Читать книгу Yalan (Yücel Tahsin) онлайн бесплатно на Bookz (5-ая страница книги)
bannerbanner
Yalan
Yalan
Оценить:
Yalan

4

Полная версия:

Yalan

Ama, pazartesi günü, Cadillac’tan Yunus yerine dostunun indiğini görünce oldukları yerde donup kalan arkadaşlarının yuvalarından fırlamış gözleri önünde, ağır ağır okulun ana kapısına doğru ilerlerken, birdenbire gözyaşlarının kaynağının kurumuş olduğunu ayrımsadı. Bir daha hiç ağlamadı, dostunun yokluğunu nerdeyse kanında, iliklerinde duyup başını duvarlara vuracak ölçüde acı çektiği dakikalarda bile. Gene eski sessizliğini sürdürdü. Derslerde, hocalardan da gelse, kendisine yöneltilen soruları ya baş sallamalarla geçiştirdi, ya da, kaçınılmaz olunca, tek sözcüklük yanıtlar verdi, çünkü, sözlerini azıcık uzatacak olursa, o yaşarken hep onu dinlediği, dinlerken de yüreğinin vuruşundan beyninin algılama gücüne varıncaya kadar, tüm varlığını onun kekelemesine ayarlamış olduğu için, tıpkı Yunus gibi kekelemeye başlamaktan korkuyordu. Kekelemek kötü bir şey değildi kuşkusuz; tam tersine, Yunus’un ayırıcı niteliklerinden biri olduğuna göre, konuşma biçimlerinin en güzeliydi; ancak, kekeleyecek olursa, bu hiç sevmediği insanlar kendisine güler diye korkuyordu. Kendisinin gülmesine gelince, söz konusu bile değildi: Yunus’un ölümü beslendiği tüm kaynakları kurutmuş gibi, onunla gelmiş olan gülme yeteneği de yokolup gitmişti sanki. En azından, o böyle görüyordu durumu, tüm kazandıklarını yitirdiğini, Yunus’un gelişinden önceki donuk öğrenciye dönüşmekte olduğunu sezinliyordu.

Böylece, kendini fazlasıyla beceriksiz, fazlasıyla bilgisiz, fazlasıyla gereksiz bulduğundan, üstelik, Yunus’un öldüğünü duyduğu anda gelen bir esinle, kendisinin de çok yakın bir gelecekte bu dünyadan ayrılacağına inandığından, her şeye uzaktan bakıyor, hiç kimseyle hiçbir şeyi konuşmak istemiyordu. İlk günlerde, arkadaşları da pek istekli görünmüyordu buna. Yunus’un ölümü karşısında öylesine sarsılmışlardı ki onu anımsatacak bir şey yapmaktan kaçınıyor, sevgisini alaya aldıkları, böylece Canan’ın uzaklaşmasına neden oldukları için, belki de her biri bu ölümden kişisel olarak kendini sorumlu tutuyor, suçu unutmak ve unutturmak düşüncesiyle ondan söz etmemeye özen gösteriyorlardı. Gene de, yavaş yavaş, özellikle adı çalışkana çıkmış öğrenciler, bu arada kimi öğretmenler, Yunus bu dünyadan göçtükten sonra üzerlerinden bir ağırlık kalkmış gibi bir duygu içinde yaşıyor, bundan böyle yanlışlarını, saçmalıklarını ortaya çıkaramayacağını, şakalarının bayağılığını saniyesinde gözle görülür kılarak kimsenin yüzüne bakamaz duruma getiremeyeceğini düşünerek daha rahat soluk alıyor, Yusuf’a da o dönemin kötü bir anısı olarak bakıyorlardı. Bu sönük ve sessiz çocuğun günün birinde Yunus’un yerini alma olasılığına gelince, böylesine aykırı bir şeyi uslarından bile geçirmiyorlardı.

