banner banner banner
Mutfak Çıkmazı
Mutfak Çıkmazı
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Mutfak Çıkmazı

скачать книгу бесплатно


Murat söyledi, o yaptı. Sonra büzülüp oturdu. Suçlu çocuklar gibi önüne bakıyordu. Belki Murat’a da kızıyordu…

“Sende bir şeyler var,” dedi Murat. “Merak ettim, çabuk söyle: ne oldu? Emel’le mi bozuştun?”

Divitoğlu içini çekti.

“Emel yok artık,” dedi. Yalnızdı da kendi kendine söyleniyordu sanki. “Emel yok artık,” diye yineledi.

Murat koltuğunu değiştirdi, daha çok yaklaştı.

“Neden?” diye sordu. “Ne yaptı, ne diye kızdırdı seni? Yoksa sen mi bir şey yaptın, sen mi onu küstürdün? O küstüyse hiç aldırma, barışırsınız. Böyle şeylerden anlarım. Emel’i de iyi tanırım, çok sever seni. Hiç kendini üzme,” dedi.

Divitoğlu umutsuzca başını salladı.

“Beni beğenmiyor,” diye söylendi, ağlıyordu sanki. “Bitti artık, o iş bitti: beni istemedi. Bu konuyu kapatalım, bir daha da açmayalım, olur mu?” dedi.

Murat da dediği gibi yaptı. Anlayışlı çocuktu, başka şeylerden söz etti. Art arda nükteler yaptı, fıkralar sıraladı, sevgilisini anlattı, güldü, kahkahalar attı. Ama İlyas hiçbirini dinlemedi bunların, boş gözlerle dostuna baktı yalnız, başka bir şey yapmadı. Hizmetçi kahve getirdi. Az sonra da kapı çalındı. Kısa boylu, şişman bir adam geldi. Oldukça yaşlı bir adamdı. Ama yaşlılarla yaşlı, gençlerle genç olanlardandı. Gevrek gevrek gülüyor, durmadan konuşuyordu. O da bencilin biriydi, kendinden, kendi yaşayışından söz ediyordu hep: bekârdı, küçük bir memurdu…

“Ama yaşamımdan memnunum,” dedi. “Bir zamanlar epey güçlük çektim, ama şimdi buldum kolayını. Her akşam yemek pişiriyorum evde. Bir de sefertası aldım, on bir liraya. Öğleleri lokantaya gitmiyorum, çalıştığım yerde yiyorum yemeğimi. Yaşamımdan memnunum. Hem karnım doyuyor, hem zaman geçiyor, hem de masraf az oluyor, param bana yetiyor artık,” dedi. Bir kahkaha daha attı.

Murat da güldü. Ama Divitoğlu sanki taş kesilmişti. Tüm varlığıyla adamı dinliyordu şimdi. Gözlerini üzerinden ayıramıyordu bir türlü, deli deli bakıp duruyordu. Adam da anladı işi, anlayınca da irkildi, duraladı. Yüzündeki gülümseme ufalıp inceliverdi birdenbire. Ama çabuk toparlandı, gene yaydı suratına gülümsemeyi. Hiçbir şey olmamış gibi Murat’a döndü.

“Allah seni inandırsın, yemek yapmak hiç de öyle zor değil,” dedi. “Hele benim yemeklerim… Yüz gram pastırma alırsın, iki-üç yumurta kırarsın üstüne, olur bir yemek… Yarım kilo et haşlarsın, biraz patates eklersin, biraz da havuç, olur bal gibi bir yemek. İki gün yersin, parmaklarını da yersin,” dedi.

Daha da sürdürecekti. Ama İlyas birdenbire ayağını yere vurdu. “Sus!” diye haykırdı. “Sus artık, yeter!”

Adam gene İlyas’a döndü. Yüzündeki gülümseme bir ufaldı, bir yayıldı. Yüzündeki gülümseme bir tuhaftı.

“Pilavı var sonra bunun,” dedi. Gözleri İlyas’taydı şimdi. “Pilavı var, makarnası var. Hem doyurur, hem ucuza…”

Sözünü tamamlayamadı. Çünkü İlyas’ın elleri yakasındaydı. İlyas var gücüyle sarsıyordu adamın yakasını. Gözleri kocaman kocamandı.

