banner banner banner
Mutfak Çıkmazı
Mutfak Çıkmazı
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Mutfak Çıkmazı

скачать книгу бесплатно

Mutfak Çıkmazı
Yücel Tahsin

Can Yayınları 1471

© 2005, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.

Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: 2005

3. basım: Nisan 2011

E-kitap 1. sürüm Aralık 2015, İstanbul

Nisan 2011 tarihli 3. basım esas alınarak hazırlanmıştır.

Yayına hazırlayan: Faruk Duman

Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design

Kapak resmi: ©

iStockphoto.com (http://www.iStockphoto.com)

/ Andreas G. Karelias

ISBN 978-975-07-1723-9

CAN SANAT YAYINLARI

YAPIM VE DAĞITIM TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.

Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul

Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33

www.canyayinlari.com (http://www.canyayinlari.com)

yayinevi@canyayinlari.com

T

AHSİN

Y

ÜCEL

MUTFAK

ÇIKMAZI

ROMAN

Tahsin Yücel’in Can Yayınları’ndaki diğer kitapları:

Aykırı Öyküler, 1989

Haney Yaşamalı, 1991

Peygamberin Son Beş Günü, 1992

Bıyık Söylencesi 1995

Vatandaş, 1996

Ben ve Öteki 1998

Komşular, 1999

Mutfak Çıkmazı, 2005

Yalan, 2002

Yapısalcılık, 2005

Yazın, Gene Yazın, 2005

Göstergeler, 2006

Gökdelen, 2006

Dil Devrimi ve Sonuçları, 2007

Golyan Devrimi, 2008

Yazın ve Yaşam, 2008

Sonuncu, 2010

Gün Ne Günü, 2010

TAHSİN YÜCEL, 1933 yılında Elbistan’da doğdu. Galatasaray Lisesi’ni ve İÜ Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Aynı bölümde uzun yıllar öğretim üyeliği yaptıktan sonra, 2000 yılında emekli oldu. Yazın araştırmalarına 1969’da yayımladığı L’Imaginaire de Bernanos ile başladı. Bunu 1973 yılında yayımlanan Figures et Messages dans la Comédie Humaine izledi. 1979’da Anlatı Yerlemleri’ni, 1982’de Dil Devrimi ve Sonuçları ve Yapısalcılık’ı yayımladı. 1976’da Yazın ve Yaşam, 1982’de Yazının Sınırları, 1991’de Eleştirinin Abecesi, 1993’te Tartışmalar, 1995’te Yazın, Gene Yazın, 1997’de Alıntılar, 1998’de Söylemlerin İçinden (1999 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü) 2000’de Salaklık Üstüne Deneme, 2003’te Yüz ve Söz, 2006’da Göstergeler ve 2010’da Gün Ne Günü? ile deneme ve eleştirilerini okurla buluşturan Yücel, ilk romanı Mutfak Çıkmazı’nı 1960 yılında yayımladı. Bunu 1975’te Vatandaş, 1992’de Peygamberin Son Beş Günü (Orhan Kemal Roman Ödülü), 1995’te Bıyık Söylencesi, 2002’de Yalan (2003 Yunus Nadi Roman Ödülü ve 2003 Ömer Asım Aksoy Roman Ödülü), 2005’te Kumru ile Kumru, 2006’da Gökdelen (2007 Balkanika Ödülü) ve 2010’da Sonuncu izledi. Öykü kitaplarından, Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan Haney Yaşamalı 1955 yılında, Düşlerin Ölümü 1958’de (1959 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü), Ben ve Öteki 1983’te, Aykırı Öyküler 1989’da, Komşular 1999’da (Dünya Kitap 1999 Yılın Kitabı Ödülü) ve Golyan Devrimi 2008’de yayımlandı. Pek çok çeviriye imza atan Tahsin Yücel’e 1984’te Azra Erhat Çeviri Yazını Üstün Hizmet Ödülü verildi.

www.tahsinyucel.com (http://www.tahsinyucel.com)

Sunuş yerine

Bir zamanlar coşkuyla yazdığınız, son noktasını koyarken de tam tasarladığınız gibi olduğundan kuşku duymadığınız bir kitabı, diyelim ki bir romanı, uzun yıllardan sonra yeniden açıp da kendinize uzak, hatta nerdeyse yabancı bulursanız, bu izlenimi neyle açıklarsınız? O sırada içinde bulunduğunuz tinsel durumla mı? Geçen zaman içinde kendinizi sürekli geliştirerek daha usta, daha başarılı bir yazar konumuna ulaşmış olmanızla mı? Yazın ve gerçeklik anlayışınızda kökten bir değişmeyle mi? Geçen zaman içinde dünyada ve ülkenizde yazın anlayışının geçirdiği evrimle mi?

