenesini dahi avuçları içine alıp kim bilir ne gibi bir düşünce ile o kadar dalmıştı ki başının ağırlığı yalnız kolları üzerine binerek eğer vücudunda denge olmasa oturmaya dahi muktedir olamayıp yıkılıverecek kadar kendisinden geçmişti.

Bu anda Mesut Ağa’nın yüreğinden geçen şeyleri kim bilir? Meğer her sırra ve gize vâkıf olan Cenabıhak!

Derken oturduğu odanın kapısı açılıp Osman Bey içeriye girdi. Mesut Ağa bu ziyaretten o kadar rahatsız oldu ki âlemde Osman Bey’den başka her kim odasına girmiş olsa derhâl defedeceği şüphesizdi.

Lakin Osman Bey, Mesut’un âdeta göz nuru idi. Hiçbir şey için hatırını kırmayı uygun göremediğinden mecburi kalkıp karşıladı ise de yerinden kalkması ve beye yönelmesi canlı bir adamın hareketlerine benzemeyip güya bir ruhsuz kalıp bazı makineler vasıtasıyla hareket eder gibi hareket ederdi.

Osman Bey’in zekâsına söz istemez. Arap’ın hâlini görünce kendisini rahatsız edecek zaman olmadığını iyice anlamış ise de rahatsız etmemek dahi elinde olmadığından şu şekilde meramını anlatmaya başladı:

O: “Lala! Bugün hâlini başka görüyorum.”

M: “Pek başkadır beyim. Yani nefes alacak vaktim yok.”

“Sebep?”

“Ben de bilmem.”

“Hasta mısın?”

“Evet keyfim de yerinde değil. Fakat üstümde bir fenalık var. İçim içime sığmıyor.”

“Bir şeye mi kızdın? Birisine mi gücendin?”

“Beyim. Öyle bir şey yok. Büyülü adamlar gibi bir şey oldum.”

(biraz düşündükten sonra) “İşte bu da benim talihsizliğimdendir.”

“Niçin?”

“Çünkü şimdi senin yanında dert edecek vakit değil. Fakat ne yapayım lalacığım deli olacağım. Ya çıldıracağım ya öleceğim!”

“Yine Nergis belası mı?”

Mesut Ağa şu sözü söylerken karanlığı artıran çehresinden biçare Osman Bey’e ümit verecek bir parıltı görünmediği için Osman Bey aralıkta bir düştüğü ümitsizlik okyanusunun ta dibine kadar bir daha dalıp gözlerinin küçük sadefinden inci tanesi gibi yaşlar akıtarak yakarmaya başladı.

“Aman lalacığım! Arzındayım! Kölen olayım. Nergis olmadıktan sonra vallahi iflah olmayacağım.”

Mesut: “A beyim ben ne yapabilirim? İşte elimden geleni yapmaya hazırım. Sana Nergis’ten güzel on cariye bulayım. Sana bir konak alıp hepsini içine koyayım. Efendi baban bir şey demez.”

“Hayır lalacığım bana Nergis’i ver Nergis’i!”

“İşte o bende yok.”

“Sende var sende. Sendedir benim kıymetli Nergis’im. Ben haber aldım. Sen onu Tophane’de bir yerden satın almışsın. Kayığa bindirip bir yere götürmüşsün ama nereye götürdün bilmiyorum. Beni böyle ağlatma lalacığım Allah aşkına söyle nereye götürdün benim Nergis’imi?”

Çocuğun gösterdiği yanıp yakılmaya ve gözlerinden akıttığı yaşlara lala bir türlü tahammül edemeyerek ağlamaya başlayıp:

“Sana bir şey söyleyeyim mi beyim? Ben Nergis’i öldürdüm.”

“Hayır hayır! Sen Nergis’i öldürmezsin. Onu da benim kadar seversin. Bu sözüne mümkün değil inanmam. Sen bunu bana kaç defadır söylüyorsun. Fakat inanmam vallahi canıma kıyarım. Nergis’i isterim!”