“Sus dedik sana!” diye bağırdı, çok kızgındı.

Adam işi pişkinliğe vurmak istedi. Yüzündeki gülümseme yanıp yanıp sönüyordu, tümden silinmemesi için adam büyük çabalar harcıyordu. Korkunç bir gülümsemeydi. Omuz silkti.

“Ucuza mal olur,” diye ekledi. Sonra Murat’a göz kırptı. Şimdi terlemeye de başlamıştı. İri iri damlalar vardı alnında. Gene konuştu. “Ama bulaşık yıkamak sıkıcı,” dedi.

“Sus!” diye bağırdı İlyas. “Sus dedim sana!”

Ama adam şaşkınlıktan donakalmış Murat’a bakıyordu.

“Bulaşık yıkamak çok sıkıcı,” diye yineledi. Buram buram terliyordu. Yüzündeki gülümseme korkunçtu. Korkunç gülümsemede garip bir güç vardı. Yıkılmış, ezilmiş insanın gücü. İnsanı hayvana eşit kılan, ama ondan yüceliği alıp götürmeyen güç. Değerlerin ezildiği, çiğnendiği yerlerde, insana tek dayanak olan içgüdü. Avı avcısına saldırtan içgüdü, tükenmeyen güç. Tüm yokluklara, tüm düşkünlüklere karşın, zulümlere, baskılara, alçaklıklara karşın, insanları ayakta tutan, insanları ta bugüne kadar getiren güç. Beş duyunun, elin ayağın gücü..

Biraz bulanık da olsa bu gücü görüyordu İlyas. Adamın gülümsemesinde, terlerinde bu gücü görüyordu, sözlerinde bu gücü dinliyordu. Korkunçtu, ağırdı, dayanamıyordu. Susturmak istiyordu adamı, kovmak istiyordu. Ama adam susmakla kalmadı. Birden yakasını kurtardı İlyas’ın ellerinden. Sonra yüzüne bir tokat indirdi. Sonra hızla kapıya koştu. Çıkıp gitti.

Şimdi İlyas bir koltuğa yığılıp kalmıştı. Eliyle yanağını tutuyordu. Murat önüne dikilmişti.

“İlyas, bunu neden yaptın, delirdin mi?” dedi neden sonra. “Babamın arkadaşıydı, elinde büyüdüm herifin. Ne diye yapıştın yakasına? Neden öyle bağırdın? Sana ne yaptı ki?”

“Kötü gülüyordu,” diye söylendi İlyas. “Eşek gibi, öküz gibi gülüyordu, dayanamadım…”

Murat büsbütün şaşırdı.

“Ya delisin ya şairsin sen,” dedi. “Aklım almıyor bir türlü.”

İlyas birdenbire ayağa kalktı. Gözlerinde buz gibi bir parıltı vardı.

“Ben de yemek yapacağım, Murat,” dedi. “Bundan böyle ben de yemek yapacağım!”

Murat söyleyecek söz bulamadı. Bir şey anlayamıyordu. Ama şimdi İlyas gülümsüyordu. Farkında değildi, ama giden adam gibi gülümsüyordu.

“Yarından tezi yok,” dedi. Sesinde sevince benzer bir şeyler vardı. “Ben de yemek yapacağım artık, hemen yarın. Aylık elli lira daha eksildi. Zaten geçinemiyordum. Şimdi hiç geçinemem. Çaresi yok, yemeğimi kendim hazırlayacağım. Nasıl olsa evlenmek de geçti bizden,” diye söylendi. Sesinde kederden iz yoktu, çok güzel bir düşe dalmış gibiydi. “Çok güzel olacak,” dedi…

Ama Murat sözlerinin anlamına varamadı, şaşkındı, birer acı şaka sandı sözlerini:

“Ufacık şeyleri dert etme,” dedi. “Biri gider, beşi gelir, üzme kendini.”

“Hiçbir şeyi dert ettiğim yok,” dedi İlyas. “Doğrusunu söylüyorum: bundan böyle yemeklerimi kendim yapmazsam, geçinemem. Kararımı verdim artık. Yarından tezi yok… Arada sırada bize de buyur,” dedi, gene gülümsedi.