Bana kalırsa, tüm bunların belli bir payı olabilir sözünü ettiğimiz izlenimde. Ama hepsi de görel kalmaya yargılıdır, bir başka deyişle, hiçbiri tüm durumlar için ve yüzde yüz oranında geçerli olacak ölçüde genel değildir. Örneğin zaman içinde birçok yazar şu ya da bu biçimde ilerler, kimilerinin çıraklık ve ustalık dönemlerinden bile söz edilebilir. İnsancıklar, 1846’da yayınlanınca, Dostoyevski’yi Rusya’nın en ünlü ve en değerli yazarlarından biri durumuna getirir. İster bir ilk roman olarak değerlendirilsin, ister salt roman olarak, başarılı bir yapıt olduğu da kuşku götürmez. Gene de 1846’nın İnsancıklar’ını 1868’in Budala’sı ya da 1880’in Karamazov Kardeşler’iyle aynı kefeye koymak hiç kimsenin usundan geçmez. Şu var ki Rimbaud o benzersiz başyapıtlarını on altısıyla yirmisi arasında yaratır, sonra da bir daha eline almamak üzere bırakır kalemini. Onun kuraldışı bir yaratıcı, evrende bir benzeri daha görülmemiş bir kuyrukluyıldız olduğunu düşünsek bile, her yazar için ilk yapıtların en cılız, son yapıtların en olgun yapıtlar olduğunu kim ileri sürebilir? Hiç kimse. Üstelik, bunun tam tersini doğrulayacak örneklerden de söz edilebilir: bakarsınız, bir genç yazar kusursuz bir yapıtla başlar, yaşlandıkça birbirinden kötü yapıtlar verir. Kimi yazarlarda sürekli gelişme ya da gerilemeden çok, iniş-çıkışlar görülür. Kimi yazarlarsa, ilk çıkışlarındaki düzeylerini hep korurlar: Orhan Kemal yayınlanan ilk öyküleriyle usta bir yazar olarak çıkar karşımıza, yazarlık yaşamı boyunca da düzeyini korur.

Ne olursa olsun, ilk benimsediğimiz yaklaşımın en doğru yaklaşım olduğuna inanmamışsak, belirli bir öğretiye bağnazca bağlanmamışsak, yalnızca bilmek için bile olsa, başka yapıtlara, başka anlayışlara kapımızı sımsıkı kapatmamışsak, her alanda olduğu gibi yazın alanında da geliştiririz kendimizi. Yaklaşımını benimseyelim benimsemeyelim, yapıtını beğenelim beğenmeyelim, Balzac’ı okumadan önceki romancı kişiliğimizle Balzac’ı okuduktan sonraki romancı kişiliğimiz arasında küçük de olsa bir ayrım vardır ister istemez. Kısacası, okuduklarımız sürekli bir şeyler kazandırır bize. Ama yazdıklarımız da öyle. Cinler’in İnsancıklar’dan çok daha zengin, çok daha derin olduğu tartışma götürmez, ama Dostoyevski’nin yazarlık deneyiminin başlangıç noktasında yer alan İnsancıklar’a bir şeyler borçlu olduğu da tartışma götürmez.

Böyle bir borcun varlığını kesinlemekse, bir yazarın değişik yapıtları arasında belirli bir bağıntının varlığını kesinlemek anlamına gelir. Bu bağıntı tek yönlü bir bağıntı da değildir. Yazar, her yeni yapıtında, dilden, anlatımdan, kurgudan izleksel ve düşünsel dağarcığa varıncaya kadar her şeyini yenileyebilir; bir başka deyişle, her yeni yapıtını önceki yapıtlarının yadsınması biçiminde sunabilir. Gene de, yazarın karşıtlaştırma istemi ve yapıtların karşıtlaşma biçimleri bile bir yakınlık, daha da iyisi, bir kardeşlik yaratacaktır aralarında. Ne de olsa aynı beynin, aynı yüreğin ürünleri söz konusudur. Bu nedenle, yazın tarihçileri bir yazarı gereğince tanımanın yolunun, yayınlanmamış, hatta bitirilmemiş olanları da içinde olmak üzere, onun tüm yapıtlarını tanımaktan geçtiğini düşünürler.

Paul Valéry, Eupalinos’unda, artık dünyamızdan göçüp tinler evrenine gelmiş Sokrates’e, “Dünyaya gelen çocuk sayılmaz bir kalabalıktır, yaşam erkenden tek bir bireye, ortaya çıkan ve ölen kişiye indirger onu. Benimle bir sürü Sokrates doğdu, sonra, yavaş yavaş, yargıçlara ve baldıran zehrine borçlu olduğumuz Sokrates bunlardan ayrıldı,” dedirtir; “Peki, tüm ötekiler ne oldu?” sorusuna da “Birer düşün olarak kaldılar. Var olmak istediler, ama geri çevrildiler. İçimde saklıyordum onları, kuşkularım ve çelişkilerim olarak!” yanıtını verdirtir. Bu gözlem doğru bir gözlemse, birer “düşün”, birer “filiz” olarak içimizde kalan gücül kişiliklerin, aynı benlikte yer aldıklarına göre, ister istemez bir ortak yanları bulunması gerektiğini, bunun sonucu olarak da gerçekleşme olanağını bulamamış olan mimar, ozan, yargıç ya da terzi Sokrates’in filozof Sokrates’ten çok da uzak olmaması, onunla yüzde yüz karşıtlaşmaması, tam tersine, aynı kişiliğin değişik yönleri ya da yüzleri olması gerektiğini söyleyebiliriz.

