Читать книгу Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt (Ahmet Cevdet Paşa) онлайн бесплатно на Bookz (12-ая страница книги)
bannerbanner
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt
Оценить:
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt

5

Полная версия:

Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt

Üç yüz üç yılında Mehdi, Mehdiyye beldesini inşa ederek onu kendisine başkent yaptı. Her ne kadar Mısır’ı alamadıysa da garp taraflarında hükûmeti genişlemekte ve kuvvetlenmekte idi.

Uzun zamandan beri başkenti Fas beldesi olarak Afrika’nın batı kısımlarına hükmeden İdrisîler Devleti de üç yüz yedi yılında yıkıldı. Daha sonra İdrisîlerden Hasan İbni Muhammed ortaya çıkıp İdrisîler Devleti’ni tekrar kurmaya çalıştıysa da İdrisîler Devleti bozulmaya ve yok olmaya yüz tuttu. Fas şehri elden gidip Mehdi’nin devleti yükselmekte olduğundan, Hasan İbni Hasan İbni Muhammed iki sene uğraşıp istediğini elde etmeye muvaffak olmadığından İdrisîlerin bütün Kuzeybatı Afrika’da hükûmetleri yok olmuş ve İdrisîlerin çoğunluğu Mehdi’nin yanına gitmiştir. Fakat içlerinden birisi dağlarda gizlenerek, otuz sene sonra çıkıp imameti geri almış ise de o da isteğine nail olamamıştır.

Mağrip’te Mehdi’nin kuvvet ve hâkimiyeti yukarıda anlatıldığı gibi yükselmekte iken Abbasi Halifesi Muktedir, Bağdat’ta zevk ve sefaya dalıp kadınların ve hizmetçilerin fikir ve arzularıyla hareket etmekte olduğundan devletin nizamı bozulmuş, valiler ve emirler yer yer istiklal davasına ve istibdada düşmüş idi. O esnada Necid diyarı ve Bahreyn, Karâmita’nın zorbalığı altında olup Irak ve Şam’a hasar ve zarar vermekte idi.

Şark tarafları ise Âl-i Saman elinde olup, Taberistan’da da bir İmamet-i Aleviyye vardı. Gerçi iki yüz seksen dokuz yılında Taberistan emiri olan Muhammed İbni Zeyd’in vefatında Taberistan Bölgesi de Âl-i Saman eline geçtiyse de Muhammed İbni Zeyd’in amca çocukları, Etrûş diye bilinen Hasan İbni Ali, Deylem dağlarında ikamet etmekteydi. Deyalime’yi İslam dinine davet ile meşgul olarak çoğunu Müslüman edip Deylem diyarında nice mescitler inşa ettirmişti. Deyalime’yi kendisine biat ettirmiş ve tabi kılmıştı. Kendisi zeydiyyü’l-mezhep idi, Müslüman Deylemîlerin civarındaki Âmul beldesi halkı zaten Şiiyyü’l-mezhep olduklarından Etrûş, o yönde de nüfuz ve kuvvet kazanarak, üç yüz bir yılında Taberistan’ı zapt etmiş, Taberistan imametini ihya ve iade etmiştir. Üç yıl sonra vefat etmiş, damadı olan Hasan El-Kasım El-Alevi, Dâ’î unvanıyla onun yerine geçmiştir.

O esnada Tarsus murabıtları, ara sıra Rum şehirlerine gaza ettilerse de Rumlar da İslam sınırlarına taaruz ve tecavüzden geri durmazlardı.

Üç yüz beş yılında kayserin sulh talebi ile Bağdat’a elçileri geldiğinde fevkalade gösterişli bir karşılama yapıldı. Bâb-ı Şemmasiye’den saraya kadar süvari ve piyadeler, yüz altmış bin asker ve onlardan sonra sırmalı elbiseler giyinmiş, dört bini ak ve üç bini siyah olarak yedi bin hadım ağası ile daha sonra yedi yüz perdedar saf saf dizilmiş ve Dicle Nehri’nde pek çok kayık ve sandal güzelce donatılmıştı. Saray duvarları üzerine yalnız sırmalı ipekten on iki bin beş yüz örtü örtülüp yirmi iki bin de döşeme serilerek tarif olunmaz surette tezyin edilmiş olduğu hâlde tamamı tezyinattan olmak üzere altından ve gümüşten sekiz dallı bir ağacın dalları üzerinde yapraklar ve kuşlar yapılıp, dallar kendiliğinden sallanırlardı. Kuşlar da sırayla öterdi. İşte böyle görenlere hayret verecek, çok acayip hünerler gösterilerek elçiler halifenin huzuruna kabul olundu. O zaman Bağdat’ın serveti ve halifenin şan ve büyüklüğü yüksek idi. Fakat devlette maddeten kuvvet kalmayıp, hilafet makamı sadece şan, itibar ve kuru bir gösterişten ibaretti. İş hep Türk emirlerin ellerindeydi.

