banner banner banner
Akile Hanım Sokağı
Akile Hanım Sokağı
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Akile Hanım Sokağı

скачать книгу бесплатно


– Eskiden sokağın adı ne idi, bilmem ama, bugün o sokağa o isim çok yaraşıyor. Ben sokağın yanındaki yokuşta otururum. Orada Âkile adlı bir hatun vardır; bütün sokak ondan akıl danışır.

1

Paralel.

2

Eşitlik.

3

Aydın, okumuş.

4

Burada “çok eski zamanlardan beri” anlamında.

2

ANKARA’DAN GELEN EŞLER

Tarık bu defa Roma’da toplanan bir kongreye giderken her nasılsa benim beraber gelmemi istemedi. Halbuki, ta evlendiğimiz günden beri (on beş yılı geçiyor) her yere beraber gitmiştik. Her zaman, “Dil bilen, içtimaî toplantılarda alâka çeken kadın, hariciyeli bir erkek için en büyük nimettir” derdi. Galiba benim bu kararının sebebini sormamı bekledi. Gözlerini bana çevirmeden, yüzünde haricen hiç bir değişme belirmeden bana baktığını, ne tesir hâsıl ettiğini anlamak istediğini ben onun taş gibi hareketsiz duran tavrından anladım. Hiçbir şey söylemedim. O günden beri hem dalgın, hem de sinirli idi. Tavrında güç bir meseleyi hall için en muvafık tarzı arayan, konuşmaktan çekinen ve aynı zamanda huzursuzluk alâmetleri gösteren bir adam hali vardı.

Tarık’la ben, Belçika sefaretinden sonra emekliye ayrılan ve bir devre mebusluk ettikten sonra İstanbul’daki evlerine çekilen eniştemle teyzemin Ankara’daki evlerinde evlenmiştik. Bütün aile esasen İstanbullu olmakla beraber, ta İstiklâl Mücadelesi günlerinden beri Ankara’ya yerleşmişlerdi.

Babam Şark’taki sonsuz ayaklanmalardan birinde şehit olmuştu. Annemi çocukken kaybetmiştim. Ondan sonra teyzem beni yanına almıştı. Hiç çocukları olmadığı için onları ana, baba bilirim. Babam, annem öldükten sonra hiç evlenmemişti. Hayatı, daima uzak ve hudut bölgelerinde geçen, tehlikeli sahnelerde mühim rol oynamış, hakikî eski Osmanlı ruhunu taşıyan bir miralaydı.5 İki vazife arasında Ankara’ya geldiği zaman teyzeme misafir olur, beni görürdü. Ben eniştemi baba telâkki etmeye alışmış olduğumdan, babam bana seyrek gördüğüm bir amca gibi gelirdi.

Beni nadiren kucağına alırdı. Fakat gözleri uzaktan –şimdi anladığım– garip bir hasretle beni takip eder, hemen hiç konuşmazdı. Üniformasının parlak düğmelerine bayılırdım, sırf onlar için arada bir kucağına tırmanırdım. Her defasında, ceketinin sert çuhası arkasında kalbinin şiddetle attığını, kollarını, vücudunu kımıldatmamakla beraber onların sertleşmesinde, benim boynuna atılmamı bütün varlığıyla beklediğinin farkına –yıllarca sonra, insan ruhunu anlamaya başladıktan sonra– biraz varabiliyorum. Fakat ben hiç onun boynuna sarılmazdım. Dizine sıçrar sıçramaz küçük ellerimle, ceketinin düğmelerini çeker, koparmaya çalışır, kuvvetim yetmeyince de elimin altında gümbür gümbür atan kalbini olanca hırsımla yumruklardım. Her defasında bu kudretli kalp âdeta durur, en acı mağlûbiyet ve yeis karşısında iradesini birdenbire eline alan eski bir asker sükûneti ile o kalın sesi biraz kısılarak enişteme, “Galiba kızıma ceketimin düğmesinden başka bir hatıra kalmayacak,” derdi.