Yapıtlarımız da bizim değişik yönlerimiz, değişik yüzlerimiz değil midir?

T.Y.

I

Ne yapsalar, ne deseler şaşılmaz. Çok büyük bir yitik yitikleri. Yitik bile değil belki, bir yıkım, bir toplu ölüm, belki daha da beteri. Evlerine bir dakika girip çıkmak yeter bunu anlamak için, kapının önünden geçmek de yeter. Çökmüş yüzlerini gördüm, bükülmüş bellerini gördüm, ezik seslerini duydum, deliye döndüm. Ölü evleri hiç böyle olmazdı bizim oralarda, hem de hepsi birbirine benzerdi. Ak başörtülü kadınlar kilimlere bağdaş kurup otururlardı. Elleri kucaklarında, gözleri yerde olurdu. Gözlerinden ince ince gözyaşları dökülürdü, sessiz sessiz ağlarlardı durmadan. Kapıdan usulca bir kadın girerdi, yol verirlerdi. Ölünün en yakın akrabasına doğru giderdi. Yer açarlardı. Yanına otururdu. İki kadın, korkar gibi, ezilir gibi, birbirlerine bakarlardı. Yeni gelen derin derin içini çekerdi. “Bacım…” diye kekeleyip yutkunurdu. “Karayazılı bacım… Başın sağ olsun, karayazılım,” derdi. Bütün kadınlar titrerdi, ev titrerdi. “Başım kesilsin!..” Ölünün anası, bacısı ya da karısı söylerdi bu sözü. Bu söz bir söylendi mi kalabalık dalgalanıp uğuldardı. Gözyaşları hızlanır, çığlıklar, iniltiler duyulurdu, hüngür hüngür ağlardı kadınlar. Sonra kopuk kopuk sözler saçılırdı odaya. Kimi “Garip anam!” derdi ağlayanların, kimi “Ciğer köşem!” derdi, kimi “Yiğidim!”, kimi “Gelin bacım!” derdi. Herkes kendi ölüsüne ağlardı, herkes kendine ağlardı. Yıllanmış yaralar yeniden kanardı yüreklerde, herkes kendi yitiğini düşünürdü, kendi ölümünü görürdü, unutuverirdi yeni öleni. Her zaman böyle olurdu. Ama orada, o büyük, o eski, o kerpiç evde, herkes yalnız bir yitiğe ağlıyor, herkes “İlyas!” diye inliyordu. Kocamış kadınlar, gelinler, kızlar “Güzel İlyas, yiğit İlyas, bir İlyas, büyüğümüz, baştacımız, bir İlyas!” diyorlardı. Gözleri kıpkırmızıydı, gözkapakları şişmişti. Beli iki büklüm olmuş bir yaşlı kadın hepsinden daha çok çırpınıyordu, yerden yere vuruyordu kendini, ikide bir kendinden geçiyordu. Yüzüne sular döküyorlardı, bezler yakıp koklatıyorlardı. Ayılır ayılmaz “İlyas’ım!” diyordu. “Biriciğim, ciğer köşem, gün görmemiş İlyas’ım!” diyordu. Duvarlara vuruyordu dertli başını. Çok geçmeden gene devriliyordu…

Bir başka odada erkekler vardı.

Odanın kapısı sürgülenmişti. Kimselere açılmıyordu. Öyle ya, erkekler ağlamazlardı o yerlerde, o yerlerde erkeklerin ağlaması ayıptı. Onlarsa kadınlar gibi ağlıyorlardı. Daha korkunç, daha derin ağlıyorlardı, bunun için kapalıydı kapıları. Başka ölü evlerinde erkekler kederle savaşırlardı. Ölünün karanlık gölgesini silmek isterlerdi gözlerinden. Bir susarlar, bir konuşurlar, konudan konuya geçerlerdi. Toprağın üstünde kalırdı sözleri, bağdan, bahçeden, işlerden, büyüyen çocuklardan söz ederlerdi. Çocuklardan söz edilirken gülümseyenler olurdu. Ama onlar ağlıyorlardı. “İlyas” diyor, başka bir şey demiyorlardı. “Biz ne güne duruyorduk, İlyas?” diyorlardı. “Allahım, güzel Allahım, biz ne güne duruyorduk?..” Göğüslere yumruklar iniyordu…

