Читать книгу Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt (Ahmet Cevdet Paşa) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt
Оценить:
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt

5

Полная версия:

Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt

Seffah’a biatten evvel, daha önce açıklandığı üzere Ebu Seleme tarafından gönderilen Hasan İbni Kahtabe, Vâsıt’ta İbni Hübeyre’yi muhasara etmişti. İbni Hübeyre, on bir ay dayandı. Mervan’ın katledildiğini haber alınca halkı Hz. Hasan evladından daha önce adı geçen, Muhammed Mehdi’ye davet etmek istedi ve kendisine mektup yazdı. Fakat cevabı gecikince İbni Hübeyre teslime mecbur oldu ve gelip Seffah ile görüştü. Önce Seffah ona iltifat etti. Fakat sonra İbni Hübeyre de diğer Emevi emirleri gibi idam edilmiştir. Seffah, yukarıda olduğu gibi hilafet tahtına geçişinden sonra Horasan ve Taberistan’ı ve bağlısı olan Deylem ile Cibâl mıntıkalarını, Ebu Müslim’e verdiği sırada Fars bölgesini de amcası İsa bin Ali’ye verdi. Divan-ı haraç üzerine, yani maliye bakanlığına da Halid İbni Bermek’i memur etti.

Bermek, Belh’te Nevbehar adlı ateşgede hizmette bulunarak kavmi arasında pek muteber bir adammış. Oğlu Halid, İslam ile müşerref olmuş ve Ebu Müslim tarafından pek mühim işlerde istihdam edilmişti. Hatta Ebu Müslim, Kahtabe’yi İbni Hübeyre üzerine sevk ettiğinde Halid de onunla beraber olup, orduda isabetli görüş ve tedbirinden istifade edilmişti. Sonra vezir oldu ve sonra evlat ve torunları da Abbasi Devleti’nde en üst rütbe ve makamları elde ettiler.

İşte bunlara Bermekiler denilir. Seffah’ın amcası İsa bin Ali, emir olarak Fars’a gitmiş ise de Ebu Müslim, bütün doğu beldelerini benimsemiş olduğundan özel talimatla göndermiş olduğu Muhammed bin El-Eş’as daha evvel Fars’a varmış ve İsa’yı savıp göndermiştir.

Seffah, şurada burada zuhur eden asi ve Haricileri kahredip dağıttı. Vâsıt’ı da fethettikten sonra Şam ve Irak’ta kendisine karşı gelen, sıkıntı veren kalmamışsa da mülk ve saltanatında tamamıyla müstakil değil idi. Zira Ebu Müslim ile haberleşip müşaveret etmedikçe bir mühim işi kestiremezdi. Horasan nakiplerinden olup, Seffah’ın veziri bulunan Ebu Cehm İbni Atıyye, Ebu Müslim tarafından görevlendirilen bir casus idi. Seffah’ın yanında bulunan askerlerin çoğu ve kumandanları dahi Ebu Müslim’e Seffah’tan ziyade muhlis ve sadıktılar.

Bir de Ebu Müslim’in babası olan Selit’in annesi, Abdullah bin Abbas (r.a.) Hazretleri’nin cariyesi olduğu hâlde Selit’i doğurmuş ve Abdullah ona zina cezası uygulamış, Selit’i köle olarak kullanmış iken Selit’in, bir aralık Abdullah’ın sülbünden doğmuş olduğunu iddia ile Ali bin Abdullah’a çok eziyet etmiş olduğu tarih kitaplarında yazılıdır. Mademki vaktiyle Selit öyle bir dava söylemiş, oğlu Ebu Müslim’in de Abbasoğullarından olmak iddiasıyla hilafet davasına kalkışmasından korkulmaz değildi. Kısacası Abbasoğulları, Ebu Müslim’e dair şüphe içindeydiler. Hatta Seffah’ın kardeşi Mansur, bir aralık Müslim’in öldürülmesini teklif etmişken Seffah kendi devletinin kurulmasına sebep olan bir kahramanın idamı derecesine kadar gidememişti. Seffah’ın Kûfelilere güveni olmadığından, bir müddet Kûfe’de ikametten sonra Hire’ye naklolundu. Daha sonra yüz otuz dört yılı zilhiccesinde Enbar’a naklolunarak orada ikamet eder oldu.

