Читать книгу Japon masalları (Yei Theodora Ozaki) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Japon masalları
Japon masalları
Оценить:
Japon masalları

5

Полная версия:

Japon masalları

Serçe Hanım evine o harap hâlde, ağzı kan içinde ağlarken döndüğü gün bütün ailesi ve akrabaları, yaşlı kadının zalimliğinden başka bir şey konuşmamışlardı. “Pirinç ezmesini bilmeden yedi diye, böyle küçücük bir hata yüzünden nasıl oldu da bu kadar ağır bir ceza verebildi Serçe Hanım’a?” diye soruyorlardı birbirlerine. Bütün bu sıkıntılara sabırla dayanan iyi kalpli yaşlı adamı ise hepsi çok sevmişti ve ellerine fırsat geçtiği takdirde, kadına hak ettiği cezayı vermeyi kararlaştırmışlardı. Bunun için çok uzun beklemelerine gerek kalmadı.

Birkaç saat yürüdükten sonra yaşlı kadın, kocasının ayrıntılı bir şekilde tarif ettiği bambu oyuğunu nihayet buldu. Oyuğun önünde durup bağırdı:

“Dili kesik serçenin evi nerede? Dili kesik serçenin evi nerede?”

Sonunda evin saçaklarının bambu yaprakları arasından sallandığını gördü. Hemen koşturup gürültülü bir şekilde kapıyı çaldı.

Serçe Hanım, hizmetçiler eski sahibesinin kapıda onu aradığını söyleyince bu beklenmedik ziyaret karşısında biraz şaşırdı. Bütün o yaşananlardan sonra kadının buraya gelmeye cesaret etmesine hayret etti. Fakat Serçe Hanım, kibar bir kuştu; bu yüzden onun bir zamanlar sahibesi olduğunu hatırlayarak yaşlı kadını karşılamak üzere dışarı çıktı.

Fakat yaşlı kadın konuşarak vakit kaybetme niyetinde değildi. Hiç utanmadan hemen konuya girdi:

“Beni kocamı ağırladığın gibi ağırlamana gerek yok. Ben kocamın aptallık edip burada bıraktığı kutuyu almaya geldim. Büyük kutuyu verin, hemen gideyim. Tek istediğim bu!”

Serçe Hanım hemen kabul etti ve hizmetçilerinden büyük kutuyu getirmelerini istedi. Yaşlı kadın hemen kutuyu kavrayıp sırtına yükledi. Serçe Hanım’a teşekkür bile etmeden hızlıca evinin yolunu tuttu.

Kutu öyle ağırdı ki koşmak şöyle dursun hızlı bile yürüyemiyordu. Oysa hemen eve gidip kutunun içindekileri görmek istiyordu. Ama güçsüz düştüğü için oturup dinlenmek zorunda kaldı.

Taşıdığı ağır yükle zar zor ilerlerken kutuyu açma istediği dayanılmaz bir hâl almaya başladı. Artık daha fazla bekleyemeyecekti. Bu kutunun da kocasının getirdiği küçük kutu gibi altın ve gümüş dolu olduğundan emindi.

Sonunda, açgözlü ve bencil kadın kutuyu yol kenarında yere koydu ve bir altın madeniyle karşılaşmayı bekleyerek dikkatlice açtı. Ama kutunun içindekiler onu öyle bir dehşet içinde bıraktı ki gözleri görmez, kulakları duymaz oldu. Kutunun kapağını kaldırır kaldırmaz, korkunç canavarlar dışarı fırladı ve sanki onu öldürmek istiyorlarmış gibi etrafını sardı. Kâbuslarında bile bu kutudakiler kadar dehşet verici yaratıklar görmemişti. Alnının tam ortasında kocaman bir gözü olan canavar kadına gözlerini dikmişti, kocaman ağızlı yaratıklar sanki onu yiyecekmiş gibi bakıyordu. Devasa bir yılan kıvrıla kıvrıla kadına tısladı. Büyük bir kurbağa ise zıplayıp “vrak vrak!” diye kadına bağırdı.

Yaşlı kadın ömründe hiç bu kadar korkmamıştı. Dermansız bacaklarının gücü yettiğince oradan hızla kaçtı. Hayatta kaldığına mutluydu. Eve vardığında yere kapandı ve başına gelenleri, az kalsın kutudaki canavarların onu öldüreceğini gözyaşları içinde kocasına anlattı.