Bazı bazı gözyaşları kuruyordu. Kederle, umutsuzlukla birbirlerine bakıyorlardı. “Mezarı çok büyük olacak!” diyordu biri, birdenbire coşuyordu: “Mezarı çok büyük olacak, türbe gibi… Nerden baksan görünecek… Ev, dükkân, tarla demeyip satacağız, bu mezarı yaptıracağız!” Evet, öyle, yaptırtacaklardı, herkes aynı karşılığı veriyordu: “Yaptıracağız!” Yaptırtacaklardı elbet, sorun yoktu, her şeyde anlaşıyorlardı. “Öcünü de alacağız İlyas’ın, Mustafa’yı delik deşik edeceğiz,” diyorlardı. Mustafa’nın babası da aynı düşüncedeydi. “Evet, ele geçer geçmez…” diyordu. “Delik deşik olsun soysuz!” diyorlardı. Babasının kılı bile kıpırdamıyordu. Mustafa’yı çoktan ölmüş biliyordu, ama aldırdığı yoktu. O da İlyas’ı düşünüyordu yalnız, yalnız İlyas’a yanıyordu. Acısı kor gibi yüreğinde, hâlâ İlyas’a yanıyor.

Yanmamak da elde değil doğrusu.

İlyas bir taneydi, İlyas eşsizdi. İlyas tüm umutlarıydı. Yıllardır üzerine titrerlerdi. Yemez, İlyas’a yedirtirlerdi, giymez, İlyas’a giydirtirlerdi. Gerekirse canlarını bile verebilirlerdi uğrunda. Çünkü İlyas her şeyleriydi: parlak gelecekleri, şanlı geçmişleriydi…

Geçmişi düşündüler mi gözleri dolardı. Önce bir gurur büyürdü göğüslerinde, sonra bir utanç büyürdü, zehir gibi bir keder büyürdü. Derin derin göğüs geçirirlerdi. “Divitoğlu soyu çöktü,” derlerdi. Oysa bu soy çökecek soy değildi. Hükümet içinde hükümetti bir zamanlar, hükümetten de güçlüydü. Divitoğulları ne isterlerse o olurdu kasabada. Kaymakamı, zaptiyesi, kadısı, onların ağzına bakardı her zaman. Osmanlı ülkesinde kubbealtı neyse, kasabada Divitoğulları’nın selamlığı da oydu. Belki ufak bir fark vardı arada: Divitoğulları başkalarını da düşünürlerdi. Hiçbir zaman insan kanı akıtmamışlardı. Kötülük akıllarından bile geçmemişti. İşleri güçleri iyilikti. Koskoca bir mahallenin tüm yoksullarının kışlık yiyecekleri onların tarlalarından gelirdi, vergileri onların cebinden çıkardı. Gene de eksilmek bilmezdi zenginlikleri. Tarlaları, bahçeleri, bağları yüzyıllarca uçsuz bucaksızdı. Otlaklarda iki yüz kısrakları birden dolaşırdı. Toplar, tüfekler yıkamazdı Divitoğulları’nı. Ama zaman için için çürüttü. Çocuklar çoğaldı, mallar bölündü, konaklar bir bir çöktü. Yıkılan konakların yerinde yenileri yükselmedi. Bölünen malların kimini kadınlar, kimini dostlar, kimini de sonsuz cömertlik yedi. Kala kala dedelerin destanlaşmış anıları kaldı sonunda. Anılarla yaşamaya başladılar. Artık zor geçiniyorlardı, ama gene hep öyle soylu, hep öyle yücegönüllüydüler. Soylarına yaraşır eş bulamadılar mı evlenmiyorlardı. Yıllar boyunca evleri, yatağına bir gececik olsun bir kadın girmemiş ak saçlı delikanlıları, evde kalmış yaşlı kızları barındırdı. Ama aldırmıyorlardı, dert yandıkları yoktu hiç. Alınyazısına bile boyun eğmiyorlardı. Dipdiri bir inanç vardı içlerinde: eski günler gene gelecekti! Gene yükseleceklerdi, yeniden en şanlı, en zengin, en cömert insanları olacaklardı kasabanın, bir daha da yıkılmayacaklardı. Dünya durdukça, Türkiye durdukça, bu kasaba durdukça hep yükseleceklerdi. Büyük adamlar çıkacaktı aralarından. Güvenleri, umutları sonsuzdu. İlyas’ın dedesi umutların üstündeki bulutları bir yel gibi alıp götürmüştü. İlyas’ın dedesi cumhuriyet döneminin ilk yargıtayında üyeydi. Daha da yükselecekti belki, ama ömrü elvermemişti.