Gülmesi Murat’ın hoşuna gitti. Hemen sonra da parlak bir düşünce geldi aklına: “Hiç değilse bir-iki gün yemeklerle uğraşır da sıkıntısı dağılır,” dedi içinden. “Nasıl olsa çabuk bıkar, bırakır, varsın bir denesin.” Gözlerini dostuna dikti: çok yakışıklıydı, inceydi, uzundu, tertemiz bir yüzü vardı, yalnız çok zayıftı. “Belki doğru dürüst beslenemiyor, doğru dürüst yemek yiyemiyor da ondan böyle zayıf. Eskiden böyle değildi,” diye düşündü.

“Belki de haklısın,” dedi, içini çekti. “Çok zayıfsın. Akşam yemeklerini evde yap, bol bol ye de biraz şişmanla bari. Emel’i de hiç dert etme, unut gitsin. Ben çok daha güzel kızlarla tanıştırırım seni. Dünyada kız mı yok?” dedi, sesi titrekti, duygulanıvermişti birden. Yaklaştı, yıllardır görmemiş gibi, uzun uzun yüzüne baktı dostunun. Sonra kaşları çatıldı, öksürdü. “Sana bir şey söylesem kızar mısın?” diye sordu. “Bilirim senin huyunu, böyle şeyleri sevmezsin, ama ben gene de söyleyeceğim: kap kacak almak için masrafa girmeni istemiyorum. Bizde çok var, gir mutfağa, seç,” dedi, dedi ya korkar gibiydi.

Ama İlyas kızmadı. Kalktı. “Teşekkür ederim,” dedi. Dostunun küçük duyarlığının yoğunluğunu sezemedi. “Peki, hadi seçelim,” dedi. Eski Divitoğlu değildi sanki. Murat’ın ardından mutfağa girdi. Bir ufak tencere, birkaç eski tabak, iki çatal, iki kaşık, bir bıçak aldı. Kâğıtlara sarıp bağladılar. Yüklenip evine geldi.

Tencereyi, tabakları, kaşıkları küçük, tozlu mutfağına yerleştirdi. Soğuktu, çok üşüyordu. Yorgundu da üstelik, hemen yatması gerekirdi. Gene de ayrılamıyordu mutfaktan. Gözlerini ayırmadan tencereye, tabaklara bakıyordu. Çok güzel bir resme bakar gibi. Tencere tencere değildi sanki, tabaklar tabak değildi, ölümsüz ellerden çıkmış ölüm kalım resimleriydi. Belirsiz bir hazla, bulanık bir öç duygusuyla bakıyordu. Bir yabancı, bir sonsuz hüzün, bir tuhaf dinginlik veriyorlardı. Usul usul yüreğine çöküyorlardı. Ama Divitoğlu sanki büyülenmişti, bakmaya doyamıyordu.

Ertesi gün de ilk işi onlara bakmak oldu.

II

Soğuktan dişleri birbirine vuruncaya kadar baktı. Ama bu kez bakmaktan hiç tat almadı; tam tersine sinirlendi, bilinmedik adamlara, belki yalnız bir adama küfretti. Sonra acı acı göğüs geçirdi. “Allah belasını versin!” dedi tiksinir gibi. Gaz tenekesini aldı, götürüp doldurttu. Döndü, sobasını yaktı. Biraz ısındı. Sonra gene sokağa indi.

İlkin kasaba gitti. Ak gömleği leş gibi bir adam et kesiyor, et çekiyor, et tartıyordu. Orta yaşlı kadınlarla doluydu dükkânın içi. Hep birden konuşuyorlardı. Kimileri gülümsüyordu. Biri de kasapla tartışmaya başladı. Sesler yükseldi, gülümsemeler silindi. Başka kadınlar da katıldı tartışmaya. Kasabın çalışkan elleri durdu. Divitoğlu ürperdi. “Ya kavga büyürse?..” diye düşündü. “Ya polislik olurlarsa?..” Hemen sıvışmak istedi. Bir yerine bir yumruk, bir tırnak gelecek diye korkmuyordu, kulak asmazdı öyle şeylere. Ama onu tanık gösterebilirlerdi. Tanığın adı gazetelere geçebilirdi. “Divitoğlu kasap dükkânında ne yapıyormuş, derler. Memlekete rezil olurum,” dedi kendi kendine. Kapıya doğru yürüdü. Ama kasap tartışmayı hemen kesti.