Yüz otuz beş yılında Ziyad İbni Salih Maveraünnehir’de isyan etti. Ebu Müslim askerle Merv’den çıkıp onun üzerine hareket ederek Âmil beldesine vardı. Suba İbni Numanil-Ezdî de beraberinde idi ki Seffah onu Ziyad’a göndermiş ve bir fırsat bulup da Ebu Müslim’i öldürmesini emretmişti. Ebu Müslim bunu anlayınca Suba’yı Âmil’de hapsetti ve kendisi Salih’in üzerine gitti. Hâlbuki Ziyad’ın maiyetindeki askerler isyan ile dağılmış olduklarından, Ziyad bir köy muhtarının evine kaçmış, muhtar da onu öldürerek kesik başını Ebu Müslim’e getirmiştir. Bu suretle Maveraünnehir sıkıntısı bertaraf edilmiş oldu. Fakat Seffah ile Ebu Müslim arasındaki emniyetsizlik daha da arttı.

Yüz otuz altı yılında Seffah, kardeşi Mansur’u Hicaz emiri olarak tayin etti. Ebu Müslim de bu yıl Seffah’tan izin alarak Hicaz tarafına gidip Mansur ile birlikte hac etti. Ebu Müslim, insanlara çok bahşişler verir, yollarda kuyular kazdırır ve birçok hayrat yaptırırdı. Onun gösteriş ve kudreti yanında Mansur pek küçük görünürdü. Bu da kendisine zor gelirdi.

Seffah ise zilhiccenin on üçüncü günü yaklaşık otuz yaşında iken vefat etti. Kendisinden sonra kardeşi Ebu Cafer-i Mansur bin Muhammed ve ondan sonra kardeşinin oğlu İsa bin Musa bin Muhammed halife olmak üzere hayatta iken onları veliaht tayin etti, sözleşmeyi yazıp mühürleyerek İsa’ya vermiş idi. Vefatında İsa, Mansur adına insanlardan biat aldı ve durumu Mansur’a yazdı. Mansur ise hacdan dönmüş olduğundan İsa’nın isteği yolda kendisine ulaştı. Ebu Müslim ile diğer halk da ona biat ettiler.

Tamamlayıcı olarak açıklandığı üzere Abbasoğulları, Nefs-i Zekiyye’den, yani Muhammed Mehdi İbni Abdullah’tan şüpheleniyorlardı. O da onlardan ürkmüş idi. Bu defa hac mevsiminde Beni Haşim gelip Mansur ile görüşmüş olduğu hâlde Muhammed Mehdi ile kardeşi İbrahim İbni Abdullah onun yanına uğramadılar. Mansur, bundan şüphelenerek Beni Haşim’e birer birer durumun esasını anlamak için sordu, çoğunluğu, “Nefs-i Zekiyye, nasılsa sizden ürkmüş ve can korkusu ile kaçmış, ondan size bir zarar gelmez.” gibi sözlerle özür beyan eylemişler. Fakat Hasan İbni Ali evladından Hasan İbni Zeyd İbni Hasan İbni Ali, Mansur’a, “Nefs-i Zekiyye’den emin değilim, fırsat bulunca senin üzerine kalkar.” demiş. Mansur da ondan sonra Muhammed Mehdi ile kardeşi İbrahim’i yoklama ve gözetlemekten geri kalmamıştır. Hâlbuki bu defa hilafetin kendisine verilmesiyle onları unutturacak büyük bir sıkıntıya rast gelmiştir.

Şöyle ki Abdullah İbni Ali, bu yıl mükemmel bir ordu ile Bizans şehirlerine gaza edip elinde büyük kuvvet bulunduğundan hilafet davasına kalkışması akla geliyordu. Bundan dolayı Mansur, endişe ve telaş içinde idi. Durumu Ebu Müslim’e açtığında, Ebu Müslim, “Ben ona kâfiyim. Onun maiyetindeki askerin çoğu Horasan halkındandır. Onlar bana ondan daha ziyade sadıktırlar.” diyerek Mansur’a teselli verdi. Ebu Müslim’in biati Mansur’a büyük bir kuvvet olduğu hâlde bu şekilde yardım edeceği vaadini almakla müteselli olarak Ebu Müslim ile beraber Kûfe’ye geldi. Minbere çıktı, vaziyete uygun bir hutbe okudu. Ondan sonra Enbar’a gitti ve Seffah’ın hazinelerini teslim aldı.

