
Полная версия:
Kars'tan Konya'ya Masallar
Ayşe ineklerin yanına döndüğünde bir de ne görsün? Yerdeki otların yerini toz toprak kaplamış. İnekler de açlıktan orada burada ot arıyormuş. “Bana ne, arasın bulsunlar. İneklere otları ben bulacak değilim ya!” , demiş. İnekler Ayşe’nin bu sözüne çok üzülmüşler.
Ayşe ineklere kızarken aklına anahtarlar gelmiş. Oracıkta bir taş bulmuş, anahtarı taşa sürmüş. Eski püskü, kırık dökük üç kapı açılmış. Ayşe hiç düşünmeden içeri girmiş. Paslı bir musluktan su akıyormuş. Nine’nin dediğini yapmış elini yüzünü yıkamaya başlamış. İçinden de “Ben Fatma’dan daha güzel olacağım”, diyerek defalarca elini yüzünü yıkamış. Yıkadıkça çirkinleşmiş. Kapkara siğillerle kaplanmış yüzü. Elleri ise çatlak çatlak, tırnakları kapkara olmuş. Gözlerinin içi ise kan gibi kıpkırmızı olmuş.
Ayşe, eline yüzüne bakmadan ikinci kapıya geçmiş. Bir de ne görsün? Duvarları kirli ve dökük bir oda, ortasında eski ve küçük bir masa, masanın üstünde kırık birkaç tabak ve içinde yemek. Hemen ağzına bir iki lokma almış. Almasıyla dilinin, boğazının yanması bir olmuş. Bağırmış, ağlamış ama sesini duyan olmamış. Ağladıkça zayıflamış. Zayıfladıkça sırtında kambur çıkmış. Üzerindeki elbiseleri o kadar bol gelmiş ki eteği belinden yere düşmüş. Hemen yandaki kapıya koşmuş. İçeri girer girmez bir de ne görsün! Ortada kırık bir askı ve askıya asılı kirli, eski ve yamalı birkaç elbise asılı değil miymiş? Bakmış bakmış beğenmemiş. Düşünmüş düşünmüş sonunda: “Çıplak kaldım mecburen bu kötü şeyleri giymem gerekiyor”, demiş. Tam elbiseleri giyinip dışarı çıkacakken odada biri belirmiş. Çirkin mi çirkinmiş. Yavaşça Ayşe’ye yaklaşmış. Ayşe karşısında adamı görünce çok korkmuş bir çığlık atmış. Adam: “Korkma Ayşe, ben kötülükler ülkesinin padişahıyım. Eğer sen ve annen kötü olmaktan vazgeçmezseniz sizi ülkeme götürür orada kendime sultan yaparım”, demiş. Ayşe koşarak üçüncü kapıdan dışarı çıkmış ve gördüğüne şaşırmış. İnekler açlıktan öyle zayıflamışlar ki kemikleri görünüyormuş.
İnekler de kapıdan çıkan Ayşe’yi görünce dehşete düşmüşler. Çirkinliğinden korkup sağa sola koşuşmaya başlamışlar. Ayşe kendini göremediği için hayvanların yaptıklarına bir anlam verememiş. Başlamış bağırıp çağırıp küfretmeye.
Eline aldığı değnekle ineklere vurmaya başlamış. “Dayanacak gücüm kalmadı, ben artık eve dönmek istiyorum”, diyerek ağlamaya başlamış. Bir taraftan da inekleri önüne katıp dönüş yoluna doğru yürümeye başlamış. Çalılıkların arasından geçerken bir de bakmış ki kanlar içinde bir tavşan yerde yatıyor. Yanına yanaşmış. “Yardım et Ayşe, ayağıma diken battı, onu çıkarmadan yürüyemem”
deyince Ayşe de “oh olsun, daha beter ol!” diyerek tavşana bir tekme vurmuş, sonra da orada bırakarak yoluna devam etmiş.
Ayşe ineklerle eve dönüş yolunda yürüye dursun. Bakalım Fatma neler yapıyor.