Sonra serçeyi suçlamaya başladı ama yaşlı adam onu hemen susturdu:

“Serçeyi suçlama sakın. Sonunda kötülüğünün karşılığını buldun. Umarım sana ders olur!”

Yaşlı kadın, başka söz söylemedi. O günden sonra asık suratlı, kaba davranışlarından pişman olup yavaş yavaş iyi bir kadın hâline geldi. Öyle ki artık kocası bile onu tanıyamaz oldu. Son günlerini birlikte mutlu bir şekilde geçirdiler. Kimseye muhtaç olmadılar. Yaşlı adamın dili kesik serçesinden aldığı hazineyi dikkatlice harcadılar.

Balıkçı Delikanlı Uraşima Taro’nun Hikâyesi

Çok uzun zaman önce, Japonya sahillerindeki Tango bölgesinde yer alan küçük balıkçı kasabası Mizu-no-ye’de Uraşima Taro adlı genç bir balıkçı yaşardı. Babası da balıkçıydı ve yeteneği oğluna fazlasıyla geçmişti. Öyle ki Uraşima o bölgedeki en hünerli balıkçıydı; arkadaşlarının bir haftada yakaladığı Bonito ve Tai balıklarını, o bir günde yakalayabiliyordu.

Fakat bu küçük balıkçı kasabasında işindeki hünerinden ziyade iyi kalpliliğiyle tanınıyordu. Hayatı boyunca küçük ya da büyük hiçbir canlıya zararı dokunmamıştı. Çocukken, hayvanları kızdıran arkadaşlarına katılmadığı için onunla alay ederlerdi; fakat o, diğer çocukları bu acımasız eğlenceden caydırmak için uğraşırdı.

Ilık bir yaz akşamı, bütün gün balık tuttuktan sonra evine dönerken bir grup çocuğa rastladı. Avazları çıktığı kadar bağırarak konuşuyorlardı; belli ki bir şey yüzünden çok heyecanlıydılar. Ne oluyor diye merak edip yanlarına gidince genç balıkçı, bir tosbağaya eziyet ettiklerini gördü. Çocuklardan ikisi, tosbağayı bir o tarafa bir bu tarafa çekiştirip dururken, üçüncü bir çocuk zavallı hayvana sopayla vuruyor, dördüncüsü ise kabuğunu taşlıyordu.

Uraşima, zavallı tosbağanın hâline çok üzüldü ve onu kurtarmaya karar verdi. Çocuklara dedi ki:

“Bana bakın çocuklar, bu zavallı tosbağaya öyle kötü davranıyorsunuz ki, sonunda öldüreceksiniz!”

Hayvanlara zalimce davranmaktan zevk aldıkları yaşta olan oğlanlar, Uraşima’nın nazik azarını hiç umursamadı.

Yaşı daha büyük olan çocuklardan biri dedi ki:

“Yaşamış ya da ölmüş kimin umurunda? Bize ne? Haydi çocuklar, devam, devam!”

Zavallı tosbağaya daha da acımasızca davranmaya başladılar. Uraşima, bu çocuklarla başa çıkabileceğini düşünerek biraz bekledi. Tosbağayı ona vermeleri için çocukları ikna etmeye çalışacaktı. Bu yüzden, gülümseyerek şöyle dedi:

“Eminim ki hepiniz iyi çocuklarsınız! Acaba tosbağayı bana verir misiniz? Çok isterdim bir tosbağam olsun!”

“Hayır, tosbağayı sana vermeyiz,” dedi çocuklardan biri. “Ne diye verecekmişiz? Onu biz yakaladık.”

“Doğru söylüyorsunuz,” dedi Uraşima, “ama karşılıksız istemiyorum zaten. Ben size para vereceğim, yani Ojisan (Amca) tosbağayı sizden satın alacak. Olur, değil mi çocuklar?” Parasını onlara gösterdi. Her bozuk paranın ortasında bir delikten geçirilmiş bir parça ip vardı. “Bakın çocuklar, bu parayla istediğiniz şeyi alabilirsiniz. Oysa şu zavallı tosbağa hiçbir işe yaramaz. Beni dinlediğinize göre ne kadar da iyi çocuklarsınız.”