Amcası Abdullah İbni Ali ise Seffah’ın vefatıyla Mansur’a biat olunduğunu haber aldığı gibi hilafet hakkının kendisinde olduğu iddiasıyla ortaya çıkıp ordusuyla Harran’a ve onradan Nusaybin’e gitti, etrafına hendek çevirdi. Ebu Müslim de onun üzerine hareket etti. Abdullah’ın süvarisi daha çok ve ordusu silah ve diğer bakımlardan daha mükemmel olduğundan Ebu Müslim, bazı harp hilelerine teşebbüs ederek Abdullah’ın maiyetindeki reislerden bazılarını celbetti. Aralarında pek çok harp olayları geçti. Nihayet yüz otuz yedi yılının cemaziyelahirinin ortalarında, Abdullah bin Ali bozguna uğrayıp Basra’ya kaçarak orada saklandı ise de sonradan Mansur onu ele geçirip hapsetmiştir.

Abdullah bin Ali ordusunda bulunan bütün mallar Ebu Müslim’in eline geçince Mansur onları deftere kaydetmek üzere Ebu Müslim’in yanına özel haberci gönderdi. Ebu Müslim hiddetlenerek ve “Bize can için emniyet olunuyor da mal için emniyet olunmuyor mu?” diyerek Mansur’a sövdü ve az kaldı haberciyi öldürüyordu. Mansur’un zaten Ebu Müslim’e güvencesi olmadığı hâlde bu tavrından müteessir ve endişeye düşmüş olarak hemen Mısır ve Şam eyaletlerini Ebu Müslim’e vererek, Hilafet merkezine yakın olmak üzere Şam’da ikamet et, Mısır’a dilediğini gönder, diye emirname yazdı. Ebu Müslim ise emniyeti kalmamış olduğu hâlde, Halife bize Mısır ve Şam’ı vermiş, Horasan da bizim ya! diyerek Horasan’a gitmek üzere El-Cezire’den hareket etti. Mansur, bundan haberdar olunca ürktü ve hemen Enbar’dan Medayin’e gitti. Ebu Müslim’i oraya çağırdı, o da çekindi. Mansur, Beni Haşim’in ihtiyarlarından bazı itibarlı zatları göndererek Ebu Müslim’i ikna etti. Bu cihetle Ebu Müslim, ordusunu Hulvan’da bırakıp üç bin askerle Medayin’e geldi. Mansur’un huzuruna girdi. Tatlı tatlı sohbet ettiler. Ertesi gün Ebu Müslim yine hilafet makamına vardığında, Mansur’un gizlemiş olduğu cellatlar aniden çıkıp Ebu Müslim’i öldürdüler. İşte bu suretle Mansur hilafet işinde istiklal bulmuştu. Fakat yukarıda işaret olunduğu üzere Abdurrahman-ı Emevi, Endülüs’te bir müstakil devlet teşkil edince Endülüs, Abbasoğullarının hükmünün dışında kalmıştır.

Rum Kayseri Konstantin, İslam milletinin perişanlığını fırsat bilerek yüz otuz sekiz senesinde büyük bir ordu ile İslam memleketlerine tecavüz ederek zorla Malatya’yı istila ve tahrip etmişse de sonra Mansur, kâfi miktarda asker göndererek Malatya’yı geri almış ve imar etmiştir. Horasan ahalisinden ve Ebu Müslim’in dostlarından, Kûfe’de bulanan ve tenasühe, yani ruhun bir cisimden ayrılır ayrılmaz diğer bir cisme gireceğine inanan kimselerden olup Râvendiye denilen fırka-i dâlleden (doğru yolu şaşırmış fırka) iki yüz kadarını Halife Mansur, yüz kırk bir yılında hapsedince diğerleri öfkelenerek toplanıp hapishanedeki arkadaşlarını salıverdiler. Mansur o zaman Haşimi Mahallesi’ndeki hilafet sarayında bulununca onun üzerine hücum ettiler. O da onları öldürdü. Kûfe ahalisi, Hazreti Ali sülalesi taraflısı olup, Mansur’un askerini inanç yönüyle bozduklarından zaten Mansur onlardan emin olmadığı hâlde bu olay üzerine tamamen Kûfe’den nefret ederek, merkezini başka bir yere nakletme fikrine düşmüştür.