Gene de, ilk haftalardan sonra, ortaya Yunus’un karşı çıkacağı türden bir görüş atıldı mı, çoktan yerleşmiş bir özdeşleştirme sonucu, ama daha çok bir tür öç alma isteğiyle, kimi sınıf arkadaşları gözlerini hemen onun üzerine dikmeye başladılar. Daha sonra, gizliden gizliye Yunus’a yönelen bir meydan okumayla, ikide bir çetrefil sorular sordular ona. Yusuf Aksu, oldukça uzun bir süre, ya hiç yanıt vermedi, ya da “Bilmiyorum,” deyip başını çevirdi. Ama, en inatçılarından biri, babasının ne iş yaptığı sorulunca, şaşmaz bir biçimde, önce “Şoför!” yanıtını verip arkasından “Ama elli kamyonu, on beş taksisi var!” diye ekleyen Kıvırcık Besim, bir gün, Yunus’la çoktan sonuca bağladıkları bir konuda, meydan okumayı alaya dek götürünce, Yusuf birden patlayıverdi. Hem de ne biçim! Bir yandan o çok derinlerden gelen, yumuşacık ve uyumlu sesiyle, sözcüklerini duru bir su gibi art arda sıraladığını, bir yandan her sözcüğü on parçaya bölerek kekelediğini duyuyor, bir yandan da sanki Yunus ölmemiş de şu ya da bu biçimde gelip içine yerleşmiş, bu sözleri söyleyen de oymuş gibi bir yanılsamaya kapılıyordu. Uzun mu, kısa mı konuştu, hiçbir zaman bilemedi; ama, konuşması bittiği zaman, çocukların büyük çoğunluğunun gözlerinde bir hayranlık parıltısıyla kendisini dinlediğini gördü; ne zamandır ilk kez mutluluğa benzer bir şeyler kıpırdadı içinde; Yunus’un güleç yüzü gözlerinin önüne geldi; yanlış bir iş yapmış gibi kızararak başını önüne eğdi. Sonra, anladı ki benzersiz belleği bir kez daha yardımına koşmuştu: Tchang Tcheng Ming’in, Vigenère, Duret ve van Ginneken’in düşünceleri konusunda Yunus’tan dinlediklerini anlatarak çevresinde kendisine gülmek için toplanan bunca insanı büyüleyivermişti.

Tuhaf bir rastlantıyla, aynı günün gecesi, düşünde de üç aşağı beş yukarı aynı şeyi yineledi: yer aynı, yüzler aynı, soru aynı, yanıt aynıydı; ancak, bu kez her sözcüğü bedeninin derinliklerinden, belki de bilek damarlarından sökerek çıkardığını, bu nedenle, uzun uzun kekelediğini iyice ayrımsıyordu; ayrımsayamadığı tek şey kekelediği sözcüklerdi. Gene de o günün ve o gecenin anısını yalnızca bir kez yaşanan bir mutluluğun anısı olarak sakladı.

O günden sonra da kışkırtmaların altında kalmadı; zorla tartışmaya çekilince, Yunus’un benimsemeyeceğini düşündüğü görüşlere gene tüm gücüyle karşı çıktı. Böylece, gülme ve sevinme yeteneğini tümüyle yitirmiş olduğundan kuşku duymamakla birlikte, benliğine Yunus’un kattıklarının onun ölümüyle silinmediğini, daha da iyisi, şimdi Enis beyin kendisini nüfusuna geçirmesinden, bir başka deyişle, Yunus’un yasal kardeşi durumuna getirmesinden sonra, her şeyi eskisinden daha iyi kavradığını, bu arada, dostunu dinlerken belleğine yerleştirdiği ilginç bilgiler ve parlak düşünceler bir yana, ansiklopedilerden eskisinden daha çok ve daha iyi yararlandığını, öğrendiklerini de yeri geldikçe nerdeyse gerektiği gibi kullanabildiğini gördü. Hatta, zaman zaman, Yunus’tan bunca kısa bir sürede bunca çok şey öğrenebilmiş olmasına herkesten çok kendisi şaştı: çok şey biliyordu, bildiğini oldukça düzgün anlattığı da açıktı.

Hiç kuşkusuz, şimdi, Yunus öldükten sonra, hem konuşacak kimsesi bulunmadığı, hem acısını unutmak umuduyla sürekli bir şeylerle uğraşmak istediği, hem de artık aradığı her bilgiyi bulabilecek durumda olduğu için, ansiklopedilere daha çok zaman ayırıyor, her şeye hazır olmak amacıyla, sürekli olarak onlara sığınıyordu. Bu ikili destekte, Yunus’un payının çok daha büyük olduğundan kuşkusu yoktu. Zaman zaman, özellikle de bir tanımın ya da bir düşüncenin usuna birdenbire doğuverdiği anlarda, bir göz kamaşması içinde, öylece susup kaldı, bu tanımı ya da bu düşünceyi daha önce Yunus’tan dinleyip dinlemediği konusunda kuşkuya düştü; ama, hemen her seferinde, hele kişisel düşünceler söz konusu olunca, içinde kendi yerine Yunus’un düşündüğünü, Yunus’un konuştuğunu duydu hep. Bu yüzden olacak, ondan öğrendiklerini yinelerken, hep kekeliyormuş gibi bir duyguya kapıldı. Kısacası, yaşamına Yunus’un getirdiği ışığın bir parçası hep kalmıştı, sürükleyip götürüyordu onu, geri yanı zifir gibi bir karanlık bile olsa.