Üç yüz altı yılında Mehdi tarafından karadan ve denizden Mısır üzerine sevk olunan çok sayıda asker, İskenderiye’den Cizre’ye kadar olan yerleri istila ettilerse de Tarsus donanması Afrika donanmasına galip olduğu gibi Munis Hâdim, Mısır’a giderek karada da zafer kazanınca Mağribîler yine geri dönmeye mecbur olmuşlardır.

Karâmita’nın durumuna gelince, bunlar, Necid diyarından çıkıp etrafa tecavüz ve taarruz ediyorlardı. Üç yüz on bir yılında Karâmita başkanı olan Ebu Tahir-i Cennâbî bir gece Basra’yı bastı. Basra emirini katledip şehri yağmalayarak birçok mal ve ganimetle hükûmet merkezi olan Hecr beldesine geri döndü. Ve on iki yılında hacılara saldırıp mallarını yağma ettikten sonra Kûfe’yi istila etti. Basra da yaptığını orada da yaptı. Üç yüz on dört yılında Halife Muktedir, Yusuf İbni Ebu’s-Sac adlı Karâmita emiri ile muharebe etmek ve Hecr’e kadar gitmek üzere memur ettiği İbni Ebu’s-Sac hemen çok sayıda asker ile Vâsıt’a gitti.

Hâlbuki üç yüz on beş yılında Rumlar, İslam memleketlerinin hudutlarına ve hudut boylarındaki memleketlere hücum ile Şemşat’ı vurup çok mal aldılar ve mescidinde çan çaldılar. Muktedir o tarafa da asker sevk etmek mecburiyetinde kaldı. Yine bu sene Ebu Tahir Karmatî, Kûfe üzerine yürüdü. İbni Ebu’s-Sac da kırk bin askerle onlara karşı gitti. Karâmita, yedi yüzü süvari ve sekiz yüzü piyade olarak hepsi bin beş yüz kişiden ibaretti ve bir rivayette iki bin yedi yüze ulaşıyordu. İbni Ebu’s-Sac, Karâmita’nın azlığını görünce, “Bunlar benim elimdedir. Hemen harbe girişmeden halifeye müjde mektubu yazınız.” diyerek düşmanı hakir görmek gibi büyük bir hatada bulundu. Karâmita ise gayet şiddetli hücum ve hamleler edince halife askeri bozuldu. İbni Ebu’s-Sac esir oldu. Ebu Tahir, Kûfe’ye girip pek çok ganimet aldı. Daha sonra İbni Ebu’s-Sac’ı diğer esirler ile beraber katletti. Bu dehşetli haber, Bağdat’a ulaşınca yöneticilerin ve halkın içine korku düştü ve bozgun asker, çırılçıplak Bağdat’a gelince Bağdatlıların telaşı arttı. Onun üzerine Muktedir, çok sayıda asker ile Munis Hâdim’i karşı güç olarak gönderdi. Bu arada Karâmita, Enbar beldesini istila etti. Halife askerinin birçoğu ise düşmana karşı çıkmadan savuşup firar etti. Kalanları karşılaşınca yenilgiye uğradılar. Bağdat ahalisinin içine korku düştü, kimi Hulvan’a kimi Hamedan’a firar etmek üzere hazırlandılar. Orduda bulunan Ebu’l-Hica İbni Hâmdân’ın uyarısı üzerine Fırat üzerindeki köprüler yıkıldığından, Karâmita beri yakaya geçemeyip Enbar’dan döndülerse de onlar da Fırat Vadisi’ndeki şehirleri yağma ettiler ve üç yüz on altı senesinde gelip Rahbe, Rakka ve Sancar beldelerini istila ettiler.