Yargıtay üyesi öldükten sonra, tüm gözler İlyas’a dikildi. İlyas büyük adam olacaktı, eski yüceliğine kavuşturacaktı ailesini. Küçücükten belli etmişti bunu. Bakışında, duruşunda, susuşunda, her şeyinde atalar vardı, ataların ululuğu sinmişti her şeyine. Akıllıydı, her sınıfta birinciydi. On yaşında babasını yitirdi. Gene değişmedi. Ama kasabadaki okulu bitirince, şaşırıp kaldı. Kararını çoktan vermişti: yargıtaya üye olacaktı, sonra başkan olacak, şanlı dedesinin yerini tutacaktı. Ne var ki, büyük kentlere gitmek, yıllarca okumak gerekirdi bu amacı gerçekleştirmek için, okumak için de para gerekirdi. Para yoktu, ama akraba çoktu. El ele verdiler, iş kolaylaştı. İlyas İstanbul’a, liseye gitti. Orada da kimselere kaptırmadı birinciliği. Sonra Hukuk’a başladı. Gene hiç tökezlemedi, düşler gerçeklere hızla yaklaştı, ama, gözleri kör olsun, erişemedi…

Tüm suçu Mustafa’ya yüklüyorlar şimdi. “Her şeyi Mustafa yıktı, biz de onu yıkacağız!” diyorlar. Elbette suçlu Mustafa. Bir insana beş el kurşun attı, yüreğini delik deşik etti, elbette suçlu. Ancak bütün suçu o işlemedi, her şeyi yıkan o değil! Ne derlerse desinler, gerçek İlyas’ı Mustafa öldürmedi. O İlyas değildi, onların İlyas’ı değildi Mustafa’nın vurduğu, bir bedendi, bir insandı, ama o İlyas değildi. O İlyas’ın buz gibi soğumuş cesedini taşıyordu içinde, adı İlyas’tı, ama o İlyas değildi, başka biriydi. Mustafa’yı öldürmekle iş bitmez, Mustafa’yı öldürmekle alınmaz İlyas’ın öcü. İlyas’a kıyanlar başka, İlyas’a kıyanlar bir sürü, İlyas’a kıyanlar sayılmaz…

Düşündükçe şaşırıyor insan, kızıyor, deliye dönüyor: İlyas öyle kolay kolay ölecek çocuk değildi! Sapasağlam bir insandı her bakımdan. Hiç tökezlemeden ilerleyip gidiyordu yolunda. Son yıllarda pek de rahat yaşadığı söylenemez, orası öyle, son yıllarda çok güçlükler çekti. Divitoğlu ailesinde gırtlaklar çoğaldı, kazançlar artmadı. Para kazananların birkaçı da öldü, ufacık çocuklar kaldı geride. Bu yüzden gittikçe güçleşti durum, İlyas’ın aylığı gittikçe azaldı. Sonra da sağanaklar gibi bir pahalılık bastırdı. İlyas rahatlığı unuttu gitti, gönlünce tokluğu unuttu gitti. Çoğu akşamları yemeksiz geçti, çayla, peynirle, zeytinle, bazen bir tek yumurtayla, bazen kuru ekmekle geçti. Gene de hiç belli etmedi bunu, kimselere giz vermedi, sarsılmadı, sendelemedi, durmadan çalıştı, tek ders kaçırmadı. Üzülmüyordu da: nasıl olsa topu topu bir yıl kalmıştı önünde, bir yıl sonra kurtulacaktı. Çalışkandı, bilgiliydi, dil biliyordu. Yirmi yıla varmadan yargıtaya yerleşmiş olacaktı belki.

Ama her şey birdenbire değişti.

Bir uğursuz kız çıktı karşısına, dingin yaşamını altüst etti. Ahım şahım bir kız değildi öyle. Esmerdi, ufak tefekti, adı Emel’di. İlk bakışta, çekici bir yanı yoktu. Ama konuştular mı, eli eline değdi mi İlyas için her şey değişiyordu. Bazen çocuklaşıyordu, bazen yalnız öpüşüyordu, bazen çok görmüş geçirmiş bir kadın oluyordu. Durmadan değişiyordu. Bir türlü seçilmiyordu düşünceleri, kendi bile seçemiyordu belki, kendi bile bilmiyordu kim olduğunu. Ama hep şaşkına çeviriyordu İlyas’ı, başını döndürüyordu, her şeyi siliyordu aklından. Bu nedenle İlyas korktu, ondan sıyrılmak istedi. Dersleri başından aşkındı, derslerin ardında düşleri vardı, kadınlara zaman ayıramazdı. Hem de büyük bir söz vermişti kendi kendine: yargıtay üyesi olmadıkça evlenmeyecek, yargıtay üyesi olmadıkça, kıza, kadına el sürmeyecekti. Ama Emel bir kız değil de başka türden bir varlıktı sanki. Çabaları boşa gitti İlyas’ın, ondan kaçamadı, kurtulamadı. Kaçamamakla da kalmadı: çok geçmeden derslerini unuttu, yargıtayı bile unuttu. Yargıtay en büyük amaç olmaktan çıktı, sıcak bir düş oldu yalnız, küçüldü, Emel’in ardında kaldı.