Kötü çocuklar değillerdi, yalnızca yaramazlardı. Uraşima, nazik gülümsemesi ve şefkatli sözleriyle çocukların kalbini kazanmıştı. Japonya’da dendiği üzere “ruhu olan” biriydi. Çocuklar yavaşça yanına geldi ve küçük çetenin lideri tosbağayı uzattı.

“Tamam, Ojisan, parayı verirsen sana tosbağayı veririz!” Uraşima, tosbağayı alıp çocuklara para verdi. Çocuklar birbirlerine seslenip koşturarak ortadan kayboldular.

Uraşima, tosbağanın sırtını okşarken şunları söylüyordu:

“Ah, zavallıcık! Zavallıcık seni! Geçti, geçti! Artık güvendesin. Leylekler bin yıl yaşar derler; ama tosbağalar on bin yıl yaşar. Bu dünyadaki canlılar içinde en uzun ömürlü olan sensin. Ama o zalim çocuklar, az daha kıymetli hayatını elinden alacaklardı. Neyse ki yoldan geçiyordum da seni kurtardım. Hayatın kurtuldu. Şimdi seni hemen yuvana, yani denize götüreceğim. Bir daha yakalanayım deme, tamam mı, çünkü bu sefer seni kurtaracak biri olmayabilir!”

Bunları söylerken iyi kalpli balıkçı hızla sahile yürüyordu. Kayalıkları aştı, sonra tosbağayı denize bıraktı, hayvanın suda kayboluşunu izledi. Kendisi ise eve doğru yol aldı, çünkü artık yorulmuştu ve güneş batmıştı.

Ertesi sabah Uraşima her zaman yaptığı gibi teknesine gitti. Hava güzeldi, hafif puslu yaz sabahında deniz ve gökyüzü masmaviydi. Uraşima, teknesine atlayıp rüyada gibi denize açıldı. Çok geçmeden diğer balıkçı teknelerini geride bıraktı; öyle uzaklaşmıştı ki, diğer balıkçılar gözden kaybolmuştu. Teknesiyle mavi sularda hiç durmadan ilerledi. Neden bilmiyordu ama birden hiç olmadığı kadar mutlu hissetti kendini. “Keşke o serbest bıraktığım tosbağa gibi binlerce yıl sürecek upuzun bir ömrüm olsaydı,” diye düşündü.

Birinin adını bağırdığını duyunca dalıp gittiği düşlerden uyanıverdi:

“Uraşima, Uraşima!”

Adı, çan sesi kadar berrak ve yaz rüzgârı gibi yumuşak bir şekilde yayılıyordu denize.

Ayağa kalktı, etrafa bakındı. Diğer teknelerden birinin geldiğini sandı fakat ne kadar dikkatli bakarsa baksın, koca denizde, yakında veya uzakta bir tekne göremedi. Yani ses, bir insandan gelmiş olamazdı.

Şaşkın bir hâlde onu çağıranın kim olduğunu anlamaya çalıştı. Her tarafa baktı, sonra bir de gördü ki, teknesinin kenarına bir tosbağa gelmiş. Uraşima çok şaşırdı; çünkü bu, bir gün önce kurtardığı tosbağanın ta kendisiydi.

“Acaba, Sayın Tosbağa,” dedi Uraşima, “bana seslenen siz miydiniz?”

Tosbağa başıyla onayladı ve dedi ki:

“Evet, bendim. Dün sizin şerefli gölgeniz (o kage sama de) benim hayatımı kurtardı. Ben de size teşekkürlerimi sunmak ve bana yaptığınız iyilik nedeniyle duyduğum minnettarlığı ifade etmek istedim.”

“Hakikaten,” dedi Uraşima, “çok kibarsınız. Haydi, tekneye gelin. Size bir sigara ikram etmek isterdim ama bir tosbağa olarak sigara içmiyor olmalısınız.” Balıkçı yaptığı şakaya güldü.

“He-he-he-he!” diye güldü tosbağa, “sake (pirinç şarabı) en sevdiğim içecektir ama tütünden pek hazzetmem.”

“Gerçekten çok üzgünüm ama teknemde hiç ‘sake’ yok. Yine de yukarı çıkıp güneşte sırtınızı kurutabilirsiniz. Tosbağalar çok sever bunu,” dedi Uraşima.