Bu esnada halifenin veziri Ali İbni İsa’ya, Bağdat’ta Karâmita mezhebinden bir şahsın Ebu Tahir ile haberleşmekte olduğu haberi verilince vezir hemen o şahsı çağırıp sorguya çekti. Şahıs itiraf edip dedi ki: “Benim Ebu Tahir ile görüşmem ancak şunun içindir ki onun Hak üzere olduğu, senin ve efendinin kâfir olduğunuz benim nazarımda sabit olmuştur. Bizim imamımız, İsmail İbni Cafer-i Sadık’ın evladından olup Mağrip’te bulunan Muhammed Mehdi’dir. Biz Râfiza ve İsnâ Aşeriyye gibi değiliz ki cehilleri sebebiyle bir imama müntazır olurlar.” Bunun üzerine Ali İbni İsa, “Sen bizim askerimizin içine fesat bırakmışsın. Şimdi onların içinde senin mezhebin üzere olanlar kimlerdir?” dediğinde, “Sen vezirlik işlerini bu akılla mı yürütüyorsun? Benden nasıl bir şeyler istiyorsun ki mümin bir kavmi kâfirlere teslim edeyim de onları katletsinler!” deyince o Karmatî, şiddetli şekilde dövüldü. Üç gün aç ve susuz kalarak helak oldu, ama mezheptaşlarını ele vermedi.

Deylem komutanlarından Esfâr İbni Şîrveyh adlı kişi o esnada çıkarak Merdavîc adlı şahsı kendisine komutan tayin edip Taberistan’ı istila etmiş ve Dâ’î unvanıyla Taberistan imamı olan Hasan İbni El- Kasım El-Alevi ile yaptığı muharebede, Hasan İbni Kasım’ın askeri bozguna uğrayıp kendisi de öldürülmüştür. Üç yüz on altı yılında Taberistan’daki Alevi imameti mahvolmuş, izi de kalmamıştır.

Fakat Esfâr, zalim ve gaddar bir şahıs olduğundan Merdavîc onun aleyhinde çıkıp onu öldürerek yerine geçmiş, birkaç yıl zarfında muktedir bir hükümdar olmuştur.

Yukarıda olduğu gibi Karâmita’nın Enbar’dan dönmeleri üzerine, “Muzaffer” diye lakap alan Emirü’l-Ümera Munis Hâdim, ordu ile Bağdat’a geldiğinde Halife Muktedir, askerin senelik tahsisatına iki yüz kırk bin altın zam yaptı. Hâlbuki haremin ve saray görevlilerinin, özellikle Muktedir’in annesinin tahsisatı zaten fazla olduğundan idare işinde sıkıntı çekilmekteyken bu türlü zamlara karşılık bulunamayacağı aşikâr idi. Devlet işleri çığırından çıkmakta, protokolden bazıları en büyük işlere müdahale etmekteydiler. İşte o esnada Muktedir ile emirü’l-ümera olan Munis Hâdim’in aralarında soğukluk çıkmış, askerî kuvvet ise emirü’l-ümera elinde olduğundan, Muktedir ondan korkuyordu. Bir diğerinin emirü’l-ümera tayin olunacağı haberi Rakka’da bulunan Munis’e ulaşınca, süratli bir yürüyüşle Bağdat’a gelip Şemmasiyye’de konakladı ve gidip halife ile görüşmedi. Halife tarafından, oğlu Emir Abbas İbni’l-Muktedir ile vezir İbni Mukle, Şemmasiyye’ye çıkıp Munis ile görüştü. Muktedir ile Munis birbirlerine güvenlerini kaybetmiş olduklarından, aralarında birçok haberleşme olduğu hâlde kayserin doğu başkomutanı, bir büyük ordu ile hareket ederek Ahlat ve Bitlis beldelerini istila etmiştir.

Üç yüz on yedi senesi başlarında zaptiye bakanı olan Nâzük, askeri ile Munis’in yanına gitti. Ebu’l-Hîca İbni Hâmdân da çok sayıda asker ile dağlık bölgelerden gelip Munis’e tabi oldu. Askerî bölükler de ona uyarak ayaklandı ve Muktedir’in sefahat ve israfından, hadimlerinin ve cariyelerinin devlet işlerine müdahalelerinden dolayı, yukarıda zikredilen yılın muharreminin on dördüncü cumartesi günü tamamı saraya gidip Muktedir’i tahttan indirerek kardeşi Muhammed İbni Mutezid’e biat ettiler, onu Kahirbillah diye lakaplandırdılar.