Ne olursa olsun, sınıf arkadaşları kendisine yıllar önce taktıkları “Hoca” adını o yıl daha sık kullanır oldular. Kendisi de, özellikle Yunus’un ölümünden bu yana, daha çok orta yaşlı bir adamı çağrıştıran seyrelmiş saçları, sararmış yüzü, zayıf bedeni, ağır devinimleriyle bu adlandırmayı haklı çıkardı. Bu arada, alışılmış sessizliğini hiçbir zaman tam olarak üzerinden atmasa bile, dillere ve dilbilime gittikçe daha çok verdi kendini. Yunus’un yapay bir buluş, bir yalan aracı diye küçümsediği dil olgusu bir bakıma onunla özdeşleşmenin başlıca yolu olarak en çok uğraştığı konu durumuna geldi. Biraz da bu yüzden, koleji bitirdiğinde, bir fakülte seçmesi gerekince, hiç duralamadan, “İngiliz dili,” dedi. Annesiyle Enis beye gelince, biricik yaşama nedeni olarak gördükleri Yusuf Aksu’ nun isteğine karşı çıkmaları söz konusu olamazdı. Tam tersine, ikisi de tüm yaşamlarını ona adamış görünüyordu: Enis Aksu, durumlarında hiçbir pürüz kalmaması için, Yusuf’u kendi nüfusuna geçirmekle de yetinmeyip Refika hanımla sessizce evlenmeye karar vermiş, kararı coşkuyla olmasa bile saygıyla benimsenmişti. Şimdi eskisinden de rahat görünüyorlardı, bazı bazı Refika hanım, köşesinde bir şeylerle uğraşırken, eskiden de olduğu gibi, “Gül yüzlülerin şevkine gel nuş edelim mey,” diye mırıldanmaya başladı mı Enis bey de, yüzde doksan, “İşret edelim yâr ile şimdi demidir hey,” diye tamamlamaktaydı, öyle ki Yusuf Aksu bir akşam rakı almak üzere evden çıkıp da bir daha geri dönmeyen adamın Enis bey ya da onu çok yakından tanıyan biri olup olmadığını düşünüyor, ama, hemen sonra, böyle saçma şeyler düşündüğü için, yüzünün kızardığını duyuyordu: en iyisi olayı şarkının çekiciliğine ya da annesinin yeni kocası üzerindeki etkisine bağlamaktı.

Böylece, Refika hanım, geleneksel tüllü şapkasını, geleneksel kara tayyörünü ve dantel yakalı ak bluzunu bir kez daha giydi, Yusuf Aksu, bu önemli gün için özel olarak yaptırtılan lacivert giysisini, tıpkı ilk kez kolejin yolunu tuttukları günkü gibi, anne önde, oğul arkada, Enis beyin kocaman Cadillac’ından inip Edebiyat Fakültesi’nin kapısına yöneldiler. Ne var ki, Refika hanım yıllar öncesinin giysisiyle belirli bir değişmemişlik yanılsaması yaratabilse bile, Yusuf Aksu, yeni ve çok sevdiği bir soyadıyla, ama burada da kalçalarına sonradan, iğreti bir biçimde takılmış gibi görünen, incecik bacaklarının üstünde, şimdiden kamburlaşmış bir sırtla, çiçeği burnunda bir üniversiteliden çok, oradan oraya koşan, gürültücü öğrenciler arasında yaşamaktan bıkmış, geçkin bir hocayı andırıyordu. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde, sınıfa ilk girişinde, kürsüye kurulmak yerine, sıralara yönelmesi yeni sınıf arkadaşlarını şaşırttı. Sonraki günlerde, sabahları, fakülteye benzerlerini ancak filmlerde gördükleri kocaman arabayla gelmesi, öğleleri, büyük bir olasılıkla karnını doyurmak için, en az yarım saat süresince, camlarından içi görünmeyen bu arabada kalması çevresinde yoğun bir gizlem havası yaratarak başka bir gezegenden gelmiş bir yaratık gibi görülmesine yol açtı. Sınıf arkadaşlarıyla konuşmaktan kaçınması, hatta onları görmezmiş gibi davranması da bu izlenimi artırdı. Daha çok uzaktan izlediler onu.