Tosbağa tekneye tırmanırken balıkçı da ona yardım etti. Biraz hoşbeş ettikten sonra tosbağa dedi ki:

“Rin Gin’i hiç gördünüz mü Uraşima? Hani Denizlerin Ejderha Kralı’nın oturduğu saray.”

Balıkçı başını sallayıp “Hayır,” dedi. “Yıllardır deniz benim evim oldu ama Ejderha Kral’ın deniz altındaki ülkesini çok duymama rağmen muhteşem sarayını hiç görmedim. Eğer öyle bir yer varsa, çok uzak olmalı!”

“Gerçekten mi? Kralın sarayını hiç görmediniz demek, ha? Şunu söyleyeyim, şu koca evrendeki en göz alıcı manzaralardan birini kaçırmışsınız. Saray, denizin dibinde, çok uzaklarda ama isterseniz ben sizi hemen götürürüm. Kralın ülkesini görmek istiyorsanız, rehberiniz olurum.”

“Çok isterim oraya gitmeyi. Rehberim olmayı teklif ettiğiniz için de çok teşekkür ederim. Fakat unutmayın ki ben sıradan bir faniyim, siz ise bir deniz canlısı. Yani sizin kadar iyi yüzemeyebilirim…”

Balıkçı başka bir şey diyemeden, tosbağa sözünü kesti:

“Ne? Yüzmenize gerek yok ki. Sırtıma binerseniz rahat rahat gideriz, zahmet çekmezsiniz.”

“İyi ama,” dedi Uraşima, “küçücük sırtınızda beni nasıl taşıyacaksınız?”

“Size saçma gelebilir ama sırtıma binebilirsiniz, gerçekten. Haydi durmayın! Hemen sırtıma binin ve sandığınız gibi imkânsız mıymış görün.”

Tosbağa sözlerini bitirince, Uraşima kaplumbağanın kabuğuna baktı. Bir de ne görsün! Hayvan birden öyle büyüdü ki, koca bir insan üzerine oturabilirdi.

“Gerçekten çok garip!” dedi Uraşima; “O hâlde Bay Tosbağa, izninizle sırtınıza bineceğim. Dokoişo4!” diyerek tosbağanın sırtına atladı.

Tosbağa, sanki çok sıradan bir şey yapıyorlarmış gibi yüzünü hiç kımıldatmadan “Şimdi rahatça yola çıkabiliriz,” deyip sırtındaki Uraşima ile denize atladı. Tosbağa suyun dibine daldı. Bu iki tuhaf yol arkadaşı, uzun süre denizde yol aldı. Uraşima hiç yorulmadı, giysileri de ıslanmadı. Nihayet, uzaklarda muhteşem bir kapı belirdi. Kapının ardında ise sarayın uzun ve eğimli çatıları gözüküyordu.

“Evet,” diye haykırdı Uraşima, “büyük bir sarayın kapısına benziyor! Bay Tosbağa, görmekte olduğumuz bu yer nedir, söyleyebilir misiniz?”

“Rin Gin Sarayı’nın muhteşem büyük kapısı. Geride gördüğünüz büyük çatı da Deniz Kralı’nın sarayıdır.”

“O hâlde Deniz Kralı ve sarayına nihayet ulaştık,” dedi Uraşima.

“Evet, öyle,” dedi tosbağa, “çok hızlı gelmedik mi?” Bunları söylerken tosbağa kapının yanına ulaştı. “İşte geldik. Buradan itibaren yürümelisiniz.”

Tosbağa önden gitti ve kapıcıyla konuştu:

“Bu, Uraşima Taro. Japonya’dan geliyor. Kendisini ziyaretçi olarak krallığa getirmekten onur duyuyorum. Lütfen ona yolu gösterin.”

Kapıcı bir balıktı ve tosbağanın sözleri üzerine onları hemen kapıdan geçirdi.

Çipura, dere pisisi, dilbalığı, mürekkep balığı ve Denizlerin Ejderha Kralı’nın bütün tebaası, yabancıyı selamlamak üzere dışarı çıkıp saygıyla eğildiler.

