
Полная версия:
1001 Kelime 1001 Hüzün
Artık yalnız bulunmamak sabırsızlığı. Ta ki eğer ez çok tanınmış bir ismim varsa, onunla hodbinliğimi tetviç etmek gibi hazin bir neticeye varmış olmayayım.(Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 135)
147 | Hemdem (Far.): Birlikte yaşayan, arkadaş“Aşktan anlayanların hayatı nasıl telakki ettiklerini söyledim, şimdi o olgun insanların aşkı da nasıl anladıklarını söyleyeceğim, kulağınızı iyi açın: ‘Aşk, eşi olmayan bir cevherdir: Anın vasfı emsal ile denilmez; aşk, yakası açılmamış bir sırdır: Anın tasviri misal ile bilinmez: Aşıkların dili altında sözler vardır ki dudak ona mahrem olmaz. Aşk ehlinin, göğüsleri içre nefesler vardır ki dem ana hemdem olmaz. Aşk, bir zahirdir ki örtülmez. Aşk, bir sırdır ki açılmaz. Aşkın kimseyle kârı olmaz. Aşk aynası jengarî olmaz. Aşk, serazadeleri bende eder. Aşk, başları yüksekte duranları, efkende eder. Aşk, efsane ve efsun değildir. Aşk sanatı herdun değildir. Her aşk davası eden âşık olmaz, her muhabbetten dem vuran sadık olmaz. Aşk bir kimyadır, anın madeni can olur. Aşk bir cevherdir, anın mekânı kan olur. Aşk bir zevktir, anın da başka bir dili var. Aşk, bir şevktir, anın da ayrı ehli var. Aşk, bir coşuştur, anın da şeydaları var. Aşk, bir taşıştır, anın da deryaları var. Her gönül ki aşka hane ola: Bela okuna nişane olur ve her gönül ki muhabbete makam ola. Mihnet anda müdam olur.’ ” (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 101)
148 | Hercümerç (Far.):Altüst, karmakarışık, darmadağınık, allak bullakAynı zamanda Türklerin birkaç gün sonra Dimetoka’yı zapt edeceklerini de anlıyordu. O vakit bir hercümerç başlayacaktı. İhtiyar, bu kargaşalık içinde bulunmayı da istemiyordu. Bu sebeple prens ve karısı, papazlar ve halk, kötü kötü düşünerek kasabaya girerlerken o, adımlarını açtı, Edirne istikametine savuştu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 114)
149 | Hıyaban (Far.): İki tarafı düzgün ağaçlı yol veya bulvarOnda bülbülleri güllerden, deniz kuşlarını denizin renginden ve köpüğünden, serçeleri dudak dudağa aşk fısıldaşmak neşesinden uzaklaştıracak bir güzellik buluyordu ve kadının bir işaretiyle, gül fidanları arasında bir erkek bülbüle, havuzlar önünde bir erkek martıya, hiyabanlar içinde bir erkek serçeye dönmekten, ruhu, istihaleler geçire geçire o hayvancağızların rollerini taklit etmekten enikonu saadet duyuyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 141)
150 | Hicap (Ar.): Utanma, utanç, sıkılmaKabil değil cümlenin sonunu bağlayamadım. O bu genç kızlığın mukaddes hicabını takdir etti ve benim yarıda bıraktığım sözü tamamladı. (Mükerrem Kâmil Su, “Sevgim ve Izdırabım”, s. 14)
151 | Hilkat (Ar.): Yaradılış, fıtratTimur’un hükmü, tam bir hakikat ifade ediyordu. Çünkü İslam Hatun, güzeller şehinşahlığına layık bir hilkat bediası idi. Saçından topuğuna kadar kusursuz bir güzeldi. Geçirdiği kaza, yüzüne donuk bir renk getirmişti. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 116)
152 | Himaye (Ar.): Koruma, gözetme, esirgeme, koruyuculuk, gözetimSanki benim himayeye ihtiyacım varmış! Jip beni ondan iyi muhafaza ediyor. Babam onu benim mahremim zannediyor. Lakin ben ona hiçbir sır söylemiyorum. Emniyet edeceğim adamları ben kendim intihap ederim. Bir anne yerine Miss Murdstone gibi asık suratlı bir ihtiyar kadın bulmak ne hazin… Öyle değil mi Jip? Bunun için ona hiç gizli bir şeyimizi söylemeyeceğiz ve onun rağmına mesut olmaya çalışacağız. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 142)
153 | Hodkâm (Far.): BencilYuvanis, nurun tekellüm ve güzelliğin şikâyet ettiğini duyduğuna zahip oluyordu, sürüne sürüne gittiği yerde ruhi zelzeleler geçiriyordu. Güneş konuşsa ona bu kadar tat vermeyecekti, güller dikenlerinden dert yansalar, onu bu derece muzdarip etmeyecekti. Bununla beraber aldığı tada ve duyduğu ızdıraba kanmıyordu. O tekellümün ve o şikâyetin dinmemesini istiyordu. Kız susunca o dileğine dilini tercüman yaptı, hodkâm bir iştiyakla söylendi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 163)