Ebu Müslim’in katlinden sonra onun iyiliğini görmüş olanların, defalarca Horasan’da yaptıkları fitne ve başkaldırıları da Mansur bertaraf etmişti. Yüz kırk bir yılında Horasan valisi isyan edince Mansur çok sayıda asker ile oğlu Mehdi’yi gönderip isyanı bastırmıştır. Horasan valiliğini oğlu Mehdi’ye vererek doğu yönünden gönlü rahat olmuştur. Fakat Mansur’un en büyük endişesi, yukarıda olduğu gibi kendisinden çekinerek saklanmak üzere bulunan Muhammed İbni Mehdi İbni Abdullah ile kardeşi İbrahim İbni Abdullah olup, hilafet makamına geçtiği günden beri onları araştırmakta ve takip etmekteydi.

Yüz kırk yılının hac mevsiminde Mansur hac için Mekke’ye gittiğinde, Ebu Talib’in evladı için pek çok hediye dağıtmış olduğu hâlde Muhammed Mehdi ile İbrahim meydana çıkmadıklarından Mansur daha çok merak ederek babaları Abdullah İbni Hasan Müsenna’yı oğullarını ele vermek için sıkıştırdıysa da Abdullah gizleyip söylememe hususunda direndi. Mansur da onların arkalarına hafiye memurları düşürdü. Muhammed Mehdi de bundan haberdar olup ürkerek, kardeşiyle beraber Yemen tarafından savuşmuş, Aden’e ve oradan Sind’e (Batı Hindistan’da bir yer) gitmiş ve ondan sonra Irak’a ve ardından Medine’ye geçmişti. Sonra Muhammed Mehdi, Yenbu nahiyesine gelip bir müddet Cüheyne Dağı’nda bir mağarada arkadaşlarıyla birlikte saklandı ve ibadet ile meşgul oldu. Mansur, ondan haber alıp Cüheyne’ye gizli haberci gönderdi. Fakat Mansur’un hizmetinde bulunan bir Alevi de o tarafa gizli haber uçurunca Muhammed Mehdi, oradan kaçarak Medine’de gizlendi. Alevi taraftarları, onu imam kabul ettiklerinden, maddi ve manevi yönden kendisine yardım edenleri çoktu. Bundan dolayı Muhammed ve kardeşi böyle yer yer dolaşırlar ve hac mevsiminde çöl Arapları içine karışıp hac ederler ve ara sıra babaları ve çoluk çocuklarıyla görüşürlerdi. Hatta İbrahim’in zevcesi Rukiyye bu suretle hamile kalıp bir çocuk doğurmuştu. Mansur da bundan haberdar olarak fevkalade hiddetlenmişti. Çünkü Rukiyye’nin babası, Osman Zi’n-Nureyn (r.a.), torunlarından Muhammed İbni Abdullah İbni Ömer İbni Osman idi ki gayet güzel bir zat olup Dîbac diye tanınmıştı. Abdullah İbni Hasan Müsenna’nın ana tarafından kardeşi idi. İkisinin de validesi Fatıma binti Huseyn İbni Ali (r.a.) idi. Bu nedenle Resulullah’ın (s.a.v.) çocuklarına yakınlığı olduğundan Emevi Devleti devrinde onları himaye ederdi.

Abbasi Devleti devrinde Beni Haşim’in de onu himaye etmeleri insanlık ve mertlik icabı idi. Fakat Muhammed Mehdi ile kardeşi İbrahim’in firarda bulunmaları sebebiyle Mansur’un Ali taraftarlarından şüphe ve tereddüdü var idi. Çok çalıştı, araştırma yolunda çok para sarf etti, sık sık Haremeyn (Mekke ve Medine) emirlerini azleder oldu. Yine de Muhammed Mehdi ile İbrahim’i ele geçiremedi. Nihayet Medine emîrliği için evlad-ı Resul’ün kadrini bilmez bir adam aradı. Ribah İbni Osman El-Murâ namında, alçak tabiatlı birini buldu ki Ravza-i Mutahhara’yı (Hz. Peygamber’in mescidini) yık desen tereddütsüz yıkabilecek bir şahıstı. Mansur ona mal verip Medine emaretini tevcih etti ve yüz kırk dört yılı ramazanında onu Medine’ye gönderdi. Kendisi de hac mevsiminde Mekke’ye giderken Medine’ye uğradı. Abdullah İbni Hasan Müsenna’yı, oğulları Muhammed ve İbrahim’in nerede olduklarını haber vermek üzere sıkıştırdı, o da gizlemek hususunda ısrar gösterdi. Bundan dolayı Mansur’un emriyle Ribah-i Murâ, Abdullah bin Hasan Müsenna’yı, oğlu Musa’yı, üç kardeşini ve kardeşlerinin çocuklarını hapsetti. Abdullah’ın diğer kardeşi Ali Âbid bin Hasan, kavmi içinde bulunmadığından ertesi gün, Ribah’ın yanına vardı ve “İhtiyacın nedir?” dediğinde, “Beni de kavmimle beraber hapsedesin diye geldim.” deyince Ribah onu da hapsetti ve evlad-ı Hasan’dan mahpus olanlar on bir kişiye yükseldi.