“Uraşima Sama, Uraşima Sama! Denizlerin Ejderha Kralı'nın evi Deniz Sarayı’na hoş geldin. Uzak diyarlardan gelmişsin, hoş geldin. Ve siz Bay Tosbağa, Uraşima’yı buraya getirirken nice zahmet çektiniz, size minnettarız.” Sonra yine Uraşima’ya dönüp “Lütfen bizi izleyin,” dedi. Bütün balıklar, Uraşima’nın rehberi oldu.

Uraşima fakir bir balıkçıydı ve sarayda nasıl davranılır bilmiyordu. Her şey ona çok yabancı gelse de çekinip utanmamış, yavaşça nazik rehberlerini izleyerek sarayın içine ulaşmıştı. Ana kapılara vardıklarında, güzeller güzeli bir Prenses yanında hizmetçisiyle onu karşılamaya geldi. Prenses, olağanüstü bir güzellikteydi. Bir dalganın alt tarafı gibi kırmızı ve açık yeşil renkte, pileleri altın şeritlerle parlayan güzel bir kaftana bürünmüştü. Güzel siyah saçlarını, yüzyıllar önce kral kızlarının yaptığı gibi omuzlarına salmıştı. Konuştuğunda sesi, müzik gibi dalgalanıyordu suyun üzerinde. Uraşima, Prenses’in önünde reverans yapması gerektiğini hatırladı; ama daha başını eğemeden Prenses elinden tutup onu hoş bir salona, onur misafirlerine ayrılan yere götürdü ve oturmasını istedi.

“Uraşima Taro, sizi babamın krallığına kabul etmek büyük bir zevk,” dedi Prenses. “Dün bir tosbağayı özgürlüğüne kavuşturdunuz. Ben de bunun için size teşekkür etmek istedim, çünkü o tosbağa bendim. Eğer dilerseniz burada, yaz mevsiminin asla bitmediği ve üzüntünün asla uğramadığı bu sonsuz gençlik ülkesinde ebediyen yaşayabilirsiniz. İsterseniz karınız olurum ve birlikte sonsuza dek mutlu yaşarız!”

Prenses’in tatlı sözlerini dinleyip sevimli yüzüne bakarken Uraşima’nın kalbi şaşkınlık ve sevinçle doldu. Bütün bunlar bir rüya mı diye düşünüyordu:

“Söyledikleriniz için binlerce kez teşekkür ederim. Bugüne kadar adını çok duyduğum ama hiç görmediğim bu güzel ülkede, sizinle kalmayı her şeyden çok isterim. Kelimeler yetersiz kalır bu güzelliği tarife. Burası ömrümde gördüğüm en muhteşem yer.”

Uraşima bu sözleri söylerken törensel kıyafetler içinde bir grup balık belirdi. Sessiz ama heybetli adımlarla salona girdiler. Ellerinde leziz balık ve yosun yemeklerinin bulunduğu tepsiler vardı. Gelin ve damat için muhteşem bir ziyafet hazırladılar. Göz kamaştıracak kadar görkemli bir düğün yapıldı. Denizler Kralı’nın ülkesi sevinç içinde bu güzel günü kutluyordu. Genç çift, üç kez düğün şarabından tadar tatmaz müzik başladı, şarkılar söylendi. Gümüş pullu, altın kuyruklu balıklar dalgalardan fırlayıp dans ettiler. Uraşima gönlünce eğlendi. Hayatı boyunca böyle harika bir şölen görmemişti.

Eğlence sona erince Prenses damada sarayı gezdirip göstermeyi teklif etti. Mutlu balıkçı, karısını yani Denizler Kralı’nın kızını takip etti. Gençlik ve neşenin hiç ayrılmadığı, zaman ve yaşlılığın uğramadığı bu büyüleyici ülkenin tüm harikalarını gördü. Saray, mercanlardan yapılmış ve incilerle süslenmişti. Bu ülkenin güzellikleri ve harikalarını kelimelerle anlatmak imkânsızdı.

Ama Uraşima için saraydan bile muhteşem bir yer vardı: sarayı çevreleyen bahçe. Burada aynı anda dört mevsimin manzaraları görülebiliyordu. Yaz ve kışın, bahar ve sonbaharın güzellikleri hayranlık içindeki ziyaretçinin gözleri önüne serildi.

İlk önce doğu tarafına baktı. Erik ve kiraz ağaçları çiçeklenmişti, bülbüller iki yanı ağaçlı pembe yollarda şakıyorlardı ve kelebekler çiçekten çiçeğe uçuşuyordu.