Annesi Ayşe’yi dağa gönderdikten sonra bütün işleri Fatma’ya yaptırmış. Evin her yerini pırıl pırıl yapan Fatma en güzel yemekleri de yapmış. Bütün gün çalışmasına rağmen ne elbiseleri kirlenmiş, ne de yorulmuş. Üstelik elini neye atsa bereketleniyor ve orası mis gibi oluyormuş. Üvey annesi de bütün kötülükleri yapıyormuş. Fatma’nın temizlediklerini kirletiyor, pişirdiklerini sokağa döküyormuş. Fatma da hiç bıkmadan yeniden işe koyuluyormuş. İşin en çok olduğu anda kapıya bir fakir gelmiş. Fatma hemen onu içeri davet etmiş. Tam pişirdiği yemeklerden yedirecekmiş ki, birden mutfak kapısından içeriye üvey annesi girmesin mi! Masanın başındaki fakiri görünce kıyametleri koparmış. Bağırmış çağırmış. Fatma, “Anne lütfen kızma. Çok acıkmış. Tencereler dolusu yemeğimiz var. Bir tabak da o yese ne olur, sevaptır”, diye yalvarsa da, Üvey Anne, fakiri kolundan tutarak dışarı attığı yetmiyormuş gibi, Fatma’yı da bir güzel azarlamış.
Üvey annesinin haksız yere azarlaması Fatma’yı üzmemiş. Ancak, kapılarına gelen fakirin aç gitmesi Fatma’yı çok üzmüş. Bir köşeye çekilmiş sessiz sessiz ağlamaya başlamış. Birden fark etmiş ki gözlerinden akan yaşlar inci olup yere dökülüyor. Hemen eğilmiş incileri avuçlarına toplamış. Sonra da fakirin arkasından koşmuş yetişmiş. “Sizin karnınızı doyuramadım. Şu incileri alın lütfen. Bunlar benim gözyaşlarımdan oluştu. Helâldir kimseler de size bir şey diyemez. Bunları kuyumcuya verin parasını alın karnınızı doyurun lütfen” demiş. Fakir, hiç sesini çıkarmadan incileri almış yola koyulmuş. Fatma, arkasından bakınca mutlu olmuş.
Fatma fakiri yolcu ederek eve döndüğünde bir de bakmış ki uzaktan bir karartı evlerine doğru yaklaşıyor. Bakmış bakmış tanıyamamış. Kemikleri görünen ineklerin arkasında çirkin mi çirkin, kamburlu bir kız. Üstü başı kirli ve yamalı. Saçları da keçe gibi birbirine geçmiş. İçinden “Sesi ve küfürleri üvey kardeşim Ayşe’ye benziyor ama o bu kadar çirkin değil ki. Üstelik dağa gittiğinde her şeyi tastamamdı. Bu kim olabilir acaba? Hemen yardımına gideyim”, diyerek o tarafa doğru koşmuş.
Gelenleri görünce çok şaşırmış. Üvey kardeşine bakınca biraz da korkmuş. Ama yine de belli etmemiş. Elindeki yün torbasını taşımak için almış. Ayşe sinirlenerek “Çekil git yanımdan. Kendi işimi kendim yaparım. Bugün de bütün işleri kendim yaptım. Bak bana ne kadar güzelim”, demiş. Fatma da “Tabii ki kardeşim, sen kendi işini kendin yapabilirsin. Ben sana yardım etmek istedim. Yorulmuşsundur, diye düşündüm. Üstelik bütün insanlar güzeldir yeter ki niyetleri doğru ve halis olsun. Biliyor musun Ayşe kardeşim iyi niyetli olanlara Allah hep yardım eder ve sinirli de olmazlar”, diye cevap vermiş. Ayşe içinden, “bana akıl verene bak. Yetim öksüz ve fakir” diyerek Fatma’yı küçümsemiş.
Ayşe eve girince annesi çok şaşırmış. Düşünmüş düşünmüş sonra da “Fatma dağa gidince güzel geldi. Ayşe ise çirkin… O halde bundan sonra ikisini de göndermeyeceğim. Bütün işleri Fatma yapar, Kızım da bir güzel dinlenir eski haline gelir”, diye karar vermiş. Dediğini de yapmış. Fatma bütün işleri yaparken Ayşe de yan gelip yatıyormuş. Ama çalıştıkça Fatma güzelleşiyormuş. Ayşe ise iyice çirkinleşiyormuş.