“Beyefendi, beyefendi!” diye seslendi ardından. “Buyur, beyefendi, ne istiyorsun?”

“Yarım kilo et,” dedi Divitoğlu.

“Nasıl olsun?”

“Parça et. Yağlı olmasın. Koyun varsa, koyun… Evden böyle söylediler…”

“Ben beyden önceydim,” dedi kadının biri.

Ama kasap aldırmadı. Eti hazırlayıp verdi. Parayı sayarken elleri titredi Divitoğlu’nun, yüzü sapsarı kesildi.

“Hastasın galiba,” dedi kasap, candan bir dost gibi yüzüne dikti gözlerini. “Neyin var, beyim?..”

Soğuk bir titreme dolaştı Divitoğlu’nun içinde. Ama hiçbir şeyi yoktu. Utanıyordu, hepsi bu! Hiç sevmezdi alışveriş etmeyi. Dedeleri, yoksul düşüp de uşaksız kaldıktan sonra, kapı önlerinde pineklemişler, çocuklarla, ineklerle, buzağılarla, tavuklarla eğlenmişler, sabah akşam horoz dövüştürmüşler, ama yıllarca çarşıya inmemişlerdi. Çarşıya inmeyi, esnaflarla konuşmayı, ellerinde öteberi taşımayı küçüklük saymışlardı. İlyas onların torunuydu. Bu nedenle yüzü sapsarıydı, alışveriş etmiyor da bir şey çalıyordu sanki.

“Yok, yok,” diye kekeledi. “Hasta değilim.”

Sıvışırcasına çıktı kapıdan. Çıkınca rahatlayacağını sanıyordu, ama olmadı. Sanki tüm gözler üzerindeydi, sanki herkes biliyordu bu eti kendi eliyle pişireceğini. Sanki herkes için için alay ediyordu! Gene kaçmak, bir yerlere gizlenmek geldi içinden. Ama çabuk topladı kendini. Bakkala gitti. Gene öyle çekine çekine, gene öyle bir şey çalar gibi, bir kilo patates, yarım kilo soğan, bir paket tuz istedi. Alıp çıktı. Ama çok utanıyordu, çok heyecanlıydı. “Ekmeği sonra alırım,” dedi. Gözleri yerdeydi, başını kaldırmaktan korkuyordu, mutfağına girinceye kadar da kaldırmadı.

Mutfakta bir ılık rahatlık duydu. Bir ıslık tutturdu. Eti ıslık çala çala yıkadı. Tencereye koydu. Üstüne soğan doğradı. Ocağı yaktı. Sonra birkaç patates soydu. Odasına gitti. Karanfiller hâlâ yerli yerindeydi, rakı şişelerinin üstünde boyun büküyorlardı. Hışımla topladı hepsini de, götürüp çöpe attı. Emel gözlerinin önüne geldi. Öfkeyle odaya döndü. Emel gözlerini bırakmadı. Divitoğlu hemen silinsin istedi. Uzanıp bir kitap aldı: Roma Hukuku. Dudak büktü, eski yerine koydu. Kalktı, gene mutfağa gitti. Tencerede et parçaları çırpınmaya başlamıştı. Divitoğlu patatesleri de boşalttı üzerlerine. Sonra gidip gidip geldi. İkide bir tencerenin kapağını kaldırıp baktı. Kapak sanki bir hokkabaz şapkasıydı: görülmedik, bilinmedik nesneler saklıydı sanki altında, Divitoğlu öylesine merakla bakıyordu tencereye. Baktıkça tuhaf bir huzur duyuyordu. Bu huzuru Emel bile karartamıyordu. Emel hep aklında, hep içindeydi. Ama eski Emel değildi artık. Bir kadın bile değildi, çok değişmişti, çoktandır çekilen, hiç kesilmeyen, alışılmış bir sızı gibiydi. Tencerenin kapağı kaldırıldıkça, mutfağa sıcak buğular dağıldıkça, alışılmış sızı bile siliniyordu.