154 | Hudut (Ar.): Sınır, uç sonMutat olan konuşmalarımızın bu daracık hududundan -ne kadar seyrek olursa olsun- çıkmamızı müteakip fırtına kopardı. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 68)
155 | Hulul (Ar.):Gelme, gelip çatma, girme, sinme, Tanrı ruhunun herhangi bir bedene girdiğine inanmaSafo, aşkına sık sık yapılan ihanetlere karşı gösterdiği evliyavarî tahammülle, Şehzade Murat’ı kendine tamamıyla bendetti, velvelesiz bir hulul ve nüfuzla sarayın ruhu kesildi. Mehmet Sultan’dan sonra, Ayşe ve Fatma adlı iki kız doğurduğu için kendisi, kuvvetli bir müsellesin içinde yaşıyor demekti. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 154)
156 | Huluskâr (Ar. + Far.):Temiz duygulu, içtenYüzüne bakınca anladım ki senelerce huluskârlık, tezellül ve hilekârlıkla kazandığı bu iktidarı kullanmaya azmetmişti. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 184)
157 | Humma (Ar.): Ateşli hastalık, sıtma nöbetiBu rüşeymî duyguda o, yalnız değildi. Salonları dolduran renk renk kadınlar da aynı müphem incizabın, iştiyakın ve ihtiyacın hummasını yaşıyorlardı. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 36)
158 | Huşunet (Ar.): Sertlik, kabalık, kırıcılıkDimitri İştovan da bu gülünç rivayetleri, bu ahmakça dedikoduları, aşağı yukarı, tasdik etmekten çekinmiyordu. Yalnız o, muharebede çok haşin olan Türklerin, musahabede pek zarif olduklarını ilave ediyordu. Tüyler ürpertici bir huşunetle yürekler avlayıcı bir zarafetin, aynı şahıslarda birleşmesi meselesinde, Dimitri İştovan bilhassa ısrar etmekten geri kalmıyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 99)
159 | Hülasa (Ar.): Özet, fezleke, kısacaMaharetle tahlil kabiliyeti arasında muhayyile ile tahayyül kuvveti arasındaki farktan daha büyük bir fark vardır. Lakin bunlar kati bir surette birbirlerine benzerdirler. Hülasa görülecektir ki mahir bir adamda büyük bir tahayyül kuvveti vardır. Ve hakikaten tahayyül kuvveti olan bir insan bir tahlilciden başka bir şey değildir. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 199)
160 | Hüsnaver (Ar.): Güzelliği çoğaltan. Güzellik verenEvlerin kapıları alçak, kafesli pencereleri gayet küçük, sessiz ve hüsnaverdi. Sağda ve solda gayet karanlık salaş dükkânlarda, korsan başlı, ak gözlü, parlak dişli korkunç Türkler, çubuk içiyorlar ve sanki bir fenalık için anlaşmak istiyorlarmış gibi yavaş sesle konuşuyorlardı.(AlphonseDaudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 72)
161 | Hüzal (Ar.):Zayıflık, bitkinlikFakat tabiat kanunları bu zevk delisi hünkârın yıllarca ve yıllarca bu çılgın hayatı geçirmesine müsaade edemezdi. Vücut, pek sağlam halk olunmuş bulunmasına rağmen, artık eriyordu, hüzale doğru gidiyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 248)
162 | Hüzme (Ar.): Işın demeti, ışık değneğiHayra alamet hummalı bir ürperme ile yanaklarına renk veren kızıllıklar, fakirleşen damarlarına faal kan dalgalarımın avdetine alametti. Onun böyle bir kış güneşi ve kesilmiş ağaçların reçineli kokusundan ibaret ufak bir şeyle yeni hayat bulması beni hayret ve fütur içinde bıraktı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 229)
ı i
163 | Istırari (Ar.): ZorunluO vakit ıstırarî bir zihin ameliyesiyle mukayeseler yapmaya girişiyor ve kocasıyla onların arasındaki hesaba sığmaz farkı apaçık görerek yeni bir zevkin, yeni bir hazzın sarhoşluğuna kapılıyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 45)
164 | Izdırap (Ar.): Acı, üzüntü, sıkıntı, kederBabam muzdaripti. Onun bu sakit ızdırabına ne şekilde olursa olsun bir tek kelime ile karşılık vermek manasız olacaktı. Önüme baktım ve sustum. (Mükerrem Kâmil Su, “Sevgim ve Izdırabım”, s. 27)