“Ama inan ki öldürdüm. Ben sana geçenlerde ‘Sebebini Çeşm-i Afet’ten sor.’ demedim miydi?”

“Sordum. O yezit kahpe halt ediyor, hiç Nergis’im bana kıyar mı?”

“Kıyar beyim kıyar.”

“Kıysın. Bana kıyan Nergis olsun. Ben onun elinde ölmeye razıyım. İsterim Nergis’i!”

“Ahirette a beyim, niçin böyle ediyorsun ya? Ben onu tekrar diriltemem.”

“Hayır lalacığım Nergis vallahi sağdır, billahi sağdır. Şu zavallı sana ne yaptı, ben sana ne yaptım? Bir kabahatimiz varsa bizi döv, terbiye et, mutlaka isterim Nergis’i. Vallahi billahi işte sana yemin. Veremeyecek olursan canıma kıyarım.”

Çocuğun bu kadar yanıp yakılması üzerine Arap’ın yüreği parça parça olduğuna hiç şüphe etmemeli. Şunu da bilmeli ki Osman Bey’in bu hâli yalnız bir güne, bir vakaya mahsus olmayıp Nergis kaçalı üç ayı geçmiş olduğu hâlde, her gün böyle inleme ve figan içinde kaldığı gibi özellikle Meddah İsmail’in verdiği haber üzerine kendisine Selim vasıtasıyla ulaşalı iki ay kadar olduğu hâlde, bu iki ay içinde Mesut Ağa’nın yanına gelip ağlamadığı ve Nergis’in ortaya çıkarılması için yürekler yaralayacak şekilde yakarmadığı gün olmamıştır.

Mesut Ağa, Nergis’in kendisine karşı kötü niyet beslediğini ve hatta inanmazsa Çeşm-i Afet’e sormasını kaç defalar söylemiş ve Osman Bey dahi Çeşm-i Afet’e sorup tasdik cevabı almış idiyse de Nergis gibi kendisinin üzerine canı titreyen bir kızın canına kastetmeyeceğini pek iyi bildiğinden bir türlü inanmamış ve Mesut Ağa “Ben onu öldürdüm!” dediği zaman dahi Mesut’un Nergis’i ne kadar sevdiğini bildiği cihetle ona da inanmamakta kendisini mecbur görmüştür.

Mesut Ağa şu zikrettiğimiz hâlleri nazarıdikkate alıp gözlerini köşe penceresine doğru dikerek bir hayli düşündükten ve kim bilir yüreğinden neler geçirdikten sonra Osman Bey’e dönerek:

M: “Seni ne kadar sevdiğimi bilir misin beyim?”

O: “Ben seni ve Nergis’i ne kadar seversem.”

“Hayır senin Nergis’i sevdiğin kadar değil. Çünkü senin Nergis’e olan muhabbetin hırstan, şehvetten kaynaklanma bir şeydir. Henüz çocuksun da dünyada Nergis’ten başka kız olamaz zannederek öyle seviyorsun.”

“Ah lalacığım!”

“Hayır deme. Ben seni babanın sevdiğinden ziyade severim. Evladım olsan belki bu kadar sevmezdim.”

“Allah’a emanet ol lalacığım.”

“Allah’a sen de emanet ol. Bak beyim! Senin için her fedakârlığı göze aldırabilirim. Yalnız ölmeyi göze aldıramam. Çünkü edeceğim fedakârlıklar senin muhabbetin ile mütelezziz olmak içindir. Öldükten sonra sana olan muhabbetimden ne lezzet alabilirim ki…”

“Niçin ölesin lalacığım. Beraber yaşayalım.”

“Öyle ise şu Nergis’ten yüreğini soğut.”

“İşte yalnız bu mümkün değil. Sana dedim ya! Vallahi canıma kıydığım gündür. Aşk bu lalacığım, benim elimde mi?”