Kısa bir alışma döneminin ardından, usul usul yanına yaklaşarak kendisiyle konuşmayı deneyenler olduysa da tek sözcüklük yanıtlarından ölümlülerle dostluk kurmaya istekli olmadığı sonucunu çıkararak geri çekildiler; ama, fazla yorgun ve fazla yaşlı görünmesi, dolayısıyla içlerinden biri olmaması nedeniyle, tutumunu pek de aykırı bulmadılar; tam tersine, zaman zaman, kendisine yöneltilen sorulara, o herkesi derinden etkileyen sesiyle, soruldukları dile göre, yanlışsız ve vurgusuz bir ingilizce ya da türkçeyle verdiği kısa ve kesin yanıtlarla hocaları şaşkına çevirmesinden olağandışı bir öğrenci karşısında bulundukları, bugün sınıfta sözü edilen bir kitabı ertesi gün çantasından çıkararak bir yandan okuyup bir yandan satırların altını çizmesine bakarak bulduğu yanlışları düzelttiği, dolayısıyla, İngiliz dilini ve edebiyatını, İngiliz uyruklular da içinde olmak üzere, tüm hocalardan daha iyi bildiği sonucunu çıkardılar; böylece, Yusuf Aksu’ya Amerikan Koleji’nde verilen adı bu kez de onlar koydular. Eski sınıf arkadaşlarından biriyle karşılaşan bir öğrenci kolejde de aynı takma adı taşıdığını ve dil konusundaki özgün görüşleriyle tanındığını öğrendi. Bu arada, ister istemez Yunus’tan da söz edildiğinden, ya anlatan iyi anlatmadığı, ya dinleyen iyi dinlemediği için, Yusuf Aksu’ nun kimliği büyük ölçüde unutulmaz arkadaşının kimliğiyle karıştırıldı. Sonuçta, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünün birinci sınıf öğrencileri “yaşlı” arkadaşlarına kolejlilerinkinden çok farklı bir gözle bakmaya başladılar: bir yandan dil konusunda ürettiği sanılan kuram kırıntılarını yalan yanlış demeden tüm fakülteye yayarken, bir yandan da, kolejdeki sınıf arkadaşlarınınkinin tersine bir yönelişle, olağandışı öğrenci etkinliklerini gurur ve hayranlıkla izlediler. O da kendilerini hiçbir zaman düş kırıklığına uğratmadı doğrusu.

Bununla birlikte, Yusuf Aksu yeni durumundan hiç de hoşnut değildi: fakültede birkaç tutarsız ders dinlemek için, haftanın beş günü “tatsız” bir kalabalık ortasında sürüklenmek zorunda olmanın sıkıntısı bir yana, her konu en iyi ansiklopedilerde işlendiğine göre, yapılabilecek en iyi öğrenimin ingilizcesini kusursuzlaştırmasını sağlayacak bir öğrenim olduğu düşüncesiyle girdiği bu bölümde, çelişkin bir biçimde, bir yandan verilen yabancı dil bilgisinin geldiği kurumda öğrendiklerinin çok gerisine düştüğünü, öbür yandan hocaların okunmasını istediği kitapların en büyük ansiklopedilerin en çetrefil maddelerinden bile daha karışık olduğunu, bu da yetmiyormuş gibi, zaman zaman mantığına da, o güne dek Yunus’tan öğrendiklerine de ters düşen şeyler anlattıklarını, bu konuda hocaların da kitaplardan geri kalmadığını görerek kendi kendini yiyordu. Konuşmayı öteden beri sevmediğinden, başlatabileceği bir tartışmanın nereye varacağını da bilmediğinden, tüm dersleri hiç sesini çıkarmadan dinliyor, benimsemese de belleğine yerleştirmeye çalışıyordu. Ama, bölümdeki ikinci yılının ilk günlerinde, herkesin yerine yerleşip hocayı beklediği bir sırada, sınıfa kucağında bir sürü kitapla gencecik bir hanım girip kürsüye yönelince, Yusuf Aksu neye uğradığını bilemedi: bu kadın şaşırtıcı bir biçimde Canan’a, dostunun ölümüne neden olan uğursuz kıza benziyordu. O gün bugün, nerdeyse tüm genç kadınlara içgüdüsel bir kin duymaktaydı, işin içine Canan’a benzerlik de girince, genç öğretim üyesini büyük bir horgörüyle dinledi. Ele aldığı konuyu kavramakta kendisi de zorluk çeker gibi görünüyor, “yapı”, “dizge”, “eşsüremlilik”, “artsüremlilik” gibi birtakım bulanık kavramlar çevresinde dönüp duruyordu. Sonra, “sanki bilim köke inmek değilmiş gibi” dilleri tarihe başvurarak açıklamanın neden yanıltıcı olduğunu örneklerle açıklamaya kalkınca, Yusuf Aksu kendini tutamadı artık: soru sorulmadıkça konuşmama alışkanlığını bozdu; parmak bile kaldırmadan, “Siz bu söylediklerinize gerçekten inanıyor musunuz?” diye sordu.