Aradan günler haftalar geçmiş. Üvey anne ve kızı, günlerden bir gün Fatma’nın hazırladığı kahvaltı sofrasındayken, at kişnemeleri ve insan sesleri duymuşlar. Evin kapısını tıklatmışlar. Üvey anne hemen “Fatma kapıyı aç, bakalım kimler geldi”, diye çirkin sesiyle bağırmış. Fatma işini bırakmış kapıyı açmış. Bir de bakmış ki karşısında Peri Padişahı. Gözlerine inanamamış. İçeri buyur etmiş. Peri Padişahı “Güzeller güzeli Melek Fatma, seni buradan almak için yeni yaptırdığım sarayın bitmesini bekledim. İçini ipeklerle, kadifelerle döşettim. Kırk hizmetçi kapıda senin gelmeni bekliyor. Tut elimden gidelim”, demiş. Fatma, hüzünlü gözlerle “Üvey annem ve üvey kardeşim…“ diyerek başını yere eğmiş. Peri padişahı Fatma’nın gözyaşlarını silerek: “Üzülme Melek Fatma. Onların ihtiyaçlarını ben karşılayacağım ama sana kötülük ederler korkusuyla sarayıma almayacağım. Bir gün iyi insan olurlarsa o zaman onları da senin yanına getireceğim”, demiş. Sonra da kırmızı kadifeden yapılmış kesenin içinden çıkardığı inciden Taç’ı Fatma’nın saçlarına takmış. “Biliyor musun, bu tacın incileri senin gözyaşların. Seni görmek için dilenci kılığına girerek sizin eve geldiğimde bana vermiştin”, demiş. Sonra da Fatma’nın elinden tutarak dışarı çıkarmış. “Şu senin arabanı çekecek olan kanatlı at da, yolda bulup ayağını iyileştirdiğin yaralı tavşandır. Senin iyi yürekli oluşun hiçbir zaman karşılıksız kalmayacaktır”, demiş.
Olanları izleyen üvey anne ve üvey kardeş Ayşe hemen söze karışmış ”Peri Padişahı ben de yolda tavşana rastladım. Bana da uçan at ver” demiş. “Doğru sen de tavşana rastladın ama ona yardım etmedin. Tavşanın ayağı topal oldu. Onun için şu arkada duran zayıf ve topal at, işte o tavşandı. Onu bu hale sen getirdin. Bundan sonra ona sen bakacaksın”, demiş.
Üvey anneye dönerek, “Senin gözünü para bürümüş. Merhametini kaybetmişsin. İnsanlığın yok olmuş. Dilenci kılığında buraya geldiğimde beni kovmuş, eli boş göndermiştin. Ben de sana hiçbir şey vermiyorum. Verdiğin neyse onu alırsın”, demiş.
Fatma’nın elinden tutarak uçan atın çektiği altın arabaya binmişler. Bulutlara karışmış periler ülkesine gitmişler.
Üvey anne ve Kızı Ayşe de yaptıklarından çok utanmışlar ama yine de içlerindeki kötülükten bir türlü kurtulamamışlar.
Bu masal burada biterken gökten üç elma düşmüş. Birisi iyilerin başına, birisi sabır edenlerin başına, birisi de dinleyenlerin başına.
BU CİCİM AYAĞI HANİ BACIM AYAĞI2
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken. Pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, ülkelerden bir ülke varmış. Bu ülkenin dört tarafı da yücelerden yüce dağlarla çevriliymiş. Üstelik bu dağlar, binbir türlü ağaç ve çiçeklilerin örttüğü uçsuz bucaksız ormanla kaplıymış.