Ribah ise Mansur’a, “Ya emirü’l-müminin! Horasan halkı senin taraftarındır. Irak halkı da Ebu Talib ailesinin taraftarıdır. Amma Şam halkı Ali’nin en büyük düşmanıdır. Fakat Muhammed bin Abdullah Osmani, Şam halkını davet etse hiçbiri geride kalmaz.” demiş olduğundan, Mansur’un Dîbac hakkında da emniyeti kalmamış oldu ve hemen emretti, Ribah onu da hapsetti.

Gerçekten Şam ahalisi, Beni Ümeyye taraftarı idiler. Fakat Emevilerin ileri gelenlerinden kimse kalmadığından, Hz. Osman evladından Dîbac diye bilinen, daha evvel bahsi geçen Muhammed İbni Abdullah Osmani’ye muhabbetli olup, ellerinden gelse hilafete onu seçerlerdi. Fakat Emevilerin devri geçmiş olduğundan, Dîbac da evlad-ı Resul’e yakınlığı hasebiyle tehlikesizce yaşamaktayken, bu defa evlad-ı Hasan’ın hapsedilmelerinden dolayı o da yukarıda geçtiği gibi onlarla beraber hapse atılmıştır.

Mansur hemen Medine Kadısı İmran İbni İbrahim İbni Muhammed İbni Talha ile müçtehitlerin büyüklerinden İmam Malik bin Enes Hazretleri’ni hapishaneye gönderip Abdullah bin Hasan’a oğulları Muhammed ile İbrahim’in nerede olduklarının bildirilmesini teklif etti. Abdullah, Mansur ile görüşmek istedi. Mansur da oğullarını getirmedikçe kendisiyle görüşmeyeceğini bildirdi. Ondan sonra Mansur Mekke’ye gidip hac etti ve dönüşünde, Medine’ye uğramayıp Rebeze köyüne gitti. Adı geçen mahkûmların oraya getirilmesini emretti. Ribah da onları ayaklarında bukağı olduğu hâlde Rebeze’ye götürdü. Onlar bu suretle Rebeze’ye getirilirken Cafer-i Sadık Hazretleri perde arkasından onları görüp ağlar ve gözlerinin yaşları sakalından aşağı dökülür, “Bundan sonra Cenabıhak, Haremeyn’i muhafaza etmez.” der idi. Rebeze’de Mansur, Dîbac diye bilinen Muhammed bin Abdullah Osmani’yi huzuruna getirtti. Kızı Rukiyye’nin doğurmasından bahisle onu namusuna dokunacak surette azarladı. O da kendini savunmak isteyince Mansur hiddetlenerek adamlarına emretti, ona yüz kamçı vurdular. Çaresizin sırma gümüşü gibi beyaz olan vücudu kamçıların yara ve berelerinden simsiyah oldu ve bir gözüne kamçı isabet ederek aktı. Bu hâlde hapse iade ettiler. Ondan sonra Mansur Kûfe’ye giderken onları da beraber götürdü. Rebeze’den çıkıp da onların yanından geçerken Abdullah bin Hasan haykırarak, Mansur’a hitaben, “Ya Ebu Cafer! Biz Bedir Savaşı’nda sizden alınan esirlere böyle hakaret etmemiştik!” deyince Mansur, bu sözlere pek ziyade bozulmuş olarak geçip gitti ve Kûfe’ye vardıklarında onları zindana attı.