Genç öğretim üyesi şaşırdıysa da sarsılmadı, bu işin inanıp inanmamakla bir ilgisi bulunmadığını, çünkü açıklamaya çalıştığı kavramların büyük dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün kuramının yöntemsel temellerini oluşturduğunu söyleyerek konuyu kapatacağını sandı. Ama Ferdinand de Saussure Yusuf Aksu için ansiklopedinin on binlerce maddesi arasında birkaç satırlık bir maddeydi yalnızca; buna karşılık, Yunus’tan dinledikleri hava ve su gibi doğal bulduğu şeylerdi, Yunus da her şeyi kökene, ilk kaynağa giderek açıklardı. Genç öğretim üyesi yeniden konusuna dönmeye hazırlanırken, o, kararlı bir biçimde, bu yollardan hiçbir yere varılamayacağını, bize gereken şeyin örneğin kuş dillerinin çözümlenmesiyle başlayacak bir “evrensel dilbilim” olduğunu, bir Türk dilbiliminin de ancak bu yola baş konulduktan sonra doğabileceğini kesinledi. Genç öğretim üyesi şaşırıp kalmıştı, büyük olasılıkla bir deliyle karşı karşıya bulunduğunu düşündü.

“Siz dili nasıl tanımlıyorsunuz?” diye sordu.

Yusuf Aksu sol elini yüreğinin üstüne bastırarak Yunus’un hocalar ve öğrenciler karşısında kim bilir kaç kez yaptığı tanımı bir de kendisi yineledi.

“İnsanları yetersiz bir sözcük dağarcığının içine kapatarak aralarında gerçek bir iletişim kurmalarını önleyen yapay bir dizge.”

Canan’a benzeyen öğretim üyesi, dudağında tuhaf bir gülümseme, hiçbir şey söyleyemeden, şaşkın şaşkın dikilirken, o büyük dostunun ölümünden birkaç gün önce Nietzsche’de bulduğu bir gözlemi anımsadı.

“Öyle görünüyor ki dil yalnızca bayağı, sıradan, iletilebilir şeyler için yaratılmıştır. Kişi sırf konuşmakla bile bayağılaştırır kendini,” dedi. Canan’a benzeyen öğretim üyesi Nietzsche’nin düşüncesini saçma bulduğunu söyleyince de Yunus’un bir başka sözü geldi usuna, “Bunu böyle anlamanız çok acı, benim için değil, sizin için!” diye ekledi.

Sınıf arkadaşlarının gözleri parlıyordu, gerçek bir dilbilim kuramının doğumunda bulunmuş gibi bir duygu vardı içlerinde. Ama bu konuda pek de donanımlı olmadığı aynı şeyleri yineleyip durmasından anlaşılan genç öğretim üyesi çabuk pes etmedi, dilin bir “bildirişimsizlik” aracı olarak sunulmasına karşı çıktı, savını doğrulayacak örnekler aradı, fazla bir şey bulamadı, sonra elindeki tebeşiri yere attı, “Ne yaptım? Tebeşiri yere attım,” dedi, arkasından, “Söylediğimi anlamayan var mı?” diyerek gözlerini öğrencilere dikti. Öğrenciler konuşup konuşmamak konusunda duralarken, Yusuf Aksu “Tebeşiri yere attığınızı söylemenize gerek yoktu, çünkü bunu hepimiz gördük!” diye yanıtladı. Sınıfta zorlu bir kahkaha koptu. Dersin de sonu gelmişti, öğrenciler Yusuf Aksu’dan çok daha genç görünen bu deneyimsiz hanımın gerekçelerini dinlemek bile istemediler. Buna karşılık, biraz da hocalara duydukları öfkenin etkisiyle, sınıfta, koridorlarda, kantinlerde, kahvelerde, sürekli Yusuf Aksu’yu konuştular, çok özgün görüşleri bulunan, gerçek bir düşünür, yerini ve zamanını şaşırmış bir araştırmacı olarak değerlendirmeye başladılar onu.