165 | İblağ (Ar.): Ulaştırma, eriştirme, bir şeyin miktarını tamamlamaSana bir kere daha arz ve iblağ edeyim ki sen kendini Julie’nin felaketine alet ediyorsun ve ona yanlış bir yol tuttuğunu anlatmaktan çekinirken hem onu öldürecek hem de beni alçak bir cani mevkisine düşüreceksin. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 201)
166 | İbram (Ar.): Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar üzerine düşmekMevzunun çirkinliğini düşünmüyor, düşünmek de istemiyordu. Yalnız makul şekilde temin edemediği aşk ihtiyacını ve Türk’e kul olmak iştiyakını göz önünde tutarak o ihtiyaç ve iştiyakın ibramıyla iradesizleşerek yirmi Türk’ün hepsinden ayrı ayrı kam almak hülyasına kapılıyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 210)
167 | İbraz (Ar.):Ortaya koyma, gösterme, meydana çıkarmaO zamanlar kırkını geçkin olmakla beraber bu adam hâlâ görünüşte genç, oldukça iri, esmer renkli, tavır ve edası biraz ihmalkâr olmakla beraber sakin siması, ağırbaşlı söz söyleyişi, ihtiyatlı duruşu, aşağı yukarı ciddi bir zarafet ibrazından hali değildi. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 12)
168 | İbzal (Ar.):Esirgemeden bol bol verme, yapma veya söylemeZekâ ve dirayet namına en iyi, en samimi ve bilhassa en alevli nem varsa ibzal ettim. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 91)
169 | İcabet(Ar.): Bir çağrıyı yerine getirme, bir çağrıya gitme, bir buyruk veya isteğe uyma, kabul etme, razı olmaArtık prensesin davetlerine, bahaneler bularak icabet etmiyordu, pek muztar kalıp da saraya giderse prensesin yanına sokulmuyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 101)
170 | İcap (Ar.): Gerek, gereklik, ister, lüzumKendisinin nankör çıkmayacağını söyler gibi davranıp icabında hamle yapmaktan gerikalmayacağını, yani kaynanasını Kösem Sultan’a benzetmek elinden gelirse de böyle bir cinayeti hissî necabet göstererek yapmayacağını anlatıyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 56)
171 | İcazkâr (Ar. + Far.): İcazlı, kısa ifadelerle çok şey anlatmak halinde olan, mucizeli olmak. Başkalarını acze düşürecek derecede olmakHakikatte resmi görenler bunda harikulade bir benzeyiş ve canlılık gördüklerini fısıldıyorlar ve ressamın büyük iktidarına ve o kadar icazkâr bir surette güzel bir resmini yaptığı zevcesine olan derin aşkına bunu büyük bir delil addediyorlardı. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 173)
172 | İcbar (Ar.): Zorlama, zorunda bırakmaBir prensesin hapsedilmesi büyük bir hadiseydi. O devirlerde günahlarını peçelemeyi bilmeyen kibar kadınlar ve kızlar manastırlara kapatılırlardı, ruhani bir hayatın sinir bozan tatsızlığı içinde Prokopyos’un “Anekdota”sı okutturularak, yani susuzluğa sevk ve fakat sudan mahrum edilerek tövbekâr olmaya icbar edilirlerdi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 109)
173 | İcmal (Ar.): Gösterge, özet, kısaltmaSize birkaç kelime içinde hülasa ettiğim bütün bu şeyler uzun, karanlık ve bir sürü ızdırapların pek kısa bir icmalidir. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 69)
174 | İçtihat (Ar.): Yasada veya örf ve âdet hukukunda uygulanacak kuralın açıkça ve tereddütsüz olarak bulunmadığı konularda, yargıcın veya hukukçunun düşüncelerinden doğan sonuç. Görüş, özel görüş, anlayış, kavrayışBu, işitilmemiş bir şeydi ve bütün Edirne halkını renk renk içtihatlara, tahminlere, hükümlere sevk ediyordu. Bizzat saray muhaf-ızının, kale kumandanının, zindan amirinin de bilmedikleri, öğrenemedikleri hakikat her ağızda başka bir şekil alıyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 110)
175 | İçtimai (Ar.):Toplumla ilgili, toplumsal, sosyalİstenilen hizmet, onların içtimai vaziyetlerine ve diledikleri zaman saraya girip çıkmak salahiyetini haiz bulunmalarına göre gerçekten basitti. Bu sebeple evin sahibi olan madam, hemen elini uzattı.