Ben de haşin bir çocuk gayzıyla, “Ben senin değil, Samim Bey’in kızıyım,” der, bizi o yarı müstehzi ve zarif tebessümüyle seyreden eniştemin kucağına atılır, kollarımı boynuna dolardım.

Çok geçmeden babam benim hayat sahnemden çekildi, gitti. Şahadet haberi geldiği zaman teyzemin ağladığını, beni bağrına bastığını, eniştemin biraz kısılan bir sesle, “Nermin artık tamamen bizim çocuğumuz,” dediğini hatırlıyorum.

Ben de, çocukların bazan en hassasında görülen bir katılıkla, “Düğmelerini gönderdi mi?” demiştim.

Eniştemle teyzemin hiç çocukları olmamıştı. Bana karşı hakiki bir baba ve ana mesuliyeti hissederlerdi. Beni iyi yetiştirmek için ellerinden gelen her fedakârlığı yapmışlardı. Bana Türkçe’den başka İngilizce ve Fransızca hocaları tuttular, beni büyük bir itina ile büyüttüler. Çocukluk senelerimde, eniştemin muhtelif sefirlikleri esnasında beni Ankara’da Keçiören’deki evlerinde, teyzemin kaynanasının yanında bir mürebbiyenin eline bırakarak giderlerdi. Fakat on yaşına bastıktan sonra eniştem Washington’a sefir olunca beni de Amerika’ya götürdüler. Bu yüzden İngilizcem çok kuvvetlendi.

Washington’dan, en fazla hafızamda yer tutan şeylerden biri, oranın nehir kıyısındaki kiraz ağaçları ve teyzemin hastalanarak İstanbul’a gittiği sene eniştemin gösterdiği hassasiyetti. Bu ayrılık onun içine işlemişti. Tavrındaki sükûn ve soğukkanlılığa, durup dinlenmeyen fikir faaliyetine rağmen tuhaf bir çocuk tarafı vardı. Teyzem yanında olmayınca mı nedir, bir türlü uyuyamaz, beni uykuya dalıncaya kadar başında bekletir, konuşturur, ben de o uyuyunca ayaklarımın ucuna basarak odadan çıkardım.

Bu konuşmalar arasında kendisi döner dolaşır, teyzemin üstünde dururdu. Teyzemin, benim hiç gözüme çarpmayan hususiyetlerinden bahseder, bazan lafı alaya döker ve yüzünde içine gizlenmiş bir rikkat,6 bir bağlılık olduğunu ihsas ederdi.7 Başucundaki yeşil abajurlu lambanın ışığında yüzünü, garip bir tecessüsle8 seyreder dururdum. Bıyıklar tıraşlı, dudaklar yalnız uykuya dalarken gevşeyen iki ince ve kısık, renksiz hat, burun azametli ve uzun, kaşlar ipince, kafa kocaman, alın geniş… İnsanda hürmet ve biraz çekinmek hissi yaratan bir baş!

Uzun ve ince vücudu yorganın altında uyku anı yaklaşınca biraz gevşer, fakat bu an pek çabuk gelmez; kendi kendisine, bazan da hiddetle, “Sanki neden İstanbul’a gitti, burada doktor yok muydu… İnat, inat,” diye homurdanır, sonra gene, “Elini başıma koy, Neriman, elin teyzenin eli gibi,” diye mırıldanır, sonra birdenbire gevşer, gözlerini kapardı.

Teyzemi aradığını sadece yattığı zaman hisseder ve kendi kendime, erkeklerin karılarını yalnız yatakta istediklerini düşünürdüm. Gündüzleri hep dolu idi. Çay zamanları ve akşamları –eğer bir yere davetli değilse– evde daima bir sürü misafir vardı. Bunların arasında hariciye mensuplarından başka münevver, muharrir ve sanatkâr sınıfından olanlar da bulunurdu.