Tencerede etler, sular, patatesler çırpınmaktaydı. Tuz koymayı unuttuğunu ayrımsadı, onu da koydu. Sonra her beş dakikada bir baktı tencereye. Gittikçe sabırsızlanıyordu. Odasında, sobasının başında, rahat rahat oturamıyordu. Bir yandan açlık bozuyordu keyfini, bir yandan merak. En sonunda dayanamadı. Bir tabağa birkaç parça patatesle bir parça et koydu. Alıp odasına getirdi. İlkin suyundan başladı. Yemeğin suyuna diyecek yoktu, tadı, tuzu yerindeydi. Sonra sıra etle patatese geldi, iş değişti. Patates çiğnenebiliyordu, ama et tüm sertliğiyle karşı koyuyordu dişlerine. Yiyemedi, atmaya da gönlü elvermedi. Götürüp tencereye boşalttı. Sonra, bayram sabahını bekleyen çocuklar gibi, sabırsızlıkla bekledi. Her dakika bir yıl gibi geçti, erimek bilmedi. Divitoğlu, “Bu arada ekmeği alayım bari,” diye söylendi. Gene indi o sayısız basamakları, gene çıktı. Yemeği bir daha yokladı: et hâlâ sertti. Dost bakışlı kasap yaşlı bir koyunun etini vermiş olmalıydı. Divitoğlu çok acıkmıştı, bir parça ekmek koparıp yedi. Bir parça daha kopardı. Sonra bu iş uzadıkça uzadı: önce eti yokluyor, sonra gene öyle kayış gibi olduğunu anlayınca eli ekmeğe gidiyordu. Dayanılmaz bir istek uyandırıyordu içinde bu yemek, kanlı canlı bir şehvet uyandırıyordu. İsteğini kuru ekmekle yatıştırmaya çalışıyordu. Kadın bedenlerini resimlerden tanıyan delikanlılara benziyordu: onlar gibi kuru ekmeğe sarılıyordu…

Yemek en sonunda hazır olduğu zaman, Divitoğlu midesini ekmekle doldurmuştu. Gene de iştahla yedi. Yedikçe sıkıntısı dağıldı yavaş yavaş, yedikçe bir tuhaf oldu. Yemek yer gibi değildi, önemli, nerdeyse soylu bir iş yapıyordu sanki. İyice doymuştu, ama tabak boşalınca gene doldurdu. Alabildiğine güzeldi yemek, şaşılacak derecede güzeldi, yemeğe diyecek yoktu! Engin, yumuşak, serin, uzak bir haz titreşimiydi. Düş gibi, çocukluk gibi, memleket gibi, ev gibi bir titreşimdi. Önce ağzına yayılıyordu, sonra tüm varlığına. Sonra, incecikten gaz kokan ılık havada, çevresinde esiyordu. Bir lokma daha alıyordu Divitoğlu. Yemek hemen eriyiveriyordu ağzında, gene yavaş yavaş dağılıyordu. Gene de kolayca inmiyordu gırtlağından: midesinde yer yoktu ki! Divitoğlu her lokmada kalkıp dolaşıyordu. Pencereden dışarıya bakıyordu. Dudak büküyordu. Evlerle, sokaklarla, insanlarla alay eder gibiydi. Keyfi yerindeydi. Böylece bir kez daha boşalttı tabağını. Boş tabağın karşısında bir sigara yaktı. Dumanları doya doya içine çekti. “Allahım! Allahım!” diye mırıldandı. “Allahım, ne kadar sevinçliyim!” Deli gibi bir kahkaha kopardı. Sonra birden irkiliverdi. “Neden?” dedi kendi kendine. “Neden?..” Sevincine bir neden aradı, bulamadı. Tam tersine, tatsız tuzsuz şeyler geldi aklına: Emel geldi, yoksulluğu, yalnızlığı geldi. Suratı asıldı. Sigarayı ezercesine söndürdü. Sonra birden bir hıçkırık yükseldi göğsünden gırtlağına, eli göğsüne gitti. Birden sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Yıllardır ağlamamıştı, kupkuru yollardan geliyordu gözyaşları. Bu nedenle pek zor çıkıyor, acı veriyorlardı, içinden bir şeyler koparır gibi, zorlaya zorlaya, sızlata sızlata, iliklerinin içinden, damarlarından geliyorlardı. Divitoğlu karşı koymak istiyordu, gözyaşları dinsin istiyordu. Ama bir şey gelmiyordu elinden. Umutsuzca yatağına attı kendini. Belki yarım saat, belki bir saat ağladı böyle. Gözyaşlarından başka hiçbir şey duymadı, hiçbir şey düşünemedi. Yatağın üstünde büzülüp kaldı.