Güneye bakınca yaz ortasında yemyeşil ağaçları gördü. Ağustos böcekleri ve cırcır böcekleri ötüşüyordu.

Batıya baktı. Akçaağaçlar sonbaharda güneşli bir gökyüzü gibi parlıyordu ve kasımpatılar mükemmeldi.

Kuzeye baktığında gördüğü değişim Uraşima’yı ürküttü. Çünkü her yer karla kaplanmıştı, bembeyazdı. Ağaç ve bambular da karla örtülmüştü. Gölet ise donmuştu.

Uraşima her güne yeni sevinçler ve muhteşem manzaralarla uyanıyordu. Öyle mutluydu ki, her şeyi unuttu. Bu üç gün, ardında bıraktığı anne babası ve ülkesi bile aklına gelmeden geçti. Sonra aklı başına geldi. Kim olduğunu ve bu muhteşem ülkeye ya da Denizler Kralı’nın sarayına ait olmadığını hatırladı. Kendi kendine dedi ki:

“Aman tanrım! Burada kalamam. Memleketimde beni bekleyen yaşlı bir annem ve babam var. Bunca zaman tek başlarına ne yaptılar acaba? Kim bilir eve dönmediğim için nasıl endişelenmişlerdir. Bir gün bile geçirmeden hemen eve dönmeliyim.” Hiç zaman kaybetmeden yolculuk için hazırlanmaya başladı.

Sonra güzel eşine gidip önünde eğilerek şunları söyledi:

“Gerçekten, seninle öyle mutlu oldum ki Otohime Sama (eşinin adı buydu), ve kelimelerle ifade edemeyeceğim kadar nazik davrandın bana. Ama artık veda etmeliyim. Yaşlı anne babamın yanına gitmeliyim.”

Otohime Sama ağlamaya başladı. Usulca ve üzgün bir sesle şunları söyledi:

“Burada iyi değil misin Uraşima? Onun için mi benden bu kadar çabuk ayrılmak istiyorsun? Neden bu acele? Bir gün daha kal, ne olur!”

Fakat Uraşima, yaşlı anne babasını hatırlamıştı. Japonya’da anne babanıza karşı olan görevinizi yerine getirmek, dünyadaki her zevkten ve hatta aşktan bile önemlidir. Uraşima’nın fikrini değiştirmek imkânsızdı ve şöyle cevapladı:

“Gerçekten gitmek zorundayım. Senden ayrılmak istediğimi sanma sakın. Öyle değil. Gidip anne babamı görmem lazım. Bir gün için gitmeme izin ver, sonra sana geri döneceğim.”

“Öyleyse, yapacak bir şey yok,” dedi Prenses üzgün bir şekilde. “Yanımda kalman için uğraşmak yerine seni hemen bugün annenle babana göndereceğim. Aşkımızın simgesi olarak bunu veriyorum sana, lütfen döndüğünde de yanında olsun,” diyerek Uraşima’ya parlak bir iple bağlanmış ve kırmızı ipek püsküllerle süslenmiş cilalı bir kutu verdi.

Uraşima, Prenses’ten o kadar çok şey almıştı ki bu hediyeyi kabul ederken biraz utanıp şöyle dedi:

“Benim için yaptıklarından sonra senden bir hediye daha almam doğru olmaz; ama böyle istediğin için yapacağım,” dedi Uraşima ve ekledi:

“Bu kutu nedir?”

“O,” dedi Prenses, “tamate-bako (Mücevher El Kutusu) ve içinde çok kıymetli bir şey var. Bu kutuyu asla açmamalısın! Açarsan başına çok kötü şeyler gelir! Şimdi bana söz ver, ne olursa olsun kutuyu açmayacaksın!”

Uraşima, ne olursa olsun asla kutuyu açmayacağına dair söz verdi.

Uraşima, Otohime Sama’ya veda edip deniz kenarına gitti. Prenses ve hizmetçileri de ardından geldi. Büyük tosbağa, orada Uraşima’yı bekliyordu.

Hemen hayvanın sırtına atladı ve berrak deniz üzerinde doğuya doğru ilerlediler. Gözden kaybolana dek Otohime Sama’ya el salladı ve Deniz Kralı’nın ülkesi artık çok uzaklarda kaldı. Uraşima, hevesle yüzünü kendi ülkesine döndü. Ufukta mavi tepeleri aradı gözleri.