Ben bu yıllarda misafirlerin yanına girmemekle beraber, sefareti saran telaş ve heyecan bana da sirayet ederdi. Bana ders veren Miss Melon adında bir Amerikalı hoca ile Amerikan tarihini ve edebiyatını okurken, odamızın altındaki salondan yükselen seslere ikimiz de kulak verirdik.

Hocam, galiba gelir gelmez, aşağıda Butler’i yakalar, ondan misafirlerin kimler olduğunu öğrenirdi. Çünkü dersin ortasında birdenbire bir İngiliz muharririnin, bir meşhur Hintli’nin, bir Fransız veya İtalyan romancısının ismini zikrederdi. Fakat kendisi yerli olduğu için, Amerikalı misafirlerle hiç alâkadar değildi.

Bir aralık eniştem, iki ay izinle İstanbul’a gidip teyzemi getirmek için çalışıyordu. Akşam yemeklerinde eğer yalnız olur da beni sofrasına çağırırsa, yarı hiddetli, yarı heyecanlı, “Bu defa ne derse desin onu sürükleyip getireceğim,” diyordu.

Gene bu aralık sefarete intisap eden9 bir genç kâtiple eniştem çok alâkadar oluyordu. Umumiyetle sefaret mensuplarıyla konuşurken, bütün nezaketine rağmen biraz yukarıdan baktığı hissini veren eniştem ona tamamen bir arkadaş, hatta fikrine ehemmiyet verdiği kendi mevkiinde bir insanmış gibi muamele ediyordu. Kendi bulunmadığı zaman, mühim meseleleri ona havale etmeye karar vermiş olduğunu anlamıştım. Çünkü yalnız yemek yediğimiz akşamlar ekseri o da gelir, yemek esnasında benim aklımın eremeyeceği bir takım işler konuşurlardı. Fakat benim onu bundan evvel ilk defa tanımam şöyle oldu:

İstanbul’a hareketten epeyce evvel, eniştem sefirler şerefine bir kokteyl parti tertip etmiş, ben de ilk defa sefaretin resmî partisinde bulunmuştum. Eniştem bana, “Sen evin kızı sıfatıyla misafirlerle meşgul olacaksın, Nermin, Miss Melon da yanında bulunacak, sana yardım edecek,” demişti.

Fakat ben kendi başına bambaşka bir âlem olan konuşmaları, tavırları bana biraz gösteriş gibi gelen toplantıdan biraz sıkılmıştım. Eniştemin beni “yeğenim” diye takdim ettiği adamlarla ne konuşacağımı bilemiyordum. Bir sürü süslü, gösterişli kadınlar da vardı. Eniştem bu birbirine benzeyen veya benzemeyen her misafire karşı kendine mahsus bir tavır alıyordu. Halbuki ben saklanmak için delik arayan bir hayvan yavrusu idim. Ellerim soğuk, ter içinde, nereye bakacağımı kestiremiyor, davetlilerin sefarette ilk defa gördükleri bu Türk kızına alâkaları beni bütün bütün şaşırtıyordu. Bereket versin, Miss Melon imdadıma yetişiyor, kendisini takdim ediyor, uzun uzun konuşuyordu.

Kabul salonunun yanındaki büyük odada orkestra harekete geçmiş, dans başlamıştı. Biraz ötede bir genç alayı gözleriyle dansa davet edecekleri kadınları seçiyorlardı. Birdenbire arka taraftan bir adam yanıma geldi, eğildi, beni dansa davet etti ve hemen yakalayıp dans salonuna geçirdi. Bıyıkları kısa kesilmiş, siyah gözleri keskin, burnu kısa biraz buldogvâri, orta boylu, iyi giyinmiş, yakışıklı bir adamdı. Tavrı serbest, anlaşılan cemiyet hayatının bütün teferruatına aşina, kendinden emin bir gençti. Mamafih, genç derken tereddüt ediyorum, çünkü yaşı her halde ileri olmamasına rağmen o kadar görmüş geçirmiş, o kadar olgun, o kadar hareketlerinde tereddütsüzdü ki…

Ben onu evvela Amerikalı sanmıştım. Fakat dans salonuna geçip de beni bir tüy imişim gibi kollarının arasında çevirirken kulağıma eğildi, Türkçe olarak, “Enişteniz yakında İstanbul’a giderse siz burada mı kalacaksınız?” dedi.