Ormanla kaplı dağların tam ortasındaki ülkede insanlar bolluk içinde yaşarmış. Billur gibi akan nehirleri, salkım salkım meyveleri, misk kokusu gibi kokan kırmızı gülleri varmış. Oradaki kuşlar nağmeli ötermiş. Bülbüller misk kokulu kırmızı güllerle sarmaş dolaşmış. Yamaçlardan süzülen beyaz köpüklü şelaleler bir tatlı akarmış ki görenlerin gönlünü huzur kaplarmış.
İrem şehri gibi olan bu ülkenin adil, temiz kalpli, mütevazı, bilge, yakışıklı bir hükümdarı varmış. Hükümdarlık sarayı da ülkenin yamaç tarafındaymış. Dışı beyaz mermer sütunlarla süslü, kapıları altınmış. Gümüş merdivenlerden çıkılırmış yamaçtaki saraya. İpek halılar, atlas perdeler ve kristal aynalarla döşeli olan sarayın yetmiş odası varmış.
Eşi benzeri olmayan bu sarayın içinde yaşayan hükümdarın sultan eşi, Ahmet adında beş yaşında oğlu, bir de peri gibi güzeller güzeli kızı varmış. Beyaz yüzlü, pembe yanaklı, kırmızı dudaklı, siyah uzun saçlı kızın adı da Fatma’ymış. Hükümdar babası, sultan annesi gözlerinden bile esirgedikleri evlatları Ahmet ile Fatma’yı öyle nazlı öyle kibar yetiştirmiş ki güneş yüzlerine değse sararır, rüzgâr tenlerine değse kararırlarmış. Halk tarafından çok sevilen hükümdar ve ailesi saadet içinde yaşarlarmış.
Günlerden bir gün Sultanın hizmetkârı koşarak Hünkârın yanına varmış. “Sultanımız çok hasta aman bir çare”, demiş. Ülkenin bütün hekimleri toplanmış ne kadar uğraşmışsa da Sultana çare olamamışlar. Günden güne dalından koparılan gül gibi solan Sultan, ecel vakti geldiğinde dünyadan göçüp gitmiş. Kuşlar susmuş, gülen yüzler gülmez olmuş. Ülkede yaşayanlar uzun zaman yas tutup ağlamışlar.
Günler birbirini kovalamış aradan aylar geçmiş Hünkârın acısı dinmek bilmemiş. Ülkedeki işler aksadığı gibi insanlar da kederliymiş. Bir gün ülkenin ileri gelenleri meclis kurmuş ne yapacaklarını düşünmüşler. Toplantıları günlerce sürmüş ve en sonunda hünkârın evlenmesi gerektiğine karar vermişler.
Saraya haber yollayıp, huzura kabul edilmişler. Kederli hükümdara fikirlerini söylemişler. Gözleri yaşla dolan hükümdar meclis kararına boyun eğmiş.
Ahali hükümdarın yeniden evlenmeyi kabul etmesine sevinerek yeni sultan aramaya koyulmuşlar. Dağ tepe aşmışlar, aramışlar taramışlar uzak ülkelerin birinde birini bulmuşlar. Buldukları yeni sultanı allamışlar pullamışlar üç gün üç gece düğün yapmışlar.
Yeni sultan güzelmiş güzel olmasına ama zaman geçtikçe kötülükleri ortaya çıkmış. Kötülükleri ortaya çıktıkça yüzü de çirkinleşiyormuş. Hünkârın iki çocuğuna kötü davranmaya başlamış. Her gün dövdüğü yetmezmiş gibi aç da bırakıyormuş. Akşam oldu mu erken uyutuyormuş ki babaları görüp yaptıklarını anlamasın.
Bir gün yeni sultan, “Bu iki yetimden kurtulursam Hünkâr beni daha çok sever”, diye düşünürken aklına bir fikir gelmiş. Hemen hizmetkârları çağırarak başlamış hazırlık yapmaya.
Eski bir bez torbaya biraz kuru ekmek, biraz küflü peynir, birkaç parça da eski elbise koyarak iki atın çektiği arabaya bindirmiş. Kendisi de yanlarına oturmuş. Akrabası olan arabacıya “Öyle yerlerden git ki bizi kimseler görmesin”, demiş. Kamçının sesi havada şaklarken atlar şahlanarak dörtnala yola koyulmuş.
