banner banner banner
Akile Hanım Sokağı
Akile Hanım Sokağı
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Akile Hanım Sokağı

скачать книгу бесплатно


Hoşça kalın.

14

Dedikodu.

15

Hükmeden.

16

Delilik belirtisi.

17

Alaycı.

18

Esir.

19

Sebebi.

20

Dinlenme arası, tatil.

4

TEYZEMİN EVİ

Kapıyı bize Güzide açtı. Kendimi bildim bileli Güzide onlarda oturur, arada bir kaybolur, fakat mutlaka geri gelirdi. Hulâsa, ailenin gönüllü ve yakın bir azası gibiydi. Hemen benim boynuma atıldı, Tarık’ın omuzlarını okşadı. Onun muhabbet göstermesi oldukça nadirdir, umumiyetle terstir. Ailenin küçüklerine teyzemden fazla tahakküm eder, teyzeme de, enişteme de kafa tutar durur. Mamafih ona o kadar alışılmıştır, o kadar faydalı ve sadakatine inan vardır ki bu gibi hareketlerine alayla mukabele ederler. Teyzemden galiba biraz çekinir fakat belli etmez, enişteme daha teklifsiz davranır.

Güzide’yi Avrupa seferlerine de götürürlerdi. Âdeta sefaretin bir kâhya kadını gibi idi. Garip olarak kâtipler ve diğer sefaret erkânı, hatta bütün garsonlara kurum satan başgarsonlar dahi ona karşı çekinmeyle karışık bir zaaf beslerler, hiçbir tersliğine aldırmazlardı. Güzide, sefaretlerde sadece davet günlerinde ortadan kaybolurdu. Bunun sebebi galiba hiçbir zaman Avrupaî bir şekil almayan kılık ve kıyafeti idi. Bu, belki de Avrupaîleşmişleri küçük görmesinden, onlarla daima alay etmesinden ileri geliyordu.

Orta boylu, esmer ve elma yanaklı, kara gözleri pırıl pırıl, elleri –daima iş görmekten olacak– sert ve pürtük pürtük. Fakat maddî bakımdan teması hoş olmayan bu el, hasta olduğunuz zaman o kadar sözle ifade edilemeyen bir rikkatle size hizmet eder, bir taraftan sizi diliyle haşlarken, diğer taraftan bu sert ellerin yastığınızı düzeltmesi, başınızı yavaşça okşaması o kadar sıfat verilemeyecek bir teselli ve destek olurdu ki…

Saçları her zamanki gibi sımsıkı, kafasının üstünde bir topuz halinde, çenesinin altında düğümlenmiş bir yemeni ile hep o eski Güzide. Ellerini önlüğüne sildikten sonra, hamal çocuğun elindeki çantaları öyle bir şiddetle çekip aldı ki, bütün çocukluğumu ve ilk gençliğimi bana bir an içinde tekrar yaşattı.

– Sizinkiler sizi dört gözle bekliyor.

– Nasıllar?

– Her vakitki gibi. Teyze Hanım mızmız. Enişte, o Büyükelçi Bey…

Gülüyor ve önde giderken bidüziye başını arkaya çevirip:

– Dikkat ediniz, bizim merdivenler çöker ha, diyordu.

Ben bu eve ilk defa geliyordum. Çünkü, Ankara’dayken teyzem beni nadiren İstanbul’a getirdiği zaman Fatih’teki konaklarına inerdik. Orasını kiraya vermişlerdi. Bu eski, aydınlık bir konak yavrusuydu.

Teyzem bizi merdivenin başında karşıladı. Elâ gözlü, lepiska saçlı (tabiî şimdi boyalı), yüzünün âzâsı sabit, iyi giyinmiş, vakarlı bir kadın. Eniştem merdivenin karşısındaki odasının kapısında bizi ayakta bekliyordu. Bana, kıranta21 devrinden ihtiyarlık devrine birkaç adım atmış gibi geldi. Kır saçları seyrekleşmiş, şakakları tamamen beyazlaşmış, yüzünün alışık olduğumuz kırışıklıkları ve çizgileri artmış, derinleşmişti. Fakat gene de o eski Osmanlı örneği sefir! İnce dudaklarındaki mânidar tebessümlü alay unsuruna karışan şefkat bugün çok bârizdi. O uzun, mütehakkim burun aynı, büyük gözlerinin kenarlarındaki buruşukluklar artık örümcek ağı gibi şakaklarına doğru uzanıyor, iki düz, kır kaşlarının ortasında çok derin tek bir çizgi.