Her şeyin başı Emel’di artık, her şey ondan sonra geliyordu. Emel’i haftada bir-iki kez bağrına basıyordu, ama zamanla bunu az buldu. Ondan uzakta yaşamak, her zaman onunla olmamak, yaşamaktan başka bir şey gibiydi, anlamsız ve boştu. Yoksullukta çok yaşamıştı Divitoğlu, ama bu boşlukta yaşayamıyordu. Bu boşluğu doldurmaya karar verdi. Bir gün yoksul odasını karanfillerle süsleyip Emel’i bekledi.

O da çok geçmeden geldi. Gelir gelmez boynuna atıldı. Ama İlyas tiril tiril titriyordu, çabucak sıyrıldı. Oturdu, ona da bir yer gösterdi. Bir-iki kez öksürdü, gözlerini yere dikti, ne zamandır söylemeye çalışıp da bir türlü söyleyemediği, kucaklaşmalar içinde yersiz bulduğu sözü bir çırpıda söyleyiverdi.

“Seni seviyorum,” dedi kitaplardaki gibi. Kıpkırmızı kesildi, yutkundu. “Deli gibi,” diye ekledi.

Emel güldü. Sonra yüzü birdenbire değişti.

“Sahi mi?” diye sordu. Sanki bilmiyordu!

“Evet, sahi, elbette sahi, hiç yalan olur mu?” dedi Divitoğlu, yüreği duracak gibiydi.

Ama Emel sanki alay ediyordu, sanki tüm olanları unutmuştu.

“Peki, anlat bakalım,” dedi. “Nereden anladın bunu, ne zaman, nasıl anladın? Anlayınca neler duydun, anlat bakalım…”

Divitoğlu durumunu yansıtabilecek sözcükleri bulamadı, yumruklarını sıktı.

“Anlatamam… Nasıl anlatayım?.. Anlatılmaz ki,” dedi sonunda, derin derin soludu. “Bir kaos gibiydi beynimin içi, dünyanın yaratılışı gibi… Şimdi de öyle, hep öyle… Yalnız şunu biliyorum: sensiz yaşayamam, seninle evlenmek istiyorum, hemen evlenmek istiyorum,” dedi.

“Yeter artık, Divitoğlu, anlaşıldı, yeter artık! Ben seninle evlenmem,” dedi sevgilisi. Sonra gevrek gevrek güldü. Sonra gene birdenbire değişti. Gözlerini bir uzak noktaya dikti, öylece durdu. “Divitoğlu, kızma, ama o anlamda sevmiyorum ben seni. Bütün gürültülerden, bütün kötülüklerden uzak bir havan var senin. Dupduru, tertemiz bir hava, çocukluk gibi… İnsanı dinlendiriyor. Bu havayı çok sevmiştim, bir zaman yaşamak istiyordum içinde. Hepsi bu. Yoksa seni o anlamda sevmiyordum, kusura bakma,” dedi, gene güldü.

Divitoğlu donakalmıştı. Hiç beklemiyordu bu sözleri. Çocuklar gibi masallarda yaşardı: ölümsüz sevgilere inanırdı, bir öpüşten sonra dönmek olmaz sanırdı. Deli gibiydi bu yüzden. Bir sonsuz ağırlık altında eziliyordu. Sanki hava taşlaşmış da ciğerine inemiyordu, nerdeyse boğulacaktı.

“Ama biz o kadar seviştik,” dedi. “Unuttun mu, az mı seviştik? Bunların anlamı neydi?..”

Emel gene gülümsedi. Hep böyleydi, hep şaşırtırdı, belli olmazdı ne diyeceği. Gene beklenmedik bir şey söyledi:

“Yanılıyorsun…”

Divitoğlu tümden şaşırdı. Ama hemen boyun eğmek istemedi. Kendinden, soyundan söz açtı, dedesini, yargıçlığını, yargıtay üyeliğini anlattı. Bunlar çok güzel şeylerdi! Ama sevgilisi dudak büktü, dalgın dalgın başını salladı.

“İşte en çok bu yanını seviyorum, İlyas,” dedi. “Küçücük şeylerle yetinebiliyorsun, küçücük şeyleri büyük sanıyorsun. Seninle bu yüzden dost olmuştum. Huzur veriyordun bana. Ama şimdi iş değişti. Sen değiştirdin. Ayrılacağız. Bir daha arama beni, beni unut,” deyip kalktı. Bir kırmızı karanfil aldı, yakasına taktı. Sonra İlyas’a yaklaştı, uzanıp usulca alnını öptü. Sonra kapıya yürüdü.