“Ver…” dedi. “yüzüğü. Ben onu götürürüm, çekmeceyi de getiririm.”(M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 127)
176 | İçtinap (Ar.): Sakınma, çekinme, kaçınmaZaten meselede asıl bahis mevzusu olan ben, yalnız benim ve size anlattığım sergüzeştin başlıca şahsiyeti hakkında son bir söz olmak üzere şunu söyleyeyim ki ben hayata yeni giriyorum. Hiç de geç kalmış değilim. Çünkü eğer yapılacak iş uzunsa onun iyi bir örneği hemen verilmiştir. Ben topraktan zevk alıyorum ve ondan anlıyorum; ufak bir tefahür ki hoş görmenizi rica ederim. Kafamı işleyebildiğimden daha iyi olarak tarlalarımı işleyeceğim. Hem daha az masrafla, daha az üzüntü ile ve etrafımdakilerin nefine olarak daha büyük bir verimle. Az kaldı aşağı hilkatlerin, içtinabı kabil olmayan nesrî bayağılıklarını, hiçbir adiliği hazmedemeyen yüksek mahsullerle karıştırıyordum. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 247)
177 | İffet (Ar.): Namus, temizlikKoya indik. Gözüme ilk ilişen şey… Virginie’nin cesedi oldu. Vücudu kısmen kumla örtülmüştü. Yüzü hemen hiç değişmemişti. Gözleri kapalı idi. Fakat alnı kırışıksızdı. Yalnız yanaklarında iffetin pembesine ölümün soluk morluğu karışmıştı. (Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 93)
178) | İfrat (Ar.): Herhangi bir konuda çok ileri gitme, ölçüyü aşma, aşırı davranma, taşkınlıkBenim, nizama girmemiş, daha doğrusu intizamını kaybetmiş olan hayatımı ve bazen çılgıncasına çalışmak, bazen de tam bir atalet içinde kalmak gibi birbirine zıt ifratlara karşı zaafımı, disiplin altına alırdı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 179-180)
179 | İfsat (Ar.): Düzeni bozma, karışıklık çıkarma, kargaşalıkGünlerce, hatta diyebilirim ki aylarca, Madeleine’in izzetinefsi yaralanmış, dargın siması, bir vicdan azabı ısrarıyla arkama düşerek insafsızca bana suçumu ödetti. Zayıf bir anın her şeyi unutturarak akıttığı o gözyaşlarının parıltısı, hiç gözümün önünden gitmiyordu. Tasavvur ettiğim boşboğazlıkla az daha kendisine büyük bir fenalığım dokunacaktı. Onun ebediyen ağzımı mühürlemek emriyle ve hâkimane bir tatlılıkla verdiği o işaretin önünde ben, şuursuz bir ifsatla secde ediyor ve kendi kendimden utanıyordum. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 173)
180 | İğbirar (Ar.):Gücenme, güceniklik, kırgınlıkBaşını çeviriyor. Kolları ümitsizlikle, isyan, eza, iğbirar ve daha ne bileyim birçok ismi olan duygularla yana sarkıyor. (Mükerrem Kâmil Su, “Sevgim ve Izdırabım”, s. 73)
181 İğva (Ar.): AyartmaGün geçmezdi ki az veya çok, şeytani iğvalara kapılmayayım, dakika geçmezdi ki raşelere, yürek çarpıntılarına, yeise veya ümide düşmüş olmayayım. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 141)
182 | İhata (Ar.): Kuşatma, kavrayış, anlayışYani’nin planı belki basitti. Fakat devrin içtimai mihverlerini derinden derine kavramış, asilzadeler zümresindeki ahlaki sarsıntıyı tamamıyla ihata etmiş olduğunu da gösteren bir düşünce mahsulüydü. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 139)
183 | İhsas (Ar.): Üstü kapalı anlatma, sezdirme, imaHâlbuki Avusturyalılar, postlarını ulu orta yüzdürmeyeceklerini ihsas etmiş olmak için öte yanda sarkıntılığa başlamışlar ve Uyvar üzerine taarruz etmişlerdi. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 263)