Eniştem beni yanaklarımdan öperken gözleri gözlerimin içini aradı. Teyzem Tarık’ın boynuna sarıldı. İkisinin halinde de, sadece sevdikleri iki insanı görmek sevinci değil, daha fazla, manevî bir yalnızlıktan usanmış, huzursuzluktan bîzar olmuşların alışık oldukları insanları görünce hâsıl olan ve zorla zaptedilen heyecanı seziliyordu.

Eniştemin odasında, bahçeye bakan pencerenin önünde gene o emektar yazı masası, yanında kâğıt dolabı vardı. Üstü derli toplu idi, fakat epeyce yazılı kâğıt ve dosya kalabalığı göze çarpıyordu. Kendi kendime, “Acaba hâtıratını mı yazıyor?” dedim. Odanın iki duvarına koltuklar, pencerenin karşısındaki duvarın dibine de geniş bir divan konulmuştu.

Teyzemle ben, yan yana sedire oturduk. Tarık eniştemin masasının önünde oturduğu koltuğun yanına bir iskemle çekmişti.

İki tarafın ele aldığı mevzular birbirinden çok başka idi, o kadar ki eniştemin dudaklarında, milletlerarası siyaset konusu konuşurken tebessüm alay unsuru birdenbire galip geldi:

– Eski usul harem, selâmlık yapıyoruz. Kadınlar dedikodu, moda, erkekler siyaset ve iş. Haydi, biz de biraz dedikodu yapalım. Senin şu ezelî rakip Hüsnü Sarman gene senin Roma’ya gitmene mâni olmak için epeyce çalışmış…

– Karısı, trende, uzaktan gözüme ilişti. İstanbul’a geldiğine bakılırsa ekâbire tesir yapmak ümidini kaybetmiş olacak. Benim gitmeme mâni olamazdı ama, Roma’ya Nermin’i götürmeme o kadının faaliyeti mâni oldu. (Burada bana bir an baktı.) Artık kongre delegeleri hanımlarını kolaylıkla götüremeyecekler galiba…

– Kâfir, bunu bana daha evvel niye söylemedi? Bu hatun, restoranda benimle konuşan olacak… Demek, benden hınç almak için daktilo dedikodusunu ortaya attı. Kafamdaki acaba vızıltısı gene dindi.

– Teyze, buraya neden Âkile Hanım Sokağı diyorlar?

– Vaktiyle adı öyle imiş.

Eniştem olduğu yerden söze karıştı:

– Karşıki konakta bir Âkile Hanım var. Tam eski biçim. Bütün mahalle ona Muhtar Hanım der. Hani küçükken hikâye yazmaya özenirdin, Nermin… Vakit geçirmeden onu tanı ve dinle…

– Biz, Nermin’le bu üç gün, bayram yapan iki çocuk gibi gezip dolaşacağız.

– Ya biz sizi ne zaman göreceğiz?

Bunu eniştem söylüyor. Teyzem yarı alaylı, yarı sitemli bir sesle gülerek lâfa karıştı:

– Şunlara bak, bize beraber gezmeyi hiç teklif ediyorlar mı?

Eniştem öksürdü:

– Ben zaten gündüzleri pek bir yere çıkmıyorum, yazılarım var. Biz de onları bir akşam, bir tiyatroya veya sinemaya götürürüz.

Güzide başını kapıdan içeriye sokarak sözlerimizi kesiverdi:

– Çantalarını odalarına götürdüm, isterlerse gelsinler. Hamamı da yaktım.

– Ben bu eski eve modern banyolu bir hamam yaptırdım. Sizin odanızla bizim yatak odasının arasında. Eski bir sandık odasıydı.

Bir sandık odasından tam teşkilâtlı modern bir banyo odası olan yeri, Tarık gözlerinde ve dudaklarında tecessüsle karışık hoş bir tebessümle seyretti. Raftaki, eniştemin ve teyzemin tuvalet levazımını birer birer gözden geçirdi:

– Ben teyze hanımın ruj kullandığını hiç tahmin etmezdim. Hele şu enişte beyin tıraş sabununa bak! Paris’ ten gelmiş olacak.

– Sen onları bırak da işini çabuk bitir. Ben yıkanacağım. Malûm ya yemek tam on iki buçuktadır. İhtiyarların yanına biraz erken gidelim.

– Kim demiş ihtiyar! Bizden genç. Enişte Bey her zamankinden fazla Osmanlı veyahut İngiliz ricalini hatırlatıyor. Masanın üstüne bir göz attım, siyasi hâtıratını yazıyor galiba. Bir nevi Türk Churchill’i.