“Güzel ama beyim Nergis bu dünyada değildir, vallahi değildir, billahi değildir.”

“Sen bu kızı öldürmedin lala. Beni öldürebilirsen Nergis’i de öldürebilirsin.”

“Evet! Ben o kızı öldürmedim. Fakat diyorum ya! O da bu dünyada değildir. Sağdır. Ahiret gibi bir yerdedir.”

Arap’tan bu sözü işitince Osman Bey güya Nergis’i almış da kendi koynuna koymuş kadar sevinip çılgın gibi bir tavırla Arap’ın boğazına sarılıp:

“Ah lalacığım! Aman! Ocağına düştüm, merhamet et! Nergis’i gönderdiğin ahiret neresi ise beni de oraya gönder.”

“Sen söylediğim sözü latife mi sanıyorsun? Ben Nergis’i ahirete gönderdim, ahirete beyim ahirete. Orada güneş doğmaz, ay doğmaz. Gökyüzü yoktur, yıldızlar görünmez. Bağ, bahçe, seyr-i seyran yoktur. Işık bile yoktur. O ahiret o kadar korkunç bir ahirettir ki insan kendisinden başka vücut, yüreğinin çarpıntısından başka hareket, ciğerinden çıkan ah, canevinden başka ses seda duymaz.”

“Razıyım lalacığım razıyım.”

“Orada bir ana yoktur ki insanı bağrına bassın. Bir baba yoktur ki şefkat nazarını senden ayırmayarak nereye gidersen arkandan gezdirsin. Orası ahirettir dedim beyim ahirettir.”

“Lala! Ahiret değil hatta ahiretteki gayya kuyusu olsa yine beni oraya göndereceksin. Çünkü ben oraya gitmezsem gerçekten ahirete gideceğimi pekâlâ bilmekteyim.”

Osman Bey ile Mesut Ağa’nın konuşması bir dereceye vardı ki bir adam orada bulunsa Osman Bey’den ziyade Mesut’un hâline acırdı. Zira Mesut’un Osman Bey’e bakışları aynıyla bir şefkatli babanın gerçekten ahirete gitmek üzere bulunan oğluna bakışı gibi bir bakış olup çocuk ise aşk gayretiyle gönülden ölmeye hazırlanmıştı.

Lala, “Oraya gidersen bir daha bu dünyaya gelemezsin.” dedi. Osman Bey, “Nergis bu dünyada olmadıktan sonra bu dünya varsın viran kalsın.” cevabını verdi. Lala, “Anandan babandan sonsuza kadar ayrılacaksın.” dedi. Osman Bey, “Benim âlemde varım yoğum, hatta âlem bile Nergis’tir. O nerede ise benim de orada bulunmam en büyük saadet içinde bulunmaktır.” diye karşılık verdi. Nihayet olmadı. Çocuğu dahi ahirete Nergis’in yanına göndermekten başka Mesut için çare kalmadı. Zira bu hâl o şekilde devam edecek olursa Osman Bey’in ölmesi kesindi. Bu ise kendi ölümü kadar kendisi için acı idi.

Kısacası Mesut Ağa çocuğu ahirete göndereceğini vadederek fakat bu şey hakkında kimseye bir söz söylemeyeceğine dair yemin ettirdi ve akşam saat dört buçuk beşte konaktan hiç kimseye görünmeyerek çıkıp kendi evine gelmesi tembihi ile çocuğu memnun ve sevinçli bir şekilde konağa gönderdi.

Şimdi okurlardan merhameti galip olanlar der ki çocuk konağa gittiği zaman kim bilir anasına babasına ne nazarla bakardı. Elbette ebedî vedayı ima eder bir nazarla bakardı. Heyhat! Osman gözüne dünya görünmüyor ki bu taraflara fikrini versin? Aşk bu! İnsanın yüreğini nasıl cayır cayır yakar! İhtimal ki zavallı çocuk anasına babasına düşman nazarıyla bile bakmaktadır.