Yusuf Aksu’nun özgün bir düşünür ve dilbilim kuramcısı olarak ünlenmesi ille de bir rastlantıya bağlanacaksa, Yunus’la karşılaşmasını hiçbir zaman unutmamak koşuluyla, ilk rastlantının o rastlantı değil, bu rastlantı olduğu söylenebilir. Rastlantı gibi yüzeysel açıklamalar bir yana bırakılır da kendi anlayışına uygun olarak olayların kökenine inilmek istenirse, onun dilbilim kuramcılığının bu küçük oluntuyla başladığını söylemek gerekir. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, Yusuf Aksu o günlerde ne ünlenme tutkusuna kapılmıştı, ne de özgün bir dil kuramına öncülük etmeyi düşünüyordu. Bununla birlikte, bir yandan arkadaşlarının, hatta kimi hocalarının soru ya da kışkırtmalarıyla kendisini nerdeyse sürekli biçimde bu alana çekmek istemeleri, öbür yandan, dili bir bildirişimsizlik ya da bildirişimi önleme aracı olarak tanımlamasının daha çok bir meydan okuma içgüdüsünden kaynaklanmasına karşın, şimdi, hocalarını ve arkadaşlarını dinlerken, derslerde salık verilen karışık mı karışık kitapları okumaya çalışırken, unutulmaz dostunun yadsınması olanaksız bir gerçeğe parmak basmış olduğu sonucuna varması, bir başka yandan, şu Saussure denilen adama tanrı gibi tapar görünen kimi hocaların annesinin kafasına daha ilkokulda yerleştirdiği şeyi: bilimin köke inmek olduğu ilkesini yadsır görünmeleri, Yunus’un düşüncesini, bir başka deyişle, kekemeliğin hakkını savunma nedenine yeni bir neden daha ekledi. Elinin altındaki değişik ansiklopedilerde, Yunus’un bile hiç el sürmediği birtakım konuları da araştırmaya girişti. Bu arada, Paris Dilbilim Kurumu’nun daha 1866 yılında dilin kökenine ilişkin araştırmaları göz önüne almamayı tüzüğüne koyduğunu okuyunca, “Bu adamlar toptan pusulayı şaşırmış!” diye söylendi; ünlü kararı adamların altından kalkamayacakları işlere girişme korkularına yasallık kazandırma yolunda bir çaba olarak yorumladı; son günlerde hep çevresinde dolaşan birkaç öğrenciye de aktardı gözlemini.

Bununla birlikte, işi bir kavgaya dönüştürmeyi usundan bile geçirmiyordu. Derslerde de pek öyle sesini yükseltmedi. Yalnız, en fazla üç kez, İngiliz dilbilgisi okutan genç hanım Yunus Aksu’nun görüşlerine ters düşer gibi görünen şeyler söyleyince, kaşlarını çatıp başını sallamaktan kendini alamadı. Daha sonra, nicedir birlikte bir şeyler yiyelim diye dayatan kızlı erkekli bir arkadaş topluluğuna, bir öğle yemeğinde, çok kısa olarak, dilin nasıl yazıdan geldiğini, böylece insanlar arasındaki gerçek ve doğal bildirişimi nasıl önlediğini anlattı. Birkaç kez de, ingilizcesi zayıf olan sınıf arkadaşlarına tüm kitaplarda bulunan kuralları, kimi sözcüklerin yazılışlarını gösterdi, kimilerini uygun tümceler içinde kullandı, kimilerinin yalnızca türkçe karşılıklarını söyledi. Bu arada, dünyanın tüm dillerinde, gerçekte adılların adların yerini değil, adların adılların yerini tuttuğunu vurgulamayı da unutmadı. Böylece, çok kısa bir sürede, tüm fakültede, ingilizceyi üniversite hocalarından, hatta İngilizler’den de iyi bilen öğrenci olarak tanındı; sonra, yavaş yavaş, nerdeyse kendiliğinden, dünya dilbiliminde Türkiye’nin sesini duyurmaya hazırlanan olağanüstü bir genç dilbilimci olarak ünlenmeye başladı.