Divitoğlu bir taş gibi kalakaldı olduğu yerde. Ne bir şey söyledi, ne bir şey yaptı. Düşündüğü de yoktu. Gözlerini değişmez bir noktaya dikmiş, hiçbir şey görmeden bakıyordu. Usul usul akşam iniyordu gökten, karanlık gittikçe yoğunlaşıyordu. Karanlık yoğunlaştıkça bir ağır sıkıntı büyüyordu Divitoğlu’nun içinde, içeriden sıkıntı bastırıyordu, dışarıdan karanlık, Divitoğlu iki basınç arasında eziliyordu.

Birden kapısının zili çınladı. Sevinçle fırladı hemen. İçindeki sıkıntı tuzla buz oldu. “Geldi, geri döndü!” dedi kendi kendine. “Şaka yapmıştı, belliydi, biraz nazlanmak istemişti. Yoksa benden geçemezdi. Geri döndü,” dedi, kapıya koştu.

“Kim o?” diye seslendi.

“Posta!”

Postacı bir mektup verdi eline. İlyas’ın içinden küfretmek geldi. Öfkeyle kapadı kapıyı. Odasına dönüp ışığı açtı. Hep birbirine benzerdi memleket mektupları, hepsi bir örnek olurdu! Her akraba birkaç satır yazardı. “Sana güvenimiz sonsuz,” derlerdi. “Sana güvenimiz göğe kadar…” Gene öyle diyorlardı işte. Divitoğlu esnedi. Anası da övgülere boğardı onu. “Akıllı oğlum,” derdi, “herkesin en akıllısı.” “Ulu Tanrı Sultan Süleyman Efendimizin saltanatını versin sana, Nuh Peygamberimizin ömrünü versin, biricik İlyas’ım,” derdi. Gene aynı şeyler yazılıydı mektupta. Divitoğlu esnedi. Paranın eksileceğini de hep Yusuf Amca bildirirdi. Divitoğlu gene esnedi. Her şey önemsizdi şimdi gözlerinde, beyni boşalmış gibiydi. Uçsuz bucaksız bir umutsuzluk çöreklenmişti yüreğine. Bir de ilgisizlik. Gaz sobası kokmaya başlıyordu. Odadan çıkarıp söndürdü.

Sonra soyundu.

Ertesi gün, uyanır uyanmaz, fırlayıp kalktı yatağından. Sonra kendi yaptığına kendisi şaştı: ne zamandır böyle kalkmamıştı hiç! Emel’i sevmeye başlayalı beri, kalkmak güç oluyordu sabahları, kalkmamak, gözlerini açmamak, Emel’i düşünmek hoş oluyordu.

Ama artık Emel yoktu. Masanın başına oturdu. Üşüdü. Sobayı yakmak istedi. Gaz yoktu. Gene oturdu. Yüzünü avuçlarına aldı. Sırtını kamburlaştırdıkça kamburlaştırdı. Gözlerini çıplak duvara dikti. Dakikalarca oturdu. Yavaş yavaş bir titreme aldı bedenini. Dişleri birbirine vurdu. Parmaklarında bir büzülme duydu. Yatağına baktı. Yatak bozuktu, çarşaflar kirliydi. Başını çevirdi. Giyindi. Dışarıya çıktı.

Dışarıda sulusepken kar yağıyordu. Yel de çok sert esiyordu. Ama Divitoğlu aldırmadı. Soğuğun, yağmurun, karın önemi yoktu. Yatağına baktığı zaman bir garip tiksinti başlamıştı içinde. Şimdi, sokaklarda yürüdükçe, büyüyordu, her şeye, her yere uzanıyordu. Her şeyi, her yeri kaplamaya başlıyordu. En kötüsü, en korkuncu buydu, bu tiksintiydi. Havaya karışmış bir zehir gibiydi, soluğunu kesiyordu. Bir kahveye girdi, kendi hallerinde insanlar gördü, hemen çıktı. Bir muhallebiciye girdi, orada da duramadı. Bir yerlerde duramıyordu. Kaçmak geliyordu hep içinden. Nereye kaçacağını bilmiyordu. Düşünmüyordu da. Bilse bile, düşünse bile kaçamazdı: güçsüzdü, zorlukla sürüklüyordu ayaklarını. Gelip geçen insanlara hışımla, sonsuz bir kinle bakıyordu. Sessiz, zararsız insanlardı hepsi de, kar altında koşuyorlardı. Hiç kimseye zararları dokunmuyordu. Ama şimdi Divitoğlu her şeyden tiksinmekteydi. Güven duygusunu, iyilik, kardeşlik, dostluk duygusunu iyiden iyiye silmek istiyordu içinden. Bir kez aldatılmıştı. Daha fazla aldatılmak istemiyordu. Hiçbirine güvenmiyordu insanların, hiçbirini sevmiyordu. Damla damla göklerden inip çukurlarda toplanan, toplandıkça, birleştikçe çirkinleşen, kirlenen, sel olup köylere inen, hayvanları, çocukları, bitkileri pisliğinde sürükleyip öldüren, soysuzlaşmış sulara benzetiyordu onları. “Her şeyi kirlettiler,” diyordu ikide bir.