Mansur’un emniyeti, Horasan halkına münhasır iken bu defa Horasan Valisi Ebu’l Avn tarafından gelen yazıda Horasan ahalisi, Muhammed bin Abdullah işinin nasıl sonuçlanacağını bekledikleri için kendilerinden sakınmak gerektiği yazılı olduğundan, Mansur’un kan başına sıçradı. Hemen Muhammed bin Abdullah Osmani’yi öldürerek başını, evlad-ı Resul’den Muhammed bin Abdullah’ın başı olduğuna yemin edecek adamlar ile birlikte Horasan’a gönderdi. Tutuklulardan biri ki Abdullah bin Hasan’ın kardeşinin oğlu Muhammed bin İbrahim bin Hasan’dır. Gayet iyi, kalplerin sevgilisi, güzel sıfatlı bir zat olmakla beraber ona da Kûfe halkı, Sarı Dîbac derlerdi ve grup grup gelip onu seyrederlerdi. Bu da Mansur’un dikkatini çekti, onu iki direk arasına sıkıştırıp biçareyi işkence ile öldürdü. Çok geçmeden İbrahim bin Hasan, ondan sonra kardeşi Abdullah bin Hasan ve Ali bin Hasan da hapiste öldüler. Bir rivayete göre Mansur onları zehirleyerek yahut başka bir şekilde öldürmüştür. Kısaca Hasan’ın evladından pek azı kurtulup çoğu bu şekilde yok olmuştur.

Evlad-ı Ali ile evlad-ı Abbas öteden beri birlik hâlinde iken bu olaylar üzerine kanlı bıçaklı oldular. Medine Emiri Ribah da Mehdi’yi yoklayıp gözetlemeye fevkalade önem verirdi. Mansur ise yukarıda haber verildiği şekilde, Kûfe’den nefret ettiği için başkent yapmak üzere uygun bir yer aramakta olduğu hâlde Bağdat mevkisini seçti. Yüz kırk beş senesinde Bağdat şehrinin imarına başladı. Şöyle ki Halid bin Bermek’e şehrin hududunu çizdirdi ve dört kısma ayırarak, her kısmına ümeradan birer bakan tayin etti. Her taraftan işçi, sanat erbabı ve mühendisler getirttiği sırada tuğla ve kerpiç sayıp hesabını görme memuriyetini de mezhep sahibi İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’ne teklif etti. Önce onu kadı olarak atamak istediler. İmam Hazretleri kabul etmemiş olduğu hâlde bu geçici memuriyeti zaruri kabul buyurdu. Mansur önce vekillerini huzuruna getirerek kisranın sarayı ile Medayin’i bozup bunların yıkıntısını Bağdat’a nakletme hususunu istişare etti. Halid bin Bermek, “Ya emire’l-müminin, onlar İslam’ın işaretlerinden ve Arap fetihlerindendir. Onları görenler, kurucularının izalelerinin, dünyevi güç ile olamayıp, sadece din gücü ile olduğuna delil getirirler. Bununla beraber, Medayin’de Ali İbni Ebu Talib (r.a.) Hazretleri’nin musallası vardır.” diyerek onların bozulmasının münasip olamayacağını arz etmesi üzerine Mansur, “Ya Halid! Senin kavmin olan Acem’e meylin olduğu için muhalif görüşte bulunuyorsun.” diyerek hemen onların yıkımını emretti. Beyaz Saray’ın bir tarafını yıktırarak enkazını Bağdat’a naklettirdi. Fakat gördü ki enkazın yıkım masrafı ve nakliyesi yenilerinin bedelinden fazla oluyor. Hemen Halid’i çağırdı ve keyfiyeti bildirdi. Halid o zaman, “Ya emirü’l-müminin! Ben onların yıkılmaması görüşünde idim. Mademki işe başladın, artık yık. Zira, ‘Evvelkilerin yaptığını sonra gelenler yıkamıyorlar.’ derler.” demişse de Mansur’un amacı yalnız binanın inşa işinde tasarruftan ibaret olduğundan, Halid’in bu nasihatini de kabul etmeyip Medayin’in yıkımından vazgeçti. Bu suretle Bağdat’ın imarına büyük bir süratle gayret edilirken yüz kırk beş senesi ortalarında Muhammed Mehdi, halifelik davası ile Medine’de ortaya çıkmıştır.

Şöyle ki Medine Emiri Ribah, bütün eşrafı Medine’ye emirlik makamına getirerek, “Muhammed Mehdi’nin nerede olduğunu haber veriniz yoksa hepinizi öldürürüm!” diye tehdit ederken tekbir sedaları işitildi. Hemen Muhammed, yüz elli kişi ile gelip hapishaneyi açtı. Mahkûmları salıverip emirlik makamına girerek, Ribah’ı ve adamlarını hapsetti. Ondan sonra Mescid-i Şerif’e gitti, minbere çıktı, tesirli bir hutbe okudu. Medine’yi ele geçirdi. Medine ehli, Muhammed Mehdi’ye biat ederek, “Mansur’a karşı ayaklanmak caiz midir?” diye Medine imamı olan Malik bin Enes Hazretleri’nden fetva istediklerinde, “Caizdir.” diye fetva verdi ve gidip özel odasına kapandı.