Neden sonra kapı çalındı.

Kapıyı açtığı zaman, gözyaşları daha kurumamıştı, gözleri kıpkırmızıydı. Yumruğunu bastıra bastıra, gözlerinin çevresini kir içinde bırakmıştı. Kan çanağı olmuş gözleriyle, donmuş gibi, büyülenmiş gibi bakıyordu. Aklı almıyordu, inanamıyordu: karşısındaki Emel’di, üstelik, hiçbir şey değişmemiş gibi gülümsüyordu.

“Çekil de içeriye gireyim!” dedi. En güzel giysisini giymişti, en tatlı gülümsemesiyle gülümsüyordu, gözlerinde akıl ermez bir kararlılık vardı: tümden yıkmak istiyordu sanki Divitoğlu’yu, sanki korkunç ölümünü çabuklaştırmak istiyordu. “Divitoğlu, çok vefasız çıktın,” dedi, şeytan şeytan güldü. “Bu muydu senin dostluğun, Divitoğlu? Bir telefon bile etmedin. Bak, şimdi de somurtuyorsun, oldu mu! Anlıyorum, gelişime sevinmedin. Çekil de gireyim.”

Divitoğlu hiç sesini çıkarmadan geriledi. Emel girdi, kapıyı kapattı. Elini uzattı. Sonra sevinç dolu bir şaşkınlık parladı şeytansı gözlerinde.

“Divitoğlu, sen ağlamışsın!” dedi. “Neden ağladın? Söylesene: ne oldu, neden ağladın?”

Divitoğlu yutkundu. Gene boşanmaktan korkuyordu, güç tutuyordu kendini.

“Hayır, ağlamadım,” diye kekeledi. “Sigaradan. Duman kaçtı.”

“Yok, yok, ağlamışsın!” dedi sevgilisi. “Hem de çok ağlamışsın, gözlerin şişmiş. Saklama boşuna, çok ağlamışsın,” diye yineledi.

Masanın önünde durdu. Sonra oturdu. Boşalmış tabağa, çatala, bıçağa, ekmek kırıntılarına baktı. İlyas’a döndü. Alaylı alaylı güldü.

“Yakaladım!” diye haykırdı sonra. “Yakaladım seni, Divitoğlu! Aşçı olduğunu gizledin benden. Soyundan, sopundan söz ettin hep, aşçılığını gizledin. Ama benden ne kaçar ki! Peki ama… nasıl anlamadım şimdiye kadar? Suratından aşçılık akıyor senin. Suratın ‘aşçıyım’ diye haykırıyor. Ben bunu nasıl duymadım? Ne yaptın da suratını susturdun? Alacağın olsun, Divitoğlu! Bir de beni sevdiğini söylerdin. Geçen gün söyledin daha, haftası bile dolmadı. Hem de, çok gerekliymiş gibi, yeminler ettin. Ama bunu hiç açmadın, gizledin. Ne diye gizledin sanki! İnsan sevdiğinden bir şey gizler mi? Bu çok güzel bir şey, Divitoğlu, çok ilginç bir şey. Benden ne diye gizledin?” dedi, bir somurttu, bir güldü. Hep böyleydi, hep böyle şaşırtırdı insanı, damdan düşer gibi sözler söylerdi, insanı deli ederdi.

Divitoğlu gözlerini yere dikmişti. Yüzü kıpkırmızıydı, dizleri titriyordu. Kasap dükkânında bile duymamıştı bu utancı, hiçbir zaman böylesine utanmamıştı.

“İlk bugün başladım!” diye kekeledi. “Bu ilk yemeğim…” Yutkundu, başını kaldıramadı. Emel hemen kalkıp gitse ya da biraz daha alay etseydi, belki de kaba kacağa elini bile sürmezdi bundan böyle, belki yemek işi burada biterdi. Ama, kalkıp gitmedi, alayın türünü değiştirdi. Bir kahkaha kopardı. Yoksul bekâr odasına renk renk çiçekler gibi dağıldı kahkahası, havayı değiştiriverdi.