Pazartesi günü musafiye denilen piyade askeri cülus8 bahşişiyle bir senelik maaşlarını istediler. Nâzük, onları susturmak isterken onu ve Ebu’l-Hîca İbni Hâmdân’ı katlettiler. Kahir’i tahttan indirip Muktedir’i hilafet makamına iade ettiler. O sırada Ebu’l-Hîca’nın kardeşi, Hâmdânîler hükûmetinin merkezi olan Musul’a, diğer bazı emirler diğer taraflara firar ettiler. Muktedir de hazinelerde mevcut olan mücevher, eşya ve bazı hazine mülklerini ucuz ucuz satarak askerin bahşişlerini ödedi.

O zaman Horasan ve Maveraünnehir emirleri olan Beni Saman arasına büyük bir ihtilaf düştü. Birbirleriyle savaşmakta oldukları hâlde halifenin o tarafı düşünebilmek şöyle dursun, Rumlar Malatya, Diyarbakır vesair hudutlara hücum ettiği, Müslümanlar müdafaadan âciz kalarak feryat ile Bağdat’tan yardım istedikleri hâlde Halife Hazretleri onlara dahi yardım edemiyordu.

Üç yüz on yedi senesi hac mevsiminde Ebu Tahir Karmatî, Kurban Bayramı’ndan iki gün önce, Mekke-i Mükerreme’yi basıp hacıları bulundukları yerde, hatta Harem-i Şerif’te ve Beyt-i Şerif’in içinde katlederek mallarını gasp ve yağma ettiler. Çoğunun naaşlarını Zemzem Kuyusu’na attılar. Kalanları da Harem-i Şerif’te ve öldürüldükleri yerlerde defnedip hiçbirini yıkamadılar, namazlarını kılmadılar ve evlerin içine girip ehl-i Mekke’nin mallarını yağmaladılar. Ebu Tahir Karmatî bunca kötülüklere kanaat etmeyip, Kâbe-i Muazzama’nın örtüsünü alarak, askerine taksim ve tevzi etti. Hacer-i Esved’i yerinden sökerek hükûmet merkezi olan Hecr’e götürdü.

Karâmita, Şia azmanlarından olup, Mağrip’te hükümran olan Mehdi Ubeydullah-ı Alevi’nin davetini ortaya koymakta idiler. Bu şekildeki Harem-i Şerif’e yönelik ihanetlerinin haberi Mehdi’ye ulaştığında Ebu Tahir Karmatî’ye mektup yazıp ona hakaret ve lanet edince Ebu Tahir, Mekke ahalisinin mallarından ele geçirdiği bir miktar eşyayı geri vermişse de Kâbe örtüsü ile hacıların mallarını halk paylaşmış olduğundan dolayı toplanıp geri verilmesinin kabil olamayacağını açıklayarak özür dilemiştir. Hacer-i Esved ise yirmi iki sene kadar Karâmita elinde kalmıştır.

Yukarıda geçtiği üzere, piyade askeri Muktedir’i hilafet makamına geri getirmiş olduğundan, şımarıp her istediklerini devlete yaptırmak gibi yersiz davranışlarından dolayı gerek devlet adamları gerek diğer askeriye sınıfı bizar olarak üç yüz on sekiz senesi başlarında süvari askeri onlara üstünlük sağlayarak hepsini Bağdat’tan kovup dışarı çıkartmışlardır.

Üç yüz on dokuz senesinde Muktedir ile Munis Hâdim arasında yine düşmanlık başladı. Muktedir birini kendisine vezir etmek istediğinde, Munis ona mâni olarak diğer birini vezir ettirdi. Aralarındaki karşılıklı nefret ve korku ise yine şiddetlenince üç yüz yirmi yılı başında Munis, kölemenleri ve diğer bağlıları ile Bağdat’tan çıkıp Musul’a gitti.