Medine ehli de Muhammed Mehdi’ye biat ettiler. Kendisinin kardeşi Hasan bin Abdullah, Evlad-ı Ebu Talib’den ve meşhur kimselerden daha nice zatlar onunla beraber oldular. Hatta Hasan bin Zeyd bin Hasan bin Aliyyü’l-Mürteza, Mansur ile beraber iken oğulları Ali ve Zeyd de Muhammed Mehdi ile beraber idiler.

Muhammed Mehdi tarafından Mekke, Yemen ve Şam’a memurlar gönderildi. Mekke’ye giden memur, Mansur’un adamını kovarak Mekke-i Mükerreme’yi zapt etti. Ama Şam ahalisi onun memurlarına itibar etmedi. Zira Şamlılar öteden beri evlad-ı Ali’ye düşman idiler. Kûfe de Mansur’un elindeydi. Medine ahalisi ise Arap değildi. Bu nedenle Mehdi’nin maddi kuvveti azdı. Büyük ümidi Basra’da idi. Kardeşi İbrahim orada gizlenmiş bulunduğundan, kendisi Medine’de ortaya çıktıktan sonra İbrahim’e de ortaya çıkmasını haber etmişti. Ramazan ayı başında İbrahim ortaya çıkarak, insanları, kardeşi Muhammed’e biat etmek üzere davet edip Basra’yı ele geçirmiştir.

Mansur, askerlerinin çoğunu oğlu Mehdi ile Horasan’a sevk etmiş olduğundan yanında az asker vardı. O zaman aşağıda açıklanacağı şekilde imar ve inşasına teşebbüs etmiş olduğu Bağdat arazisini belirtmek ile meşguldü. Muhammed Mehdi’nin ortaya çıkışı haberini alınca çok telaşlandı ve sıkıntıya düştü. Hemen imar işlerini bir yana bırakarak Kûfe’ye gelip harp hazırlığına başladı. Veliahdı, kardeşinin oğlu ve Kûfe valisi olan İsa bin Musa’yı, dört bin askerle Medine’ye sevk etti. Ve “Muhammed öldürülürse ne âlâ, İsa öldürülürse o da âlâ.” dedi. Çünkü yukarıda açıklandığı üzere Seffah, onu veliaht tayin edip ondan sonra halife olmak üzere İsa’yı da ikinci veliaht tayin etmiştir. Mansur ise oğlu Mehdi’yi veliaht tayin etmek istedi. Bunun üzerine İsa’nın bir savaşta ölmesini arzu ediyordu.

Mansur öncelikle Muhammed Mehdi’ye mektup yazıp ona teminat verdi. Onu itaate davet etti, o da Hilafet bizim hakkımızdır. Siz de bizim taraftarlarımızla bu yolda davete icabet ettiniz. Sonra bizim hakkımızı gasp ettiniz! diye yazdı. Mansur ona cevap verdi. Fakat bu dereceye gelmiş olan bir meselenin haberleşme ile halli kabil olmadığından çaresiz işin ucu savaşa dayandı. İsa gidip Medine’yi muhasara etti. “Mescid-i Şerif’e giren, evinde inzivaya çekilen ve Medine’den dışarı çıkan emindir.” diye ilan etti. Ehl-i Medine’nin çoğu, çoluk çocuklarıyla beraber çıkıp birer tarafa savuştular.

Yüz kırk beş yılı ramazanının on dördüncü pazartesi günü İsa, askerini Medine üzerine yürüttü. Muhammed Mehdi de meydana çıkıp ikindi vaktine dek pek şiddetli savaştı. Bazı tarihçiler der ki: “Hz. Hamza’nın cenklerine en çok benzeyen cenk, o gün Muhammed Mehdi’nin yaptığı savaştır.” Askeri dağılıp yanında üç yüz kadar adam kalmışken onlarla iki defa İsa’nın askerini bozdu. Fakat İsa’nın bir bölük askeri Sel Dağı’na çıkıp oradan şehrin içine girerek Muhammed’in arkasını aldılar. Muhammed, o zaman İsa ordusunun kahramanı olan Hamid bin Kahtabe’yi kavgaya davet etti. Fakat Hamid ondan çekindi. Muhammed Mehdi ise her ne tarafa hücum eder ve çekinmeden saldırırsa karşısına gelenleri vurur, yere düşürürdü. Bu sırada biri sağ kulağının tozuna vurunca Mehdi diz çöktüğü zaman Hamid yetişip göğsüne vurdu ve yere düşürdü. Başını kesip İsa’ya getirdi. Hz. Ali’nin Zülfikâr’ı Muhammed Mehdi’nin yanında bulunduğundan İsa, Muhammed Mehdi’nin kesik başı ile beraber onu da Mansur’a gönderdi.