Sonunda tosbağa, çok iyi tanıdığı körfeze getirdi Uraşima’yı. Balıkçı, sahile inip etrafına baktı. Tosbağa ise Deniz Kralı’nın ülkesine geri döndü.

Ama orada durmuş etrafına bakarken Uraşima’yı saran bu tuhaf korku da neyin nesiydi? Yanından geçen insanlara neden öyle gözlerini kırpmadan bakıyordu? Peki ya onlar neden durup Uraşima’ya bakıyorlardı? Sahil aynı, tepeler aynı ama yürüyüp geçen insanların yüzleri, o tanıdığı kişilere ait değildi.

Bütün bunların ne anlama geldiğini düşünerek hızlıca evine yürüdü. Evi bile değişmişti. Uraşima şöyle seslendi:

“Baba, ben geldim!” Tam eve girmek üzereyken yabancı bir adam çıktı dışarı.

“Belki ben yokken annemle babam taşınmıştır. Belki de başka bir yere gittiler,” diye düşündü balıkçı. Garip bir endişe kapladı yüreğini; ama nedenini anlayamıyordu.

“Affedersiniz,” dedi ona bakan adama. “Birkaç gün öncesine kadar ben bu evde yaşıyordum. Adım Uraşima Taro. Annemle babamı burada bıraktım, neredeler?”

Adamın yüzünden şaşkına döndüğü belliydi. Uraşima’nın suratına dikkatle bakmaya devam ederek dedi ki:

“Ne? Sen Uraşima Taro musun?”

“Evet,” dedi balıkçı, “Uraşima Taro’yum ben!”

“Ha, ha!” diye güldü adam, “böyle şakalar yapmamalısın. Evet, doğru, bir zamanlar burada Uraşima Taro adlı bir adam yaşamış. Ama üç yüz yıl önce. Şimdi yaşıyor olması imkânsız!”

Uraşima bu tuhaf sözleri duyduğunda, korkuya kapılıp şöyle dedi:

“Ne olursunuz benimle dalga geçmeyin. Çok şaşkınım. Ben gerçekten Uraşima Taro’yum ve üç yüz yıl falan yaşamadım. Dört beş gün öncesine kadar işte burada yaşıyordum. Lütfen, şaka yapmadan anlatın olanları.”

Fakat adamın yüz ifadesi giderek ciddileşti ve şöyle cevap verdi:

“Adın Uraşima Taro olabilir. Fakat benim duyduğum Uraşima Taro, üç yüz yıl önce burada yaşamış bir adamdır. Belki de onun ruhusun ve eski evini ziyaret etmeye gelmişsindir.”

“Neden benimle alay ediyorsunuz?” dedi Uraşima. “Ruh falan değilim ben! Kanlı canlı bir insanım. Ayaklarımı görmüyor musunuz?” Uraşima, ayaklarını gürültüyle yere vurup adama gösterdi (Japon hayaletlerin ayağı yoktur).



“İyi ama Uraşima Taro, üç yüz yıl önce yaşamış. Benim tek bildiğim bu. Köy yıllıklarında yazıyor,” diye ısrar etti adam. Balıkçının söylediklerine inanamıyordu.

Uraşima şaşkınlıktan ne yapacağını bilmiyordu. Etrafına bakındı, aklı karman çormandı. Gerçekten de her şey hatırladığından çok farklı gözüküyordu. Belki de adamın söyledikleri doğruydu. Bu korkunç duygu onu mahvetti. Sanki garip bir rüyadaydı. Deniz Kralı’nın deniz ötesindeki sarayında geçirdiği günler, sıradan günler değildi; yüzlerce yıl geçmişti aradan. Anne babası ölmüştü. Bütün tanıdıkları ve köylüler, onun hikâyesini yazmışlardı. Artık burada kalmanın bir faydası yoktu. Denizin ötesindeki güzel karısına geri dönmeliydi.

Sahile döndü. Prenses’in verdiği kutu yanındaydı. Ama hangi taraftan gidecekti? Tek başına yolunu bulamıyordu! Tam o anda kutuyu, tamate-bako’yu anımsadı.