Ancak, Yusuf Aksu ün karşısında da, ünün sağlayabileceği yararlar karşısında da ilgisizdi. Biraz olağanüstü dilci ününün, biraz da kendisini fakülteye getirip götüren kocaman, parıl parıl arabanın etkisiyle, birtakım kızlar çevresinde dört dönüyordu, bu tür girişimler karşısında da soğuk davrandı. Yunus Aksu’nun ölümünden beri, Mersinli Canan’ın günahını tüm türdeşlerine yükleyerek onlardan olabildiğince uzak durmaya çalışmaktaydı. Hem de dostunun ölümünün üzerinden epey bir süre geçmiş olmasına karşın, çok yakında ona kavuşacağı duygusu hep canlıydı içinde: ölümün çok yakınlarda olduğunu, her an yakasına yapışmaya hazır durumda, çevresinde dönendiğini duyuyor, hatta, arada bir, derste, yemekte ya da yatakta, ortada hiçbir neden yokken, iyice yaklaştığını, artık ölmek üzere olduğunu sezinler gibi oluyor, “Tamam, Yunus beni yanına çağırıyor!” diyerek bir an, hiç korkmadan, ama soluk da almadan, kekelerken iki hece arasında donup kalmış gibi, kanının bilek damarlarından boşalmasını bekliyordu; kısacası, Yusuf Aksu dünyada daha çok bir konuk gibi görüyordu kendini, yaşamdan bir beklediği yoktu.

Bu nedenle, öğrenimini bitirmesine bilemedin bir buçuk yıl kalmışken, ölüm, kendisi yerine, önce Refika hanımın, onun hemen arkasından da Enis beyin yakasına yapışınca, bir daha fakülteye dönmedi: artık kendisinden diploma bekleyen bir kimse kalmadığına göre, öğrenimini sürdürmenin bir anlamı kalmadığını düşünmekteydi. Buna neden olarak Enis beyin kendisine bıraktığı bir yığın taşınmaz, değişik ortaklık payları ve işyerleriyle ilgilenmek zorunda kalmasını gösterenler de olmadı değil. Doğrusu ilgilendi de. Babasının yaşlı avukatı Münür beyin yardımıyla, tüm ortaklık paylarını paraya dönüştürdü, yalnız Enis beye bağlı olan birkaç işyerini, avukatının uyarılarını dinlemeden, gülünç paralar karşılığında elden çıkardı. Buna karşılık, satılmaları durumunda, Yunus’tan ve Enis beyden bir şeyler gidecekmiş gibi, taşınmazlara dokunulmasına izin vermedi. Aynı biçimde, Maçka’daki evde de hiçbir değişiklik yapmadı, tek koltuğun, tek sehpanın, hatta tek sigara tablasının yerini değiştirmediği gibi, bir şeyler değişir korkusuyla, evde hep ayaklarının ucuna basarak gidip geldi. Sessiz ve kımıltısız kaldığı oranda yitirdiklerine yaklaştığını, buna karşılık, konuşup devindiği, yani kendi ağırlığını duyurduğu oranda onlardan uzaklaştığını sezinlediğinden olacak, izlerini silmemeye özen gösterdi. Buna bir değişiklik denilebilirse, evde yaptığı tek değişiklik annesiyle Enis beyin odasını erişilmez kılmak oldu: Enis bey “Yunus’un evi”ni nasıl kapattıysa, o da öylece kapattı onların odasını, hiçbir şeye dokunulmasına, hatta yatağın yapılmasına bile izin vermeden, kapısını dikkatle kilitleyip anahtarını masasının gözündeki küçük kasaya sakladı.