“Demek ilk yemeğin?” dedi, çok çekiciydi. “Divitoğlu, ne güzel söyledin, ne güzel söylersin her şeyi! İlk yemek, ilk balo gibi! Her şeyin ilki güzeldir: ilk aşk, ilk balo, ilk yemek… İlk yemeğinden yemek isterim, Divitoğlu!”

Divitoğlu birden başını kaldırıp gözlerini Emel’e dikti. Utançla umut birbirine girdi içinde. Sofrasını kaldırmadığı için kızıyordu kendi kendine, Emel’den utanıyor, önünde küçüldüğünü duyuyordu. Gene de üzülmüyordu. Nasıl üzülürdü? Emel gene sık sık, gene durmadan, gene alay eder gibi “Divitoğlu, Divitoğlu!” deyip duruyordu. Her zaman yapmazdı bunu, çok yakınlaştıkları, çok seviştikleri zamanlarda yapardı. İkide bir “Divitoğlu” derdi böyle. Bu nedenle umutluydu Divitoğlu, bu nedenle gözlerine şimdi her şey güzel görünüyor, kötü şeyler önemini yitiriyordu. Nasıl üzülürdü! Şıkır şıkır bir “Kim bilir?” geçti içinden. Kim bilirdi, saatlerce dil dökmekle elde edemediğini bir tabak yemekle elde ederdi belki. Emel’in işleri belli olmazdı. Birden “Evet!” diyebilirdi. Ama demedi. Eski döşeme tahtalarının delinmiş yerlerine çakılmış teneke yamalara vurdu ayaklarını.

“Divitoğlu, duymadın mı?” diye bağırdı. “Duymadın mı, senden yemek istedim! Boşuna cimrilik etme, vazgeçmem. Yoksa hepsini yedin mi? Bu kadar mı obursun? Dostlarını düşünmez misin hiç, beni düşünmez misin? Hepsini yedinse yeniden yaptırtırım. Pişirinceye kadar da beklerim, yemeden gitmem, bak, söyleyeyim şimdiden,” dedi.

Divitoğlu gülümsedi. İçindeki köksüz umut daha bir yeşerdi.

“Hayır, canım, hayır,” diye yanıtladı. “Seni düşünmez miyim hiç? Payını ayırdım.”

“Ne duruyorsun öyleyse?”

Divitoğlu hemen mutfağa gitti. Bir tabak yemek ısıttı, alıp getirdi. Emel bir kahkaha daha kopardı.

“Ne güzel kokuyor!” dedi sonra. “Çok aptalmışım, anlayamamışım seni, büyük aşçı gözlerimin önündeymiş, tanıyamamışım,” dedi. Alay mı ediyordu, yoksa düşündüğünü mü söylüyordu, anlaşılmıyordu. Ama taşkın bir sevinç içindeydi. Sevinci İlyas’a da geçiyordu. İlyas şimdi çok rahattı, artık utanmıyordu.

“Ye de ondan sonra konuş,” dedi.

Emel çatalı, bıçağı eline aldı. İlk lokmayı ağır ağır çiğnedi. Yutar yutmaz yerinden kalktı. Dosdoğru İlyas’a gitti, eğildi, alnından öptü.

“Çok güzel!” dedi. “Yemeğin çok güzel olmuş, Divitoğlu. Çok iyi aşçısın. O kadar güzel ki… bu kadar olur…” diye ekledi. Sonra gene çatalını eline aldı, yeniden başladı haşlamaya. Her lokmada bir şey söyledi.

Divitoğlu hiç sesini çıkarmadı. Gözleri Emel’den ayrılmıyordu. Öpülen yerin yumuşak sıcaklığını duyuyordu alnında. Sıcaklık gittikçe artıyor, derinleşip dağılıyor, her yanına yayılıyordu. Divitoğlu bedeninde sıcaklığın yayılışını dinliyordu. Hem çok hoştu, hem korkunç. İçinde bir yerler titriyordu Divitoğlu’nun, başı dönüyordu, şimdi deli deli bakıyordu. Ama Emel onu çoktan unutmuştu, yediği yemeğe vermişti kendini. Yemeğin eşsiz tadını benliğine sindirmek istiyordu. Haşlamanın gittikçe azalmasına üzülür gibiydi, çok ağır yiyordu. Ama yemek azaldıkça azaldı, en sonunda boşaldı tabağı. Tabak boşalınca başını çevirdi.