Demek yanılmamıştım. Acaba hâtırat sadece siyasî mi? Ben hamama girdim. Bir duş yaptıktan sonra odaya geldim. Dolaba esvaplarımızı asmaya başladım. Etrafa göz gezdirirken bana bir eksiklik varmış gibi geldi.

– Bana bak Tarık, burada bir tek yatak var, ne yapacağız?

Biz evlendiğimizden beri yan yana iki yatakta yatarız. Ben koyun koyuna yatmaktan hoşlanmam. Tarık da uyku zamanı müstakil olmak isteyen mizaçlardandır. Ben bazan uyumadan evvel, başına elimi koyduğum zaman, yavaşça çeker, elimi öper: “Allah rahatlık versin” der, arkasını dönerdi. Her halde, teyzem de bizim ayrı yatmak âdetimizi biliyordu. Acaba buraya neden tek yatak koymuşlardı? Tarık birdenbire bir bayram günü şevkiyle boynuma sarıldı:

– Koyun koyuna yatarız, küçükhanım.

– Asla…

– O halde bir tekme vurur, beni yere yuvarlarsın. Ben de koltukta uyurum. Haydi, “evet” de bakayım!

Bu, ne kadar bambaşka bir Tarık! O, benim kadar, belki daha fazla uyku zamanı mahremiyetine düşkündü. Acaba o da, eniştem gibi, uyumadan evvel başını okşatmak falan mı istiyor? Acaba? Hemen işi alaya döktüm:

– Bu yaştan sonra artık sarmaş dolaş uyuyamayız, Tarık Bey. Haydi, saat on ikiye geliyor.

Tarık’ın elinden yakaladım, bir yaramaz çocuk gibi eniştemin yazı odasına sürükledim.

O gün, öğleden sonra Tarık’la yola düzüldük, müzeye gittik. Antikalardan ziyade bahçedeki renk renk çiçeğe, bilhassa lale tarlasının rüzgârda dalgalanmasına gözlerim yapıştı, kaldı. Sonra da, Köprü’den bir vapura binerek Boğaz’a gittik. Kanlıca’da çay içtikten sonra, yemek vakti olan saat sekizde eve dönebildik. İstanbul’un sıfat bulunamayacak kadar hususî olan güzelliğinin içime o günkü kadar sızdığını bilmiyorum. İstanbul’a bir değil, binlerce sıfat verilebilir… Ben bunlardan birini düşünemeyecek kadar kendimden geçmiştim. Boğaz’dan İstanbul’a bakarken âdeta biraz sarhoş gibi idim. Fakat bunda azıcık da Tarık’ın hiçbir zaman bu şekli almayan âşık halinin dahli vardı. Bunun saiki ne idi? Tarık’ta bir sevgili ve daimi arkadaştan ayrılacakmış gibi bir vaziyet, itidalli mizacına hiç uymayan sıcak ve taşkın bir düşkünlük vardı.

Yemekten sonra eniştem bir hayli siyasî felsefe savurdu. O günün yüksek idare ve siyaset ricaline dair bir sürü lâf ediyor, Tarık bir şey söylemeden dinliyordu. Bir aralık birdenbire sordu:

– Bu mütalâaları hâtıratınıza koyacak mısınız?

– Hâtıratım bu güne ait değil ki…

Tarık güldü:

– Ne kadar değişirse o kadar eskinin aynıdır.

– “Eller değişti, yumruk gene o yumruk” demek istiyorsun, Tarık. Fakat ben, imkân nisbetinde şahsî mütalâa karıştırmadan, İstiklâl Mücadelesi’nden evvelki ve o esnadaki müşahedeleri kaydediyorum. Başlangıcı bu küçükhanımın henüz doğmadığı yıllara uzanır.

Ben kendi kendime, eniştemin hususî hayatından bir şey sokup sokmayacağını düşünüyordum. Hatta, içimden, bir fırsat bulursam bu hâtırata gizlice göz atmaya bile karar vermiştim. Fakat bu mevzuu unutmaya çalışarak teyzeme döndüm:

– Şu Âkile Hanım Sokağınız hakkında bana biraz malûmat verseniz…

– Sen onu Güzide’yle konuş. O herkesle ahbaptır. Bütün komşuların sırlarını ezbere bilir.

– Güzide bana epeyce yaşlanmış gibi geldi.

– Görünüşte belki… İçindeki enerjinin bir zerresi bile kaybolmamıştır. Hele bizim kiracılar…

– Sizin kiracılarınız da mı var?

– Evet, selâmlığı kiraya verdik. Az ücret alıyoruz. Daha fazla, bu koca evde biraz kalabalık istiyoruz. Gündelikçi kadın, onlara da hizmet ettiği için, evlerinde olup bitenleri bizim Güzide’ye anlatır.