“Prenses, kutuyu verirken asla açmamam gerektiğini, içinde çok kıymetli bir şeyin olduğunu söylemişti. Ama artık evim yok, burada benim için değerli olan her şeyi yitirdim. Kalbim üzüntüyle eriyor. Böyle bir zamanda kutuyu açarsam, bana yardım edecek, beni deniz ötesindeki güzel prensesime götürecek bir şey bulabilirim. Yapabileceğim başka bir şey yok. Evet, kutuyu açıp bakacağım!”

Böylece gönlü, bu itaatsizliğe ikna oldu. Verdiği sözü tutmayarak iyi bir şey yaptığına kendini inandırmaya çalışıyordu.

Kırmızı ipek bağı yavaşça çözdü; yine yavaşça ve merak içinde bu değerli kutunun kapağını kaldırdı. Peki, ne buldu? Üç küçük topak hâlinde, mor renkli, güzel ve ufak bir bulut yükseldi kutudan. Bir an için bulut yüzünü kapladı ve sanki gitmeye isteksiz gibi başının üzerinde dolandı, sonra buhar olup denizin üzerinde kayboldu.

O zamana kadar yirmi dört yaşında güçlü ve yakışıklı bir delikanlı olan Uraşima, birden çok ama çok yaşlı bir adam hâline geldi.

Yaşlılık yüzünden sırtı kamburlaştı, saçları kar beyazı oldu, yüzü kırıştı ve sahile düşüp ölüverdi.

Zavallı Uraşima! İtaatsizliği yüzünden Deniz Kralı’nın ülkesine dönemeyecek ve güzel Prenses’i bir daha göremeyecekti.

Çiftçi ve Porsuk

Evvel zaman içinde yaşlı bir çiftçi ile karısı yaşardı. Evleri, şehirden çok uzaklarda, dağlardaydı. Tek komşuları şirret bir porsuktu. Porsuk, her gece dışarı çıkıp çiftçinin tarlasına koşturur, adamcağızın binbir emekle yetiştirdiği sebzelerle pirinci mahvederdi. Sonunda porsuğun bu yaramazlığı öyle bir hâl aldı, o kadar çok zarara yol açtı ki, çiftçi daha fazla dayanamayıp bu duruma bir dur demeye karar verdi. Her gece elinde büyük bir sopayla porsuğu yakalamak için nöbet tuttu ama nafile. Bunun üzerine bu kötü hayvana tuzaklar kurdu.

Çiftçi zahmetinin ve sabrının karşılığını aldı; güzel bir günde çalışırken onu yakalamak için kazdığı deliklerin birinde porsuğu buldu. Çiftçi, düşmanını yakaladığı için çok mutluydu. Bir ipe bağladığı porsuğu evine götürdü. Eve varınca karısına dedi ki:

“Nihayet yaramaz porsuğu yakaladım. Ben çalışırken gözünü ondan ayırma ve sakın kaçmasına izin verme. Bu akşam ondan çorba yapmak istiyorum.”

Bunu söyleyip porsuğu kilerdeki kirişlere bağladı ve tarlasına gitti. Porsuk, büyük sıkıntı içindeydi; zira akşam çorba yapılma fikri hiç de hoşuna gitmemişti. Uzun uzun düşündü, bir kaçış planı kurmaya çalıştı. Bu rahatsız durumdayken düşünmesi çok zordu; çünkü baş aşağı asılmıştı. Çok yakınında, kilerin yeşil tarlalarla ağaçlara ve güzel gün ışığına bakan girişinde çiftçinin karısı arpa dövüyordu. Yorgun ve yaşlı bir kadındı. Yüzü kırışıklıklarla doluydu ve deri gibi kahverengiydi. Arada sırada durup yüzündeki ter damlalarını siliyordu.

“Sevgili hanımefendi,” dedi kurnaz porsuk, “bu yaşta böylesine ağır bir iş sizi çok yoruyor olmalı. Size yardım edeyim, ne dersiniz? Kollarım çok güçlüdür. Hem biraz dinlenmiş olursunuz.”

“Teşekkür ederim, çok iyisiniz,” dedi yaşlı kadın, “fakat benim yerime çalışmanıza izin veremem; çünkü sizi çözmemem gerek. Eğer çözersem kaçabilirsiniz. Kocam eve gelip de sizi bulamazsa çok kızar.”

bannerbanner