Sonra ben sualine cevap vermeden kendi kendisini takdim etti. Sefarete yeni intisap eden Tarık Tamar adlı kâtip olduğunu söyledi.

Kendi dilimi konuşan ve aynı zamanda samimî ve tabiî bir tavır alan bu adama kendimi o kadar yakın hissetmiştim ki, sıkılmadan ben de konuşmaya başlamıştım. Fakat çok sürmeden sarışın, uzun bir Amerikalı genç, dansı kesmiş, beni yakalamış, sağa, sola çevirmeye başlamıştı.

Tarık, işte bu akşamdan sonra bizde yalnız olduğumuz akşamlar yemek yiyordu. Fakat bu ilk tesadüfteki alâkayı, yakınlığı hiç göstermiyordu. Esasen hep eniştemle benim pek aklımın ermeyeceği meseleler konuşuyorlardı. Lakırdı arasında gözleri bana tesadüf ederse bir boş duvara bakıyormuş, beni hiç görmüyormuş gibiydi. Bazan sabahları da geliyor, eniştemin odasında çalışırken, eniştem beni çağırıyor, kütüphanesinden bazı kitaplar istiyordu. Bazan da onlara, bir tepsi üstünde içecek bir şey götürüyordum. Çünkü bu nevi çalışmalarda eniştem garsonun odaya girmesini istemiyordu. Fakat Tarık nezaketle elimden tepsiyi alıyor, beni görünce daima eğilerek selâm veriyor, fakat hiç konuşmuyordu.

Eniştem İstanbul’a teyzemi getirmek için gittiği zaman, Miss Melon da beni New York’a götürmüştü. Tabiî o esnada Tarık’ı hiç görmemiştim.

Washington’a döndüğü zaman, resmî ve hususî bütün toplantılarımızda teyzem hâkimdi. İngilizcesi pek kuvvetli olmadığı için beni daima yanına çağırırdı. Hulâsa hariciye hayatının içtimaî taraflarını, teyzeme iki yıl çıraklık ettikten sonra kavradım. Bu iki yıl zarfında Tarık’la da daha fazla konuşuyorduk, mamafih vaziyetinde bana karşı bir zaafı olup olmadığı belli değildi. Fakat teyzemin gelişi bizi daha fazla birbirimize yaklaştırmıştı. Bununla beraber aramızda flörte benzeyen bir hal yoktu. Hatta, kadın-erkek münasebetlerine dair sefaretlerde tabiî olan dedikodulardan dahi bahsetmezdi.

Washington’dan ayrılacağımız yılın sonlarına doğru, gene sefarette danslı bir kokteyl parti veriyorduk. O yıl artık ben de on sekiz yaşıma basmış, biraz geç de olsa gençlik hayatının çağlayan gibi akıp giden cereyanına kendimi kaptırmış gibi idim.

Eniştemle henüz bir dans bitirmiştim ki kapının önünde teyzem, Tarık da yanında ayakta durmuş, bana yanına gelmemi işaretle bildirmişti. Her zaman sakin görünen Tarık’ın halinde bir heyecan sezer gibi oldum.

Teyzem, “Bu dansı Tarık’la yaptıktan sonra seninle konuşmak istiyorum,” dedi.

Dans başlayınca Tarık bir iki defa beni çevirdikten sonra kolumdan tuttu, büfeye âdeta sürükledi.

– Size mühim bir şey söyleyeceğim, Nermin Hanım.

– Hayrola!