– Ankara’daki gibi gene çok misafir geliyor mu?

– Ekâbir emekli evine pek gelmez. (Güldü.) Fakat gene de çok misafir geliyor. Eniştenin, bilhassa Amerika’ da ve İngiltere’de tanıdığı bir sürü fikir adamı var. Sonra da eniştenin fikrine çok uyan iki Fransız ilim adamı.

Eniştem hemen söze karıştı:

– Malûm ya, İngiltere ve Fransa şimdi emekliye ayrılmış iki millet. İyice uyuşuyoruz.

Bu defa Tarık da bu mevzu ile alâkalı göründü:

– Emekliye ayrıldıktan sonra daha verimli ve esaslı hizmet görmek kabildir sanıyorum.

– Sizin emekli zihniyetini anlayacağınızı sanmıyorum.

– Neden anlayamayacağız? Benim hizmetim yirmi yıla yaklaştı. Biz artık orta yaşlı olduk.

– Yooo, Tarık! Otuzu henüz geçmiş kadın bu gün bir genç kız sınıfından sayılıyor. Kadınlar ondan sonra Hanya’yı, Konya’yı idrak ediyor…

Teyzem gene gülüyordu:

– Bana bak Tarık, hani Washington’da, Nermin’in mütemadiyen seninle dansını kesen bir Amerikalı genç yok muydu? O, birkaç ay için bilmem ne vesile ile Türkiye’yi tetkike gelmiş, bize sık sık geliyor. Gözünü aç, Nermin çok güzelleşmiş.

Birinci akşam yalnızdık. Gece on ikiye kadar konuştuk durduk. Ve ilk defa ben kocamla aynı yatakta uyuyabiliyordum. Kafamdaki “Acaba!” vızıltısı tamamen dinmiş gibiydi. Sabahleyin erken kalktık. Kahvaltıda Güzide ile odamızda bir hayli dedikodu yaptıktan sonra Üniversite’ nin bahçesine gidip dolaştık. Sonra Süleymaniye’yi, daha sonra da Ayasofya’yı gezdik. Tarık’ın İstanbul’da kaldığı üç gün zarfında iç yüzünü öğrenmeye karar vermiş olduğum “Âkile Hanım Sokağı” sakinleri ile pek meşgul olmadım.

İkinci günümüz Adalar’da geçti. Döndüğümüz vakit, Güzide kapıda durmuş, karşıki kiremit renkli kâgir konağın kapısının önünde duran uzun boylu, zayıf bir kadınla, elleriyle işaret ederek konuşuyorlardı. Güzide’nin sesi her zamanki gibi çıngır çıngır, karşıdakinin yavaş, ağır ve kelimeler ağzından tane tane çıkıyor.

– İşte Ankara’dan gelen misafirlerimiz, Âkile Hanım.

– Safa geldiler, hoş geldiler.

Tarık’la ben, karşıda duran kadına başımızla selâm vererek içeriye girdik.

– İşte bu Âkile Hanım’dı…

Güzide’nin sesi heyecanlıydı:

– İşte bütün mahalle ona akıl danışır. Üniversite’den çıkmışları da, dil bilenleri de cebinden çıkartır.

– Tarık gittikten sonra ben de onunla ahbaplık etmek isterim. Sen beni tanıştır, Güzide.

– İyi edersin. Bahçelerinde oturur, hava alırsın. Bizim bahçe hem küçük, hem de kiracıların çamaşırlarından rahat yok ki. Tarık Bey, sizi bugün üç defa Ankara’dan aradılar.

Ben sordum:

– Kim olduklarını söylemediler mi?

Güzide cevap vermeden evvel ikimizin yüzünü de süzdü. Nihayet tereddütlü bir sesle, “Hayır…” dedi.

İşte nihayet İstanbul’da beraber geçireceğimiz son akşam geldi, çattı. Evde, yemekte bir sürü misafir vardı. Bunlar, evvela şu, beni Washington’da mütemadiyen dansa sürükleyen Dick Jones, onun dostu olan bir Amerikalı gazeteci, bir üniversite profesörü, meşhur muharrir Kazım Özlü, bir de Roma sefaretimizin kâtiplerinden aynı zamanda eniştemin yeğeni Burhan Hürsoy idi. O zamana kadar pek az görmüş olduğum bu genç, belki de bu muayyen bir hariciyeli örneğinin ifadesinden başka bir şey değildi. Güzide nefis bir yemek çıkarttı. Şarap buldu, hep İngilizce konuşuluyordu.