Gide gide ovalar dağlar aşmışlar. Sabahı akşam etmişler. Karanlık bir ormana gelmişler. Arabacı atları durdurmuş üvey sultan çocukları iterek aşağıya indirmiş. Torbayı da ayağıyla teperek yere atmış. Sonra da “Saraya dönüyoruz. Sür arabacı arabayı”, demiş.
Yeni Sultan saraya dönedursun. Bakalım çocukların başına neler gelmiş.
Fatma, kardeşi Ahmet’in elinden tutarak başlamış yürümeğe. Sık ağaçların olduğu ormanda ne yol varmış ne iz. Yerler otlarla, çalılarla kaplıymış. Uzun ağaçların öyle büyük öyle çok yaprakları varmış ki gökyüzü görünmüyormuş. Gece mi gündüz mü anlaşılmıyormuş. Binbir türlü seslerin yankılandığı ormanda bazen güzel kokular geliyormuş burunlarına, derin derin içlerine çekiyorlarmış.
İki kardeş ellerinde torbalarıyla yürümüşler, yorulup acıkınca buldukları bir ağacın kovuğuna girerek küflü ekmeklerinden biraz yiyerek karınlarını az da olsun duyurur gibi olmuşlar. Sonra da oracıkta birbirlerine sarılıp uyumuşlar.
Uykuya doyup uyandıklarında tekrar yola koyulmuşlar. Böylece ne kadar zaman geçmiş kendileri de bilmiyormuş. Ekmekleri, peynirleri, suları tükenmiş. Buldukları meyveleri otları yiyerek yol almışlar.
Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Bir başka ormana gelmişler. Bu orman daha güzelmiş, ağaçların arasından gökyüzünü görüp kuşların cıvıltısını duyan İki kardeş çok sevinmişler. Ülkelerinin yolunu bulduk sanmışlar. Hoplamışlar zıplamışlar. Hünkâr babalarına kavuşunca olanları anlatacaklarına karar vermişler. Fakat yürüdükleri yolları bir türlü bitmemiş. Üstelik yaz bitmiş güz gelmiş.
İki kardeş sonbahar yağmuru altında yol alırken Ahmet, ”Abla çok susadım bir yudum su istiyorum”, demiş. Fatma kardeşine içirecek bir yudum su bulamayınca paniğe düşmüş. Ağaçların yapraklarındaki sudan almak isteyince ağaç dile gelmiş, “dur adil hünkârın peri kızı Fatma, bu orman sihirlidir. Eğer yaprağını suyunu içirirsen kardeşin ağaç olur. Çeşme suyu içirirsen kardeşin çeşme olur, kısacası neyin suyunu içirirsen kardeşin o olur. Hızlıca buradan yürüyün gidin” demiş. Fatma kardeşinin elinden tutarak ormanda koşmaya başlamışlar. Koşmuşlar koşmuşlar. Ahmet, ”Abla ben artık susuzluğa dayanamıyorum.” diyerek ceylanın ayak izine biriken suyu kana kana içmiş. Başını sudan kaldıran Ahmet hemen orada beyaz benekli güzel bir ceylan olmuş. Fatma ceylan olan kardeşine sarılmış ağlamış ağlamış. Çok üzülmüş. Kardeşini kaybetmemek için hırkasını sökerek uzunca bir ip yapmış kardeşini boynundan bağlayarak yanında gezdirmeye başlamış.
Fatma, ceylan kardeşiyle yol alırken, gözyaşı inci olup yerlere saçılarak iz yapıyormuş. O sırada yiğit mi yiğit bir delikanlı ormanda askerleriyle at üstünde ava çıkmış. Tam oradan geçerken yerdeki emsalsiz incileri görmüş. Hemen atını durdurup incileri toplamaya başlamış. Avucundaki incilere baktığında hayret içinde kalmış. Askerlerine dönerek, ”Derhal bu incilerin sahibini bulun.” emrini vermiş. Askerler yere saçılan incileri takip ederek atlarını sürmüşler. Çok geçmeden bir ağacın gölgesinde uykuya dalan ceylan ve Fatma’yı bulmuşlar. Hemen geri dönerek efendilerine haber vermişler.