– Ben sizi teyzenizden istedim. Benimle evlenir misiniz?

– Çok ani bir teklif. Nereden aklınıza geldi, diye güldüm.

– Öyle, öyle ama, enişteniz yakında Washington’dan ayrılıyor. Ben Başkâtip olarak kalacağım. Ankara’da sizi isteyen çok olacaktır. Fırsatı kaybetmek istemiyorum.

Hayretle yüzüne baktım. O zamana kadar taştan dökülmüş gibi duran kısa burnunda, kesik bıyıklarının altındaki kalın dudaklarında garip bir titreme vardı. Gözlerine baktım. O siyah, parlak ışıklar, fırça gibi sık kaşlarının altında birer siyah alev gibi parlıyordu. Şaşırdım.

– Müsaade edin de bir defa teyzemle konuşayım.

Kolumu tuttu, sıktı.

– Beni seviyor musunuz?

– Siz beni seviyor musunuz?

– Öyle olmasa size talip olur muydum?

– Peki ama ben sizi Miss Melon’un yeğeni Edith’e vurgun sanıyordum.

– Vurgunluğun binbir şekli vardır, küçükhanım. Evlenmek sadece vurgunlukla olamaz, bütün bir hayat içindir. Bütün bir ömrü beraber, el ele geçirmek sadece vurgunluktan daha çok derin şeylere bağlıdır.

O zamana kadar bana karşı aşka benzer bir his göstermeyen Tarık’a benim içimden zaman zaman gelip geçen alâkanın mahiyeti hakkında düşündüm durdum. Evet, Tarık’la evlenmemiz öyle romanlara geçecek bir sevda macerası ile olmadı. Evlenmek kararı on günde alındı. Eniştemle teyzem benimle on sekiz yaşında bir kız değil, otuzu geçkin bir kadın imişim gibi konuştular. Bir kızın en romantik hadisesi olması tabiî gibi görünen evlenmek, bana âdeta dinî ve kutsal bir hadise gibi aşılandı.

Başımı önüme eğip “peki!” dediğim zaman Tarık’tan aşk sahneleri beklemedim. İstanbul’a hareket etmeden on gün evvel, sefarette bir nişan merasimi yapıldı. Nikâhımız ve düğünümüz Ankara’da olacaktı. Biz Washington’dan ayrıldıktan sonra, Tarık bunun için iki ay izin alıp gelecekti. Washington’daki bu on gün zarfında, iki nişanlı olarak yalnız dolaştığımız zaman, bütün aşk gösterisi, sinemada elimi tutmak –o da karanlık olduğu için– arada bir de veda ederken yanaklarımdan öpmek oldu. Bazan da kolunu belime dolardı. Halbuki ben, bir erkek dudaklarının bir kızın dudaklarına ilk defa dokunduğu zaman –Amerikan romanlarında tarif edilen– insanı kendinden geçiren harikulâde hissi öyle merak ediyordum ki… Garda bizi teşyi ederken10 de iki yanaklarımdan öptü. Fakat ne onda, ne de bende fevkalâde bir heyecan yoktu. Halbuki, bizi uğurlamaya gelenler arasında, danslarda beni daima başkalarının –bilhassa Tarık’ın– kollarından kapıp alan o sarışın Amerikalı genç, öyle bir iştiyakla bana bakıyordu ki, bir an için âdeta dudaklarını dudaklarımda hisseder gibi olmuştum.

Eniştemle teyzem Ankara’da, Keçiören’deki evlerinde bize bir daire döşediler. Tarık gelir gelmez düğünümüz, nikâhla beraber yapıldı. Merasim hayli şatafatlı idi.

Eniştem çok geçmeden Belçika’ya Sefir, Tarık da İngiltere Sefareti’ne Başkâtip oldu.