Musul beyleri olan Beni Hâmdân, Munis’e karşı çıkmakla yapılan muharebede bozguna uğradıklarından Munis, Musul’u zapt etti. Beni Hâmdân’dan Rebia emiri olan Nasır İbni Hâmdân da Munis ile birleşerek gelip Musul’da ikamet etti. Etraftan bölük bölük askerler geldi ve Munis’in topluluğu çoğaldı. Sekiz dokuz ay kadar Musul’da ikametten sonra maiyetindeki askerle Bağdat’a doğru yola çıktı. Ona karşı Bağdat’tan çıkarılan asker ise Munis’in yaklaştığı esnada sıvışıp önünden savuşarak Bağdat’a doğru firar ettiğinden, Munis gidip Bâb-ı Şemmasiyye’de ordu kurdu. Halife askeri de onun karşısında durdu. Muktedir, Vâsıt’a gidip de Basra ve Ehvaz taraflarında asker toplamak istediğinde, veziri ve mabeyincileri onu bizzat harbe teşvik etti. Bu hususta ısrar ettiklerinden, o da Hırka-i Şerif kendi üzerinde olduğu hâlde fakihler ve hafızlar ellerindeki Kur’an-ı Kerimleri açıp onun önünde ve birçok halk etrafında yürüdü. Gönülsüz olarak ordusuna gider gitmez askeri dağıldığı sırada Megâribe’den bir grup gelip kendisini idam ediverdiler. Hilafet müddeti yirmi dört sene, on bir ay, on altı gündür. Cömert, insaniyeti olan, anlayışlı ve akıllı bir zat idi.

Fakat şehvete düşkün, müsrif, kararsız ve cariyelerine mağlup idi. Binaenaleyh, zamanında devletin temelleri sarsıldı. Kendisi de bu veçhile yok olunca, hemen Munis’in emriyle Muktedir’in kardeşi Muhammed İbni Mutezid getirilerek, şevval ayı sonlarında ona biat edilerek, Kahirbillah diye lakaplandırıldı.

Kahir, hemen görevden alma ve tayinler ile meşgul olup Ebu Ali İbni Makılle’yi de vezir atadı. Fakat Munis Hâdim, Kahir’den emin olamayıp Kahir’in veziri İbni Makılle, hacibi Belik ve onun oğlu Ali İbni Belik de Munis ile birlik olarak halifenin evini gözlem altına aldılar. Girip çıkanları sıkıca ararlar, hatta saraya girip çıkan kadınların bile yüzlerini açıp görürler idi. Kahir, bu duruma kızıp onların muhalifleri ile gizlice haberleşerek, üç yüz yirmi bir senesinde bir takip ile Munis, Belik’i ve onun oğlunu tutup hapse atarak bu baskılardan yakasını kurtarmıştır. Fakat Munis ve taraftarlarının tutulup idamı hususunda kendisine yardım etmiş olan bazı komutanları yemin ile temin etmişken sözünden ve yemininden dönerek, onlara da zulmettiğinden, diğer komutanlar şüpheye düşerek artık onun yemin ve teminine emniyet eylemez olmuşlar idi. İbni Makılle ise o kargaşada firar ederek kaçıp saklandı. Kıyafet değiştirip bazı komutanlar ile gizlice görüşerek danışmalarda bulundu, akla hayale gelmez hilelerle komutanlardan Sima adındaki emiri istediği gibi kandırmıştı.

Binaenaleyh, Sima, üç yüz yirmi senesi cemaziyelevvel ayının altıncı gecesi askerinden bir grubu kendisine uydurup gece Kahir’in sarayını kuşattı. Kahir ise gece çok içip sarhoş olduğundan, uyanıp kaçmaya çalışmışsa da Sima’nın adamları onu tutup hapse attılar. Muktedir’in oğlu Ebu’l-Abbas Ahmed’i hilafet tahtına oturtup onu Râzîbillah diye lakaplandırdılar. Kahir’in hilafet müddeti bir buçuk sene, sekiz gündür. Sima’nın muvafakatı ile Râzîbillah, Ebu Ali İbni Makılle’yi kendisine vezir atadı.

Bazı İleri Gelenlerin Vefatı

Sofiyyeden, meşhur Cüneyd-i Bağdadî ki zamanının imamı, fakihlerin ve faziletlilerin önderi olup tasavvufu da Seriyy-i Sekatî’den öğrenmişti. İki yüz doksan sekiz yılında rahmet-i Rahman’a kavuşmuştur.

Horasan ve Maveraünnehir Emiri Ahmet İbni İsmail Samani üç yüz bir senesinde avlanmak için kırlarda dolaşırken, bir gece köleleri onu idam edince cenazesi Buhara’ya götürülüp defnolunmuş ve yerine sekiz yaşında olan oğlu Ebu’l-Hasan Ahmed tahta geçirilmiş, katillerden bazıları idam edilmişlerdir.