Kendisi de onların zamanındaki gibi yaşadı. Dışarıya çok az çıkmasına karşın, her sabah sakalını özenle kazıdı, her akşam ve her sabah dişlerini fırçaladı, yemeklerini, Enis beyin ve Refika hanımın yaşadığı günlerdeki gibi, gene büyük masada, kendi yerinde yedi, salonun uzantısı durumunda olan kitaplıkta, gene her zamanki yerine yerleşip ansiklopedilerini karıştırdı, yabancı radyoları dinledi, değişik dillerin dilbilgilerine daldı, kendi yatak odasında yatmayı hep sürdürdü; ancak, hem Enis beye saygısından, hem de onu orada bulamamanın acısına katlanamamaktan korktuğundan, Yunus’un evine hiç çıkmadı; çıkmak şöyle dursun, kapısının önünü kapatan dolaplara bile dokunmadı. Evde öteden beri çalışan uşaklardan, hizmetçilerden, aşçı kadından, kapıcı Vartan efendiden hiç yakınmadı. Uşakların ve hizmetçilerin çoğu yaşlıydı, kimileri öldü. Ölüm çok acı olduğu ve başka bir ölümü anımsattığı için, Yusuf Aksu zorunlu olmadıkça yeni uşak almadı. Bu arada, Cadillac’tan artık çok az yararlanmakla birlikte, şoför Ahmet efendinin aylığını hep ödedi. Yaşlı adam, tıpkı eskisi gibi, bir başka çağı düşündüren özel kılığı içinde, hep bekledi aşağıda. Ama Yusuf Aksu’nun şaşmaz bir biçimde kendisine gereksinim duyduğu günler yalnızca bayram günleriydi. Yunus’un, Enis beyin ve Refika hanımın yan yana sıralanmış mezarlarının başına dikilip uzun süre, ama bir fatiha bile okumadan, öylece duruyordu; neden sonra, bacakları bedenini taşıyamayacak kadar yorulunca, arabaya dönerek Ahmet efendiye Edirnekapı’ya çekmesini söylüyor, bu kez de Merkez Efendi’de, anneannesiyle teyzesinin mezarlarının başında dikiliyor, en sonunda, bayağı uzun bir süre, babasının mezarını arayan bir çocuk gibi, mezarlar arasında dolaşarak taşlarının yazılarını okuyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, yalnızlığının ilk zamanlarında, arada bir koca Cadillac’la dolaşmaya çıktığı da oldu, ama, nereye giderse gitsin, insanların sürekli üzerine dikilen şaşkın ve düşman bakışları onu hem ürküttü, hem yaşamdan uzaklığını kesinledi. Gittikçe kalınlaştırdı kabuğunu.

Oysa, yaşamını biraz olsun renklendirme konusunda çözüm önerenler yok değildi. Örneğin babasının emektar avukatı Münür bey bunlardan biriydi: işlerinin yönetimini kendi yorgun omuzlarından alması için sürekli dil dökmekteydi. Ancak, en kararlı ve en coşkulu görüneni annesinin çalıştığı okuldaki en yakın arkadaşı Sulhiye hanımdı. Sulhiye hanım Refika hanımın Enis beyle evlenmesinden sonra da birkaç kez gelmişti Maçka’ya, ama, ölümünden sonra, nerdeyse her hafta gelmeye başladı. Her gelişinde Yusuf Aksu’yu karşısına alıp oturuyor, onun için bir ikinci anne sayılabileceğini vurguladıktan sonra, yaşamının yönetimi konusunda öğütlere girişiyordu. Başlıca öğüdüyse, kolaylıkla kestirilebileceği gibi, bir an önce doğru dürüst bir kız bulup evlenmesiydi; böylece, hem yalnızlıktan kurtulur, hem babasının adını yaşatır, hem de adamcağızın bıraktığı büyük servetin ileride devlete kalmasını önlerdi. Söylediğine göre, bilgili, görgülü, namuslu, eli yüzü düzgün birkaç aday tanıyordu; isterse, kendisini onlarla görüştürebilir, bir tanışma dönemi geçirmelerini sağlayabilirdi. Ne var ki, önerisini her yineleyişinde, Yusuf Aksu, saygılı ve kararlı bir biçimde, şimdilik evlenmeyi düşünmediğini söyledi. Sulhiye hanım da fazla üstelemedi. Bir süre, gelip gitmelerini seyrekleştirdi, evlenme konusuna da hiç dokunmadı. Sonra bir gün yepyeni bir öneriyle geldi: tanıdıklarından okumuş bir kız, tıpkı kendisi gibi, anasını ve babasını birbiri ardından yitirdikten sonra, sözcüğün tam anlamıyla ortada kalmıştı, ne bir gelir kaynağı vardı, ne oturacak bir odası. Ufak bir ücretle yanına alacak olursa, kızcağız her işine bakar, evini düzene sokar, uşak ve hizmetçileri denetim altında tutardı. Yusuf Aksu kızcağızı böyle bir işte çalıştırmaktansa, kendisine yardımda bulunmayı önerdi. Ancak, Sulhiye hanım “Burada olursa, gözüm arkada kalmaz,” diye dayattı, bu arada, sanki bir ayrıcalık söz konusuymuş gibi, ikide bir, “Adı Necla’dır,” diye yineleyip durdu. Öyle çok yineledi ki Yusuf Aksu boyun eğmek zorunda kaldı.

1...34567...11
bannerbanner