Bir simitçi gördü. Bir tıfıl çocuktu simitçi. Islak yüzü tertemizdi. Canı simit istedi Divitoğlu’nun. Cüzdanını çıkarınca yeri yokken tüm parasını dikkatle saydı. Parası çok azalmıştı. Tiksintisi daha da kabardı. “Bu da onların yüzünden,” dedi dişlerinin arasından. “Hepsi kör,” diye söylendi. Hepsi kördü, hepsi suçluydu: zorbaları alkışlayan onlardı, kötüleri el üstünde tutan, göklere çıkaran onlardı, iyileri, zayıfları, iyiliği, zayıflığı sinekler gibi ezen onlardı. Bu dünyayı onlar bu duruma getirmişlerdi, bu kent, bu sokak, bu pis kaldırım, bu iğrenç havayı onlar bu duruma getirmişlerdi. Belki de hepsi Emel’di. Hiç değilse Emel’dendi hepsi de, hepsi de Emel’in çirkin bir gölgesiydi. Emel’i sevdiği söylenemezdi şimdi, şimdi hiç kimseyi sevmiyordu. Azıcık sevgisi varsa kendi kendineydi. Sağlam bir inanç vardı içinde, iyiden iyiye duyuyordu: bunlardan, bu insanlardan değildi kendisi. Belki böndü, budalaydı, belki değersiz bir kişiydi, ama bunlardan değildi, yabancısıydı hepsinin. Onlar arasında harcadığı çabaları, onlarla geçirdiği saçma sapan günleri düşündükçe kendi kendine de kızıyordu. Şimdi eski düşlerini bile hor görmekteydi. Yargıtaya üye olacaktı da ne olacaktı sanki? Kimlere çalışacaktı? Beyinleri, yürekleri çamurlaşmış, içinden pazarlıklı insanlara mı?.. “Deliymişim!” dedi kendi kendine. Gene kaçmak geldi içinden, başsız, sonsuz, delidolu bir istek, arkasından itti durdu. Issız sokaklara saptı, serseriler gibi dolaştı. Bir insan gördü mü başını çevirdi, görmek istemedi. Midesi bulanıyordu.

Akşam oldu. Kar yağmura çevirdi. Divitoğlu yorulmuş, bütün gücü tükenmişti, her adımda sarhoş gibi sallanıyordu, düşüp bayılacaktı nerdeyse. Gene de dişini sıktı, dolaşıp durdu yağmurun altında. İliklerine kadar ıslandı. Sonra karanlık bastırdı. Divitoğlu biraz durakladı mı, bir saçak altında azıcık dinlenmeye kalktı mı Emel’i düşünmeye başlıyordu elinde olmadan. Onu düşünmekten, ona seslenmekten korkuyordu, bunun için bir yerlerde durmuyordu, ama en sonunda dayanamadı: soğuk bir duvara yaslandı. Yüzündeki suları sildi. Emel’den çok yalnızlığı, yorgunluğu, açlığı duydu bu kez. Sonra ılık bir özlem uyandı içinde, yağmurlu gökler gibiydi, bulanıktı, kimeydi, neyeydi, nedendi, bilmiyordu. Başını yukarı kaldırdı birden. Camı açık bir pencere gördü. Pencerede bir genç adam sigara içiyordu. Divitoğlu sigara içen adamı kıskandı. Sonra birden şaşkınlıkla gözlerini ayırdı. “Hay Allah, Murat bu!” diye söylendi. Karşıya geçti…

Murat şaşkınlıktan donakaldı. Konuşamadı bir zaman.

“Bu ne hal, İlyas?” dedi neden sonra. “Ne oldu böyle sana?” dedi. Boynuna sarıldı. Mosmor yüzünü öperken ağzını kokladı. O zaman daha çok şaşırdı: ağzı içki kokmuyordu Divitoğlu’nun. Divitoğlu öyle sık sık, sırılsıklam içenlerden değildi ki! Varsa yirmi dört saatlik bir açlık kokusu vardı ağzında, başka koku yoktu.

“Gel, durma, gel, otur şöyle,” dedi Murat. “Ayakların çok ıslanmış, çıkar kunduralarını. Şu terlikleri giy hemen. Çoraplarını da çıkar. Oho! Sucuk gibi ıslanmışsın sen! Pantolonunu da çıkar. Dur, sana pijama getireyim,” dedi.