İşte böyle bir nazar ve hâl ile yatsıdan sonra halkın yatmasına kadar sabredip sonra ihtiyaten yanına yalnız bir süslü hançer alarak lalasının evine can attı. İşte Üsküdar için Osman Bey’in kaybolduğu saat o saat oldu.

Ertesi sabah Osman beybabasının konağında görülmediği gibi lalasının evinde de bulunmayınca anasının babasının telaşları kâfi idi. Akşam olup da çocuk konağa yine gelmeyince ve ertesi gün dahi izi belli olmayınca telaş ve heyecan arttıkça artıp her tarafta tellallar bağırtılarak yine bir ipucu alınmadıktan ve özellikle Mesut Ağa tarafından yapılan inceden inceye araştırmalar üzerine Osman Bey, falan sabah erkenden iskele kahvesi önlerinde görülmüş ve o gün akşamüzeri Kız Kulesi akıntılarında bir insan leşi balıkçılar tarafından görülmüş olduğu anlaşılıp çocuğun kendisini denize attığına hüküm verildikten sonra artık konak içinde bir vaveyladır koptu. Annesi ile babasının feryadı ve figanları ayyuka çıktı. Konak içinde karalar giyilip haftalarca yas, matem tutuldu. Lakin ne fayda? Her yerde böyle yaslar, matemler tutulur ama biraz vakit sonra meyuslar teselli bulmaya, yavaş yavaş gönül ızdırabı dahi geçmeye başlar, derken yine eğlence demleri gelir. Müteveffayı yalnız geceleri -o da hatırlarına gelirse- anmaya başlarlar.

Osman Bey’in kayboluşu üzerine uzun kulaktan iki malumat aldık ki bir dereceye kadar dikkate değerdir. Birisi şu ki:

Osman Bey baba evinden kaybolduktan beş gün sonra bir sabah erkenden Üsküdar Mezarlığı yanında bir ihtiyar Arap karısı ile yanında bir genç kız görülmüş. Oradan geçen iki yeniçeri, genç kıza sataşmak istemişler. Arap kendilerine ilişilmemesini bunlardan ne kadar rica etmiş ise de fayda vermemiş. Kız dahi bir hayli ricada bulunmuş. Yine fayda vermeyince Arap, “Sizi gidi çapkınlar! Ben bir babalı Arap’ım. Size ettiğim rica makbule geçmez ise ikinizin de kanını içebilirim!” diye belinden uzun bir kama çıkarıp yeniçeriler üzerine saldırmış ve yeniçeriler hamamcı olup hamama gitmek üzere bulundukları ve üzerlerinde silah bulunmadığı cihetle kaçmaya mecbur olmuş. Tuhafı şurası ki Arap kamayı çektiği zaman genç kız dahi feracesi altından bir hançer çıkarıp cenge hazırlanmış. Ne ise yeniçerilerin ellerinden kurtularak Selimiye’ye doğru gitmişler.

Yeniçeriler bu vakayı Toptaşı Hamamı’nda anlatmışlar imiş. Vakanın diğeri ise pek gizli olup onu biz nasılsa keşif yollu öğrenebildik. Şöyle ki:

Kuzguncuk tarafında bulunan bir bağ içinde bahçıvanlık eder bir Tüysüz Mehmet vardı. Pek de layıkıyla malum değil ama bu bağ, Mesut Ağa’nın malıdır. Tüysüz Mehmet ne olduğu belirsiz bir adamdır, ancak bir rivayete göre Tüysüz Mehmet, Mısır’da kölemen beylerinden birisinin ak ağası iken meğer iktidarsız olmayıp yalnız tüysüz olduğu sonradan bir cariye ile geçen maceradan anlaşılmış olmasıyla Tüysüz güç bela ile başını kurtarıp İstanbul’a can atabildi.

bannerbanner