Üç yüz üç senesinde “Kitab-ı Sünen” sahibi İmam Nesaî Mekke’de hayat defterini dürmüş, Safâ ile Merve arasında defnolunmuştur. Rahmetullahi aleyh.

Mutezile imamlarından Ebu Ali İbni Abdülvahhab El-Cubbâî de bu sene vefat etmiştir.

İmamiyye’nin reisi olup Semmân diye bilinen Ebu Cafer İbni Osman El-Askerî ki İmam-ı Muntazar’ın (Beklenen İmam) kapısı, yani Mehdi’ye ulaştıracak kapı olduğunu iddia ederdi. Üç yüz beş senesinde dünya kapısından çıkıp gitmiştir. Sofiyyeden, meşhur Hallaç İbni Mansur ki insanlara kerametler gösterirdi. Yazın kış meyvelerini ve kışın yaz meyvelerini ortaya çıkarır, elini havaya uzatıp, üzerlerinde “Kul hüvallahü ehad” diye yazılmış paralarla dolu olduğu hâlde geri alarak, onları kudret paraları diye adlandırırdı. İnsanlara yedikleri şeyleri ve işledikleri işleri haber verir, kalplerinde saklı olan şeyleri söylerdi. Halktan bazıları onun veliliğine ve bazıları sihirbazlığına inanırlardı. Bazıları da Allah’ın bir parçasının ona girmiş olduğu şeklindeki sapık inancına kapılmışlardır. Üç yüz dokuz senesinde Muktedir’in veziri Hamid onu işkence ile idam etmiştir.

Muhammed İbni Cerîr-i Taberî üç yüz on yılında hayat defterini dürmüştür. Âlimlerin ve fakihlerin en büyüklerindendi. Kendisi müçtehitten olup başka bir müçtehidi taklit etmemiştir. Yaratılıştan üç yüz iki senesinin sonlarına kadar bir tarih yazmıştır. Güzel bir tefsiri, tefsir usulü ve fıkıh ilminin her dalında da meşhur eserleri vardır. Fakihlerin ihtilaflarına dair fevkalade güzel bir kitap telif etmiştir.

Fakat ona İmam-ı Ahmed İbni Hanbel’i zikretmediğine dair bir soru sorulduğunda, “Ahmed İbni Hanbel fakih değildi. Ancak muhaddis idi.” demiş olduğundan, Hanbelîler onun hakkında kötü sözler söylemeye kalkışmıştı. O zamanlar ise Bağdat’ta Hanbelîler pek çok olduklarından, cahil halkı Taberî aleyhine çevirdiler ve vefatında kimisi Rafızi kimisi dinsiz olduğuna ilişkin kötü söz söylediklerinden, İmam Taberî gündüzün defnolunmayıp gece evinde defnedilmiştir. Ehl-i din ve takva ise onun ilim, fazıl, züht ve takvasını takdir etmişlerdir.

Meşhur Tabib Muhammed İbni Zekeriyya Er-Râzî üç yüz on bir yılında vefat eylemiştir. Tıp ilminde geniş bilgi sahibi olup bu ilme dair pek çok eserleri vardır.

Meşhur tefsir sahibi İmam Abdullah İbni Muhammed İbnu’l-Aziz El-Beğavî de üç yüz on üç yılında sonsuzluk ülkesine göçmüştür.

Tebani diye bilinen meşhur müneccim, üç yüz on yedi senesinde vefat etmiştir. Harran’ın bir köyü olan Teban’a mensuptur. Çok kıymetli rasatları (gözlem) vardır. İki yüz altmış dört yılında astronomiye başlayıp iki yüz doksan senesine kadar gözlem yaptığı yıldızları, yıldızların mevkilerini gösteren kitabına koymuştur, “Zeyc”i iki nüshadır. Kıymetli olanı ikinci defa yazdığı nüshadır.

Üç yüz yirmi bir yılında Mısır’da emir olan Tekin El-Hasekî de Mısır’a veda edip gitmiştir.

Afrika’da Devlet-i Ubeydiyye’yi kuran Mehdi-i Alevi, üç yüz yirmi iki senesinde Mehdiyye beldesinde vefat edince yerine oğlu Kaim tahta geçmiştir.

Bu sene sahtekâr ve hokkabazlardan biri, Maveraünnehir’de peygamberlik davası etmekle yakalanıp öldürülmüştür.