Hasan İbni Zeyd İbni Ali ki yukarıda olduğu gibi amcazadesi Muhammed Mehdi’nin aleyhinde bulunmasıyla Mansur’u şüphe ve vesveseye düşüren o idi. Bu defa Mehdi’nin kesik başı, Mansur’un huzuruna getirilince o da onun yanında bulunup fevkalade müteessir olarak kesik başa bakamadı. Fakat Mansur’dan korkusundan üzüntüsünü ona belli etmedi.

Yukarıda olduğu gibi Muhammed Mehdi’nin şehadetinde silah arkadaşlarından olan Osman İbni Muhammed İbni Zübeyr, Basra tarafına firar etmişti. Sonradan tutulup Mansur’un huzuruna getirilince, “Osman! Sen mi Muhammed’le beraber benim aleyhime ayaklandın?” dedi. Osman da “Mekke’de sen ve ben, ikimiz de Muhammed’e biat ettik. Ben biatime sadık kaldım, sen biatine hıyanet ettin.” deyince Mansur hiddetlenerek onu idam etmiştir.

Muhammed Mehdi’nin kardeşi İbrahim’in durumuna gelince… Yukarıda işaret olunduğu üzere yüz kırk beş yılı ramazanında o da Basra’da başkaldırarak halkı kardeşi Muhammed Mehdi’nin biatine davet etti, fakih ve bilgin din âlimlerinden büyük çoğunluğu ona uydu ve topluluğu çoğaldı. Hemen birer miktar asker göndererek Ehvaz, Fars memleketlerini ve Vâsıt beldesini zapt etti. Ramazan Bayramı’na üç gün kala kardeşinin Medine’de öldürüldüğünü haber aldı. Bunun üzerine sefer hazırlığını tamamlayıp, ordusunu tanzim ettikten sonra Kûfe üzerine yürüdü.

Mansur ise evvela Afrika’ya kırk bin ve oğlu Mehdi ile Rey tarafına otuz bin asker gönderip geri kalan askeri de İsa bin Musa ile Medine’ye gitmiş olduğundan, yanındaki asker bir iki bin adamdan ibaret iken Basra’da İbrahim’in başına yüz bin adam toplandığını haber alınca ne yapacağını şaşırdı. Geceleri gözüne uyku girmez oldu. Hemen her taraftan asker getirtmeye kalkıştı ve o zaman Medine’den Mekke’ye gitmiş olan İsa bin Musa’yı geri getirtti. Üç bin askerle Hamid bin Kahtabe’yi askerin öncülüğüne memur edip beş bin askerle de İsa bin Musa’yı İbrahim’e karşı gönderdi. Yüz kırk beş yılı, zilkadesinin beşinci pazartesi günü Kûfe’ye on altı saat mesafesi olan bir yerde iki taraf karşılaştı. İbrahim’in kuvveti çok olduğundan Hamid bin Kahtabe’nin, daha ilk karşılaşmada yenilmesi üzerine İsa’nın yanındaki asker de dağıldı. İsa canından bile ümitsiz olup, ancak namusuyla ahirete gitmek üzere yerinde sabit durdu. İşte o sırada Süleyman İbni Ali Abbasi’nin oğulları Cafer ve Muhammed, ansızın Basra askerlerinin arkasından ortaya çıkınca Basra askeri onları vurup imha etmek üzere geri döndüklerinde İsa’nın hezimete uğramış olan askeri de onların bu dönüşlerini hezimet sanarak, geri dönüp onların üzerine hücum edince Basralılar bozuldu. İbrahim, altı yüz kadar adamıyla meydanda yalnız kaldı. O sırada bir kaza oku gelip İbrahim’in boğazına saplandı ve adamları telaş ederek onun başına toplandı. Hamid İbni Kahtabe ise bu kargaşayı fırsat bilerek ileri hücum etmiş, İbrahim’in adamlarını dağıtmış ve İbrahim’in başını alıp İsa’ya sunmuştur.

bannerbanner