184 | İhtida (Ar.): Başka bir dinden çıkıp Müslüman olmaİşte bu kardeşçe anlaşma, Evliya Çelebi’nin attığı tohumun ilk filizleri oldu ve onların elçi paşa çadırına gelip ihtida etmek istediklerini söylemeleri üzerine macera filizleri tomurcuklandı, çiçek açmak ve meyve vermek kabiliyetini kazandı. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 108)
185 | İhtifa (Ar.): Gizlenme, saklanmaSaray önünden, korkuya düşüp kaçışan Küçük Ahmet Paşa hizmetkârlarının bir kısmı menzillerine geldi, bir kısmı da ihtifa etti. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 196)
186 | İhtilaç (Ar.): ÇırpınmaHülasa Yanık’la Viyana arasındaki geniş mıntıkada Osmanlı hâkimiyeti acıklı ihtilaçlar ve kanlı ihtizazlar içinde can veriyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 337)
187 | İhtilal (Ar.): Bir ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını veya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla kanunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak yapılan geniş halk hareketi, devrim, kargaşalık, düzensizlik, karışıklık, köklü değişimFakat beş yüz kadını idare etmek, sarayda gönüllerin ihtilaline meydan vermemek çok mühim kiyasete tevakkuf ediyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 273)
188 | İhtilas (Ar.): Aşırma, bir malı açıkça sahibinden veya evinden hızla kapıp almaİhtilas yapan mal memurları idam olunur. İhtilas ufak ise suçlu hanın huzuruna çıkacaktır.(M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 293)
189 | İhtilat (Ar.): KarmaşıklıkAsileri tedip ve ocağı tahrip meseleleri birbirine karışmak üzereydi. Oraya kadar getirilmiş olan topçuların, kumbaracıların, lağımcıların, tersanelilerin böyle bir ihtilatıhoş görmemeleri mümkündü. Çünkü sarayın davası askere nizam vermek esasına dayanıyordu. Hocalar bu esasın şer’e uygun olduğuna fetva vermişlerdi.
190 | İhtimal (Ar.):Bir şeyin olabilmesi durumu, olabilirlik, olasılık“Annem çok müftehir olacak.” dedi. “Yani gurur bir günah olmasaydı mağrur olurdu. Biz o kadar fakir insanlarız ki sizin fakir evimize gelmeye muvafakat edeceğinize ihtimal vermek cesaretinde bulunamıyorduk.” (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 104)
191 | İhtiram (Ar.): SaygıBu ihtiram, onun başka bir muhite intikal ettiği güne kadar devam edecekti. Çünkü kafile halkının şahit oldukları sahneden gelme heyecan izlerini yüreklerinden silip çıkarmaları imkânsızdı. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 115)
192 | İhtiras (Ar.): Aşırı, güçlü istek, tutkuKendi hayatının eksik taraflarını onun muvaffakiyetle tamamlaması baba için bir ihtiras hâlini almıştı. Bilhassa böyle bir çocuğun sadece okumaya başlaması mütevazı, bir başlangıçtı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 25)
193 | İhtiraz (Ar.):Çekinme, sakınma, çekinceBana o kadar kederli göründü ki artık benim çocuk-kadınımın seciyesini ıslah için hiçbir şey yapmamaya, onu olduğu hâlde bırakmaya karar verdim. Bu, yeni kederi unutturmak için ona bir çift küpe ile Jip için güzel bir tasma hediye ettim. Bu hediyeleri öyle bir sevinçle kabul etti ki ben bu sevinçte bir nevi ihtiraz hissettim. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 198)