Râzî, Müttekî, Müstekfî ve Mutî’nin Halifelik Zamanları

Muktedir’in oğlu Râzîbillah, Abbasi halifelerinin yirmincisi olup, daha önce geçtiği gibi üç yüz yirmi iki cemaziyelevvelinde tahta geçmiştir.

Bu yıl Şia’nın en azgınlarından, ruhun başka bedenlere girebileceğine inanan Şelmegânî adlı dinsiz, o sırada birçok halkı sapıttığından tutularak öldürülmüştür.

Çok aşırı Hanbelîlerden bir güruh, Cenabıhakk’a, yüz dünyaya inmek ve yükselmek gibi cisim izafe eden sapıklara benzer inançlara sahip olarak insanların itikadını bozarak, dinî ameller hususunda da ileri gidiyorlardı. Evleri basıp nebîz (bir nevi şıra) bulurlarsa dökmek, musiki aletlerini kırmak ve hükûmet işlerine müdahale etmek gibi haraketlere başladıklarından, üç yüz yirmi üç yılı içinde bu yersiz hareketlerden vazgeçmezlerse kendilerinin idam edilmesi ve evlerinin yakılmasına dair Râzîbillah tarafından bir ferman çıkarıldı.

O esnada Karâmita, Irak taraflarına tecavüz edip, halka zulmetmekte idi. Hatta bu üç yüz yirmi üç senesi zilkadesinde hac kafilesi Kadisiyye’ye vardıklarında Ebu Tahir-i Karmatî, kafileye taarruz etti. Halife askeri mukabele edip hacılar da yardımda bulundu. Kadisiyye’ye iltica ettiklerinde Kûfe Alevilerinden bir cemaat, Ebu Tahir’e karşı çıkarak hacılardan el çekilmesini rica edince o da hacılardan el çekti ve Bağdat’a dönmelerini şart koştu. Bunun üzerine bu sene Irak’tan hiç kimse hac edememiştir.

Büveyhoğulları Devleti’nin Doğuşu

Yukarıda yazıldığı gibi Esfâr-ı Deylemî’nin başkomutanı olan Merdavîc ki Esfâr’ı öldürerek verine geçmiş ve halife askerine üstün gelerek, birçok beldeyi alarak İran’da kuvvetli bir hükümdar olup kisranın tacı diye başına bir taç giymiş ve Şehinşah unvanını almıştır. Hemen Irak’ı ele geçirmiş, İran’ın eski başkenti olan Medayin’i imar etmiş ve Arap devletini imha edip, Acem devletini ihya etme hülyasına düşmüştü. Abbasi Devleti ise o zaman pek zayıf düştüğünden Bağdat ahalisi, Merdavîc’in tecavüzünden korku ve telaşa düşmüşlerdi. Hâlbuki çok zaman geçmeksizin Merdavîc, kendi efendisine etmiş olduğu muamelenin aynısını kendi kumandanı olan Ali Büveyh’ten görmüştür.

Şöyle ki nesebi İran padişahlarından Behram Gur İbni Yezdicürd’e ulaşan, Ebu Şucû Büveyh, Deylem ülkesinde orta hâlli bir adam olup üç oğlu vardı ki Ebu’l-Hasan Ali, Hasan ve Ebu’l-Hüseyin Ahmed’dir. Daha sonra Abbasi halifesi tarafından Ali’ye İmâdu’d-Devle (Devletin Direği), Hasan’a Rüknu’d-Devle (Devletin Temeli) ve Ebu’l-Hüseyin’e Mu’izzu’d-Devle (Devleti Yücelten) ve ondan sonra Rüknu’d-Devle’nin oğlu Fena Husrev’e Adu’d-Devle (Devletin Kolu) mahlasları verilmiştir.

Bu üç kardeş birtakım arkadaşlarıyla birlikte gidip Merdavîc’in yanında yer almışlardı. Merdavîc tarafından İmâdu’d-Devle, İsfahan civarında bulunan Kerç’e memur edilmişti. İmâdu’d-Devle orada yerleşince askerine çok ikram ve iltifatta bulunduğundan, birçok saygın adam gelip onun yanında yer almaya başladı. O zaman halife tarafından İsfahan’ın muhafazasına memur olan Yakut’un yanında bulunan on bin kadar askerin içinde altı yüz kadarı Deylemli olup onlar da İmâdu’d-Devle tarafına meyletmişler idi.