On beş sene en iyi geçinen, birbirine arkadaş ve dost, birbirine güvenen bir çift gibi yaşadık. Ne kavga, ne gürültü oldu. Hatta ateşli münakaşalar bile bu devirde kendisini göstermemiştir. Fakat ne de olsa ateşi eksik bir münasebetti. Mamafih, herkesin gıpta ile bahsettiği bir evlilik hayatı!

Ben, memlekette veya hariçte, iyi giyinen, davetleri sakin fakat muntazam, etrafını da, evini de iyi idare eden bir kadın diye tanındım. Teyzemin bir nevi kopyası… Fakat Tarık’ın eniştemin kopyası olduğunu söylemek katiyyen mümkün değildi.

Daha evvel, bir aralık Tarık Cenubî11 Amerika’da uzun müddet Müsteşar olduğu zamanlar, gene muayyen bir yerde değil, fakat memleket harici, birbirini takip eden, kısa veya uzun süren kongrelere beni daima götürürdü. Bensiz Avrupa’ya gidemeyeceğini daima tekrar ederdi. Hatta bir defasında gebe olduğum halde beni zorla götürdü. Bereket versin, çocuk dört aylıkken düştü, bir daha da çocuğumuz olmadı. Galiba bir taraftan ideal, öbür taraftan ateşi eksik münasebet bilhassa bereketsiz oluyor. Tarık’ta da çocuklara düşkünlük yoktu. Gerçi ben ana olmak isterdim ama bu dopdolu hayatta Tarık’ın mütemadiyen nüfus çoğalmasından dünyanın düştüğü tehlikeli vaziyetten bahsetmesinden dolayı olacak, bu analık arzusu içimde gizli kaldı.

Bütün bu on beş senelik hayatımızda Tarık bana tek defa kıskanmak fırsatını vermedi. Bütün kadınlara nazik davranır, lâzım gelen ölçülü komplimanları yapar, fakat hiçbirine, hatta en güzeline, kendisine sulanan en aşüftesine bile zaaf gösterdiğine şahit olmamıştım. O kadar ki, Ankara sosyetesinde bayanlar kocalarının kâtip ve daktilo kadınlara düşkünlüklerinden şikâyet ederken ben gülerek dinlerdim. Hatta bazan acı dahi olsa, kıskançlık hissini tecrübe etmek istediğimi söylediğim zaman ahbaplarım bir ağızdan beni haşlar veyahut yapmacık yaptığımı iddia ederlerdi. Yalnız bu defa Roma’ya giderken beni götürmek istememesi bana garip geldi. Acaba!

İşte bu acaba, beni bir gün, bir bahane bularak, Tarık’ın dairesine sevketti. Kapıdan içeriye ayak atar atmaz gözlerim dişi mahlûkat, bilhassa daktilolar arıyordu. Her odaya bir tanesi girip çıkıyor, ortalıkta vızır vızır dolaşıyorlardı. Hemen hepsine güzel ve genç denilebilirdi. Bilhassa bir tanesi bana sosyetemizin süslü hanım sınıfının en güzide âzası olabilecek kadar makyajı da, kılığı kıyafeti de kusursuz göründü.

Tarık odasında, masasının başında oturmuş, kâğıt imza edip duruyordu. Dairesine ilk defa gittiğim için biraz hayret etmesi lâzımdı. Fakat onun, o siyah gözlerinin arkasından geçenleri keşfetmek mümkün değildir ki… Niçin geldiğimi sormasını bekledim, sormadı.

– Tarık, ben bugün içimde verdiğim bir kararı sana söylemeye geldim.

Güldü:

– Akşam söyleyemez miydin?

– Geldiğime kusur mu ettim?

– Yooook!.. Söyle bakayım.

Elinde kalem, gözlerini “Haydi, diyeceğini de…” der gibi bir hali vardı.

Ben bir şey söylemeden karşısındaki koltuğa oturdum, bir sigara yaktım:

– Sen Roma’da iken ben İstanbul’a gidip teyzemde kalmaya karar verdim.

– Bunu konuştuk zannediyordum. Birkaç gün kalır, gelirsin.