194 | İhtişam (Ar.): Büyüklük, görkemBu kalabalık içinde, Türk sefirinin Budin’e geldiğini öğrenip hudut muhafızlarına bildirmek üzere Viyana’dan gelmiş bir heyet de vardı. Onlar, iki yüz elli tanesi baştan başa müsellah olan kafilenin şu durumunda bir elçi dairesinden ziyade bir fatih ihtişamı görerek üzülmüşler ve hemen Budin valisine adam koşturarak bu müsellah haşmetin Viyana’da hoş görülmeyeceğini haber vermişlerdi.(M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 100-101)
195 | İhtiyat (Ar.): Herhangi bir konuda ileriyi düşünerek ölçülü davranma, sakınmaKâh ihtiraz ve ihtiyat ile kâh da bilakis hayret olunacak bir ölçü içinde gelişigüzel kendini bırakarak hepimize rahatlık veriyordu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 227)
196 | İhtizar (Ar.): Can çekişme, ölüm anıBu esnada kubbenin altında erganunun muhteşem sesi duyuldu. Bu ses bir gök gürültüsü gibi derece derece yükseliyordu. Sonra yavaşladı ve çocuk sesi gibi sevimli nağmeler hâlinde dalgalandı. Nihayet son bir gök gürültüsü ile sustu. Bu gürültünün aksi uzun zaman kubbede ihtizarlar bıraktı. (Nikolay Vasilyeviç Gogol, “Taras Bulba”, s. 78)
197 | İhtizaz (Ar.):Titreşme, titreşimSeher gene benliğini ihtizaza getiriyordu. Lakin bu titreyişte aşk ile merhamet karışıktı ve Hüseyin şimdi onu acıyarak seviyordu! (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 119)
198 | İhzar (Ar.): Hazırlama, hazır etmeZemini güzelce ihzar ettikten sonra tam zamanında son rolü oynamaya hazırlanıyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 294)
199 | İkrah (Ar.): Tiksinme, iğrenme; isteği dışında bir şey yaptırmaKemale gelmesini beklediği meyvenin şimdiden lezzetini duyuyormuş gibi çenesini oynatıyordu. Bana verdiği nefret ve ikrah hissini güçlükle saklayabildim. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 187)
200 | İktifa (Ar.): YetinmeEski bir posta arabası idi. Kenarları, demode ve soluk bir mavi çuha ile çevrilen döşemesinin kaba sert yünden kaim kabartmaları birkaç saatlik bir yolculuktan sonra sırtınızı dağlar gibi pişiren bu arabanın arka tarafında yer almış bir yabancı vardı: Taraskonlu Tartaren orada iyice yerleşmiş ve Afrika’nın büyük vahşi hayvanlarına mahsus o vahşi kokuyu uzaktan ciğerlerine çekmek hülyası ile şimdilik posta arabalarının o ne idüğü belirsiz ve birbirine karışmış binbir kokudan -insan kokuları, beygir kokuları, kadın kokuları, koşum kokuları, kumanya kokuları ve küflü kuru ot kokularından- mürekkep olan acayip halita ile iktifaya mecbur oluyordu.(Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 93)
201 | İktiza (Ar.): Gerekli olma, gerekmeTarbagatay ve İmil sahalarını Oktay’a bağışladı. En küçük çocuğun yurt bekçisi olması Türk türesi iktizasındandı, bu anane ileri sürülerek Tuluy Karakurum’da bırakıldı, babasının payitahtta bulunmadığı günlerde niyabet vazifesi ona verildi. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 282)
202 | İlam (Ar.):Bildirme, anlatma. Bir davanın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren resmî belge.