O zaman o taraflarda bulunan askerî sınıfların bir kısmı halife tarafına eğilimli olup birçoğu, özellikle Deylemliler Merdavîc tarafında bulunuyorlardı. İmâdu’d-Devle halife tarafına geçmek üzere Yakut ile haberleşmişse de kendisine önem verilmemişti.

İmâdu’d-Devle ise Deylem emirlerinin büyüklerinden olan Şirzâd’ı çağırıp memnun ederek onu kendisine vezir yaptı ve kuvvet kazandı. Askerini de dokuz yüz nefere yükseltince İsfahan üzerine yürüyüp yapılan muharebede Yakut’un askeri yenilerek kendisi de kaçtı. İmâdu’d-Devle, İsfahan’ı zapt ettikten sonra civarındaki bazı şehirleri de istila etmişti. Dokuz yüz askerle on bin askere galip gelmiş diye her tarafa şan ve şöhreti yayıldı. Halifeye telaş verdiği gibi Merdavîc de ondan ürküp kendisini taltif ile yanına çekmeye çalıştıkça, İmâdu’d-Devle, mazeret göstererek yanına varmaktan kaçınmakta ve bir taraftan da ülkeleri ele geçirerek hüküm sürdüğü yerleri genişletmekte idi. Nihayet Merdavîc’in İmâdu’d-Devle’ye vaat, tehdit ve itaate daveti kapsayan mektubunda, Sana çok sayıda asker göndereyim. Fethettiğin memleketler hep senin olsun. Ben, ismimin hutbede okunmasından başka bir şey istemem, diye yazmış ve bir taraftan da kardeşi Veşmgîr ile İmâdu’d-Devle’yi basmak üzere bir ordu sevk etmişti. İmâdu’d-Devle, bu düşünceyi anladığından iki ay zarfında İsfahan’ın gelirini topladıktan sonra Errecan’ı istila etmiş idi.

Onun üzerine Veşmgîr, gidip İsfahan’a girmiştir. İmâdu’d-Devle ise kardeşi Rüknü’d-Devle’yi Kâzrûn tarafına gönderip Fars Eyaleti’nin gelirini tahsil ederek çok mal ele geçirmiştir. O sırada Yakut tarafından Kâzrûn’a bir bölük asker gönderilmişse de Rüknü’d-Devle maiyetindeki az sayıda askerle o fırkayı perişan etmiştir.

Yakut da mükemmel bir ordu ile İmâdu’d-Devle üzerine yürüyünce İmâdu’d-Devle onun önünden savuştu, Yakut ise onu takip etti. Üç yüz yirmi yılı ortalarında, Kirman yolu üzerinde İmâdu’d-Devle çaresiz kalarak, ne olursa olsun müdafaaya kalkıştı. Süvarisinin hücumunu engellemek için Yakut kendi ordusunun önüne birçok piyade asker dizip, neft yağı şişeleriyle ateş yağdırmaya başladığında, tersine rüzgâr çıkıp neft ateşlerini geri çevirince piyadelerin yüzleri yanıp elbiseleri tutuştu. Piyade süvariye karışınca İmâdu’d-Devle onların üzerine şiddetli bir hücum ile piyadelerini atlara çiğneterek süvarilerinin içine dalmıştır. Yakut’un askeri perişan olarak kimi ölmüş kimi esir olmuştur. Bunun üzerine İmâdu’d-Devle, Şiraz’a varmış, ahaliye aman vermiş ve adaletli davranarak halkı kendisine bağlayıp Fars bölgesini kendi hükmü altına almıştır. Fakat asker, maaş istiyordu, İmâdu’d-Devle’nin elinde ise mal yoktu. Hâlbuki ulufe verilmediği takdirde asker dağılarak yeni teşkil etmiş olduğu hükûmetin yıkılacağı aşikâr olduğundan İmâdu’d-Devle telaşa düşerek sarayının bir odasında düşünürken bir delikten bir yılan çıkıp diğer deliğe girince bir aralık bu yılan kendi üzerine düşmesin diye mehterleri çağırıp, “Şu yılan deliklerini yoklayınız.” dedi. Birkaç kaplama söktüklerinde bir kapı göründü. Açtılar, bir oda çıktı ve odanın içinde on sandık bulundu. Açılınca beş yüz bin altınlık mal çıktı. İmâdu’d-Devle, onları hemen askerine paylaştırarak yok olmaya yaklaşan hükûmetini kurtardı.

bannerbanner