– Hayır, sen dönünceye kadar İstanbul’da kalacağım.

– Niçin?

– Artık Ankara sosyetesinde benim için bir yenilik yok. İstanbul’un bir arka sokağındaki konak hayatını merak ediyorum. Üç yıldır Lâleli’nin o sokağındaki evlerini ziyaret etmedim.

Tarık gözlerini kaldırdı, beni ilk defa görüyormuş gibi gözden geçirdi:

– Sen henüz genç ve güzelsin, ben yokken davetlerde flört yapar, eğlenirsin. Burada kal!

Gene bir acaba…

– Kıskanmaz mısın?

– Ne münasebet!.. Ha, şu kâğıtları getir, masanın üstüne koy.

Odaya birinin girdiğini nasıl sezmişti?

Ben gözlerimi kapıya çevirince, daktiloların en güzeli olan o Sevim adlı genç kızı, elinde bir tomar kâğıtla gördüm. Her halde ayaklarının ucuna basarak girmişti. Demek Tarık onun girdiğini havadan sezmişti.

Acaba?

Daktilo bayan geldi, Tarık’ın arkasından eğildi, kâğıtları masanın üstüne, tam önüne koyarken güzel elâ gözleri beni süzüyordu. Belki konuştuğumuzu da işitmişti. Her ne ise… Kâğıtları masanın üzerine bıraktıktan sonra da kolunu Tarık’ın omuzundan çekmedi, arada bir, kırmızı boyalı parmağını kâğıdın üzerine uzatıyor, bir noktasına işaret ediyordu. Bu bana biraz gösteriş gibi geldi. On beş yıldır duymadığım bir sızı göğsümde belirdi. Acayip sızı… Aynı zamanda, kafamın içinde şüphe denilen vızıltı… Sevim bana bakmadığı halde, bana nispet ediyor hissini veriyordu.

Tarık hiç farkına varmamış gibi bidüziye:12

– Ha, şurası, ha, şu mesele, deyip duruyor, işaret edilen kelimelerin altını çiziyor, Sevim’in bu hareketini tabiî görüyordu. Demek, bu güzel, çıplak kolun omuzuna yapışıp kalmasına alışık! Acaba?

Biraz sonra:

– Al, götür, dedi.

Ancak o an Sevim’in kolu omuzundan kalktı, gitti. Ondan sonra hiç belli etmemesine rağmen Tarık’ın gözlerinde bir sual işaretinin bana çevrildiğini sezer gibi olmuştum. Belki de vehimden ibaret… Acaba?

Kız odadan çıkınca Tarık ayağa kalktı:

– Sen şimdi git. Bu meseleyi akşam konuşuruz, dedikten sonra, benimle beraber odadan çıktı, beni merdivene kadar teşyi etti, sonra karşıdaki bir kapıyı açarak içeriye girdi. Odadan kadın sesleri geldiğine göre her halde daktiloların odası olacak.

O akşam biraz dalgındı İstanbul projemi dinledi.

– Ben de seninle gelir, teyzeni, enişteni ziyaret ederim.

– İstanbul’dan mı uçacaksın?

– Hayır, Ankara’da biraz daha işim var. Döner, iki gün burada kalır, buradan uçarım.

– Senden başka kimler gidiyor?

– Birkaç kişi…

– Kâtip filan yok mu?

– Henüz bilmiyorum. Döviz meselesi ne kadar sıkı, biliyorsun. Belki de sefaretteki kâtip elemanını kullanırız.

Kafamdaki vızıltı biraz ara verdi. Gerçi ikide bir tekrar acabalar başgösteriyordu. Ama, İstanbul’a gidinceye kadar henüz evlenmişiz gibi Tarık mütemadiyen benimle meşgul oluyordu. 1955 yılının Eylül’ünde İstanbul’a hareket ettik. Evi, yüksek bir fiyatla üç ay için Amerikalılar’a kiralamıştık.