O, kadılar elindeki mahkemelerin de birer irtikap ve irtişa yuvası olduğuna kanaat getirmişti, onun için yakalattığı suçluları ilkin asar, sonra kadıyı çağırıp ilamını yazdırırdı. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 96)
203 | İlanihaye (Ar.): Sonsuza kadar, sonsuzBen bu hususta şimdilik hiçbir tafsilat veremem. Lakin şurasını izah etmek icap eder ki Mısır’da tahnit demek bu muameleye tabi tutulan her hayvani vazife-i hayatiyenin ilanihaye tatili demektir. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 161)
204 | İlca (Ar.): Zorlama, zorunda bırakmaSen Nehri kenarındaki mehtaplar, tatlı güneşler, pencere önlerinde yapılan hülyalar, ağaç altı gezintileri, güneşin bir gülümsemesi veya yağmur damlası ile hasıl olan neşe veya sıkıntı, fazla sert bir havanın hasıl ettiği eksiklikler ve rüzgârın dönüvermesiyle bende uyanan iyi düşünceler, bütün bu kalp ağrıları, bu fikir işaretleri, bu zayıf muhakemeler ve bu taşkın hisler, bunların hepsini tetkik ve muayeneden sonra, bir erkeğe yakışır şeyler olmadıkları neticesine vardım ve türlü tesir ve ilcalarına, sakatlıkların nesciyle beni saran musibet ağının mühlik tellerini kesip attım. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 214)
205 | İltihak (Ar.):KatılmaElçi paşa, öteden beri ününü duyup durduğu Kara Mehmet’ten seçme iki genç sipahi ile kendi dairesine iltihak etmesinden son derece memnundu, hatta biraz gurur bile duyuyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 85)
206 | İltimas (Ar.):Haksız yere, yasa ve kurallara uymaksızın kayırma, arka çıkma, birine herhangi bir konuda öncelik ve ayrıcalık tanıma.
Sevindik, o anda bütün Dimetokalıların yüreğini kazanmış olduğundan getirdiği iltimas da reddedilemez bir mahiyet almıştı. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 39)
207 | İltiyam (Ar.): Yaranın kapanıp iyi olmasıBu tamamen iltiyam bulmuş eski bir yaradır. Fakat hassasiyetini muhafaza etmiş bir yara ki apansız azar ve tabir caizse sizi bağırtır. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 46)
208 | İltizam (Ar.): Kayırma, bir tarafı tutma, gerekli bulmaKale muhafızıysa yapılacak mertçe hareketin, müspet netice vermesi hâlinde, Sevindik’in askerler arasında da şöhret ve kıymet alacağını düşünerek kıskançlığa kapılıyordu, teşebbüsün gizli kalmasını iltizam ediyordu.(M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 335)
209 | İmkân (Ar.): OlanakHaberin gelmesi onun hiddetini yatıştırmış olmamakla beraber sinirlerine biraz sükûn getirmişti, artık dilediği gibi hareket edebileceğini, şeri ve kanuni bütün cürümlerden üstün bir suç işlemiş olan Deli Murat’ı cezalandırmak imkânını elde ettiğini düşünerek biraz müteselli oluyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 67)
210 | İmtidat (Ar.): Uzama, sürüp gitmeNihayet ilkbahar geldi, ordu Edirne’den hareket etti. Bu çıkış gerçekten haşmetli idi. Gökdemire bürünmüş sipahiler, harp kostümlerini giyinmiş yeniçeri, cebeci ve topçu ocakları uçsuz bucaksız bir silah ormana gibi pırıltılı bir imtidat içinde akıp gidiyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 244)
211 | İmtihan (Ar.): Sınav; güç direnme, dayanışma gerektiren, sonucunda deneyim kazandıran zor bir durumBirbirimizle sonsuz ve tatlı bir sevgi ile buluşacağız, ölüm insanlar için en büyük bir nimettir. Bu nimeti dilemek lazımdır. Hayat bir ceza ise bu cezanın bitmesi istenmelidir. Yok eğer bu bir imtihan ise bu imtihanın da kısa geçmesi istenmelidir. (Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 108)
212 | İmtisal (Ar.): Bir örneğe göre davranma, uyma, benzemeye çalışma. Alınan buyruğa bütünüyle uymaHerkes yerini bulunca şeyh tekbir alır ve bütün dervişan şeyhe imtisal ederdi. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 54)
213 | İmtizaç (Ar.): Karışabilme, birbirini tutma, uyum sağlama, uygunluk, iyi geçinme, uyuşma, kaynaşmaUlcay, hakikaten güzeldi, eşsiz denilecek bir sabahata malikti. Gözlerinde -peri hikâyelerinde görülen- sihirli bir mana, yanaklarında gülleri utandıran bir renk, ağzında hiçbir sedefin yaratamadığı inciler, dudaklarında tasviri müşkül bir halavet vardı. Ayrı ayrı birer hazine temsil eden bu güzellikler, asil bir imtizaç ile kaynaşarak cidden müstesna bir yüz vücuda getiriyorlardı. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 96)
214 | İnbisat (Ar.): Yayılma, açılma, genişleme, ferahlıkZeki kadın tam bir psikolog gibi hareket ediyordu. Kocasına Manisa hatıralarını yaşatarak inşirah ve inbisat vermek istiyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 209)