“Yemeğin çok güzel olmuş. Böylesini az yedim ömrümde. Bunu hiç unutmayacağım,” dedi.

Divitoğlu gene yanıt vermedi. Sıcaklığı dinliyordu. Sıcaklık tüm damarlarında geriniyordu. Damarlarını patlatmak istiyordu sanki ya da çıkmak, ilk geldiği yere dönmek istiyordu. Evet, öyle, duyuyordu iyice: geri dönmek istiyordu! Divitoğlu ayağa kalktı, artık dayanamıyordu! Sıcaklığı boşaltmaya çalıştı. Ama boşalmıyor, artıyordu, başını döndürüyordu Divitoğlu’nun, o gene de vazgeçmiyordu. Sonra Emel birden geriye çekildi, elinin tersiyle ağzını sildi.

“Yaramazlık istemem!” dedi. “Divitoğlu, ne biçim şey bu yaptığın! Sana yakışır mı! Bilmez misin, dostlar böyle öpüşmez,” dedi, gene yıktı şıkır şıkır umutları.

Divitoğlu zorlu bir yumruk yemiş gibi sarsıldı. Bir şeyler koparmak, bir şeyler kırmak, bir şeyleri yıkmak geldi içinden, az önce yaptığını bir daha yapmak, ne olursa olsun yeniden başlamak geldi. Ama korkunç güçsüzlüğünü duydu birdenbire, durmadan küçüldüğünü, alçaldığını duydu. Alçalışı, küçülüşü durdurmak istedi, yumruklarını sıktı.

“Bu ilk öpüşmemiz değil ki!” dedi. “Sonra sana dost gözüyle baktığım da olmadı.”

“Ama ben hep dost gözüyle baktım sana.”

“Gene de o kadar seviştin benimle.”

“Yanılmışım.”

“Neden?” dedi Divitoğlu. Gene yerdeydi gözleri. “Neden? Beni beğenmiyor musun? Neyimi beğenmiyorsun?” diye üsteledi. Ama iyi biliyordu: yersiz ve saçmaydı sözleri, hiçbir şeyi değiştirmeyeceklerdi, gene de söylemeden edemiyordu. “Söylesene, neden?” dedi bir daha.

“Yemeklerin güzel,” dedi Emel, besbelli, işin alayındaydı. “Haşlamayı beğendim. Seni de severim. Ama bir dost gibi severim, başka türlü değil. Başka türlü seveceğim adam da gelecek. Kimdir, nasıldır, ne yapar, nelerden hoşlanır, neleri sever, orasını bilmiyorum şimdilik, ama bir gün çıkıp gelecek,” dedi.

Divitoğlu kendi kendini yiyordu.

“Saçma,” diye homurdandı.

“Saçmalayan sensin!” dedi Emel. Gözleri uzaklardaydı. Dizlerini kollarının arasına almış, başını sola eğmişti, kımıldamıyordu, resim çektirecekti sanki. “Biliyorum: çıkıp gelecek bir gün. Gelecek, ya!.. Sen de göreceksin. Seni çok sevecek. Ama ne zaman gelecek, bilmiyorum. Beklemek de hiç çekilmez, bitirir insanı, bilirsin. Bunun için şimdi yalnız bırakma beni. Dostum ol, beni bırakma. Fazla bir şey de isteme. Dostlukta karşılık aranmaz. Oldu mu? Evet mi?” dedi, sesi değişivermişti, şimdi yalvarır gibiydi.

Ama Divitoğlu sinirliydi.

“Alay etme benimle!” dedi. “Hiç değilse bunu yapma: alayı bırak!”

“Saçmalama, Divitoğlu, gene saçmalama!” dedi sevgilisi. “Ben seninle nasıl alay ederim? Bunu benden bekler misin?”

“Peki, neden geldin öyleyse? Geçen gün her şey bitmişti.”

“Geldiğime sevindim. Yaşamımın en lezzetli yemeğini yedim bugün.”

Divitoğlu öfkesinden, kederinden ağlayacak gibiydi.

“Yemek için gelmedin,” diye inledi. “Haberin yoktu. Alay etmeye geldin. Durumumu merak ediyordun. Ağlayıp ağlamadığımı sormandan belliydi. Ben ağlamam! Senden nefret ediyorum!”