Atların kişneme ve ayak sesleriyle kendine gelen Fatma, kardeşi ceylana sarılarak, ”Ne olur bize dokunmayın. Kimseye zararımız yok bizim. Ülkemize gitmek için yol arıyoruz.” demiş. Arkasından da olup biteni at sırtındaki yiğide anlatmış.
“Ben huzur ülkesinin padişahıyım. Sana âşık oldum. Seni kendime eş seçiyorum.” demiş. Fatma, ” Padişahım sağ olsun ben kardeşimden ayrılamam onunla uyur onunla gezerim.“ deyince, Padişah,“ Tamam kabul ediyorum, biz evlenince ceylan kardeşinde bizim ayak ucumuzda uyur.” diyerek Fatma’yı atının terkisine almış. Ceylan kardeşini de askerlerin kucağına yerleştirerek ülkesine doğru yol almışlar. Huzur ülkesine vardıklarında kırk gün kırk gece düğün yapmışlar.
Fatma huzur ülkesinde mutluluk içinde yaşıyormuş. İpekler ve renkli tüllerle bezeli kuş tüyü yatağına yatığında ceylan kardeşi de ayak ucuna girermiş. Uyumadan önce ön ayağını uzatır ,”Bu bacımın ayağı, bu cicimin ayağı.” diyerek Ablasının ve padişah eniştesinin yan yana olduğunu kontrol ederek mutlu bir şekilde kıvrılarak uykuya dalarmış.
Gel zaman git zaman Fatma ile huzur ülkesinin padişahının mutluluğu dilden dile dolaşmış. Söz kuşkanadından da hızlı olurmuş. Dönmüş dolaşmış baba ocağındaki üvey ananında kulağına ulaşmış. Fatma’nın haberini hünkâr babası da duymuş. Çok sevinmiş adaklarını yerine getirmiş kurbanlar kesmiş. Biricik oğlu Ahmet’in durumunu ise söylememişler.
Ruhu ve kalbi kötü olanın ihanetleri, hainlikleri biter mi hiç? Üvey anne haberi alır almaz başlamış planlar yapmaya. Günlerce düşünmüş düşünmüş.
Ve bir gün Hünkârın huzuruna çıkarak, “Hünkârım olanlar olmuş geri dönüşü yok. Arayı düzeltmek ve kızımızı oğlumuzu görmek için huzur ülkesine gitmek için müsaadenizi istiyorum.” demiş. Kızının ve oğlunun evi terk ettiğini sanan hünkâr karısının onların yanına gitmesine izin vermiş.
Üvey anne kırk katır yükleyerek, kırk atlıyla yola koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş dönüp arkasına bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. Sinirlenmiş kızıp bağırmış. Her sinirlendikçe çirkinleşiyormuş. Sihirli ormana geldiğinde konuşan ağaçlar onun ne kadar çirkin olduğunu söylemiş. Hiçbir kötülüğün karşılıksız kalmayacağını söylemiş. O da ağaçlara bağırmış hakaret etmiş. Hakaret için ağzını açtığında dili yılan olup boynuna dolanıyormuş, dudaklarından da kurtlar böcekler saçılıyormuş.
Huzur ülkesini uzaktan gördüğünde gözlerine inanamamış. Evlerin çatıları sarı altınla kaplıymış. Ağaç dallarından yeşil zümrütler sarkıyormuş. İçinden “Burası daha zengin ve güzel, Fatma’yı öldürür padişahla ben evlenirsem bütün bunların sahibi olurum.” diye geçirmiş.
Kırk atlıyla, kırk katırla huzur ülkesine varan üvey anne padişah tarafından güzel karşılanmış. Günlerce mutluluk içinde yemişler, içmişler, gezmişler, eğlenmişler. Fatma üvey annesini affetmiş etmesine ama kardeşi Ceylan Ahmet buna hiç razı gelmemiş. Köşe bucak kaçmış. Ablasına küser olmuş.
Bir gün üvey anne demiş ki “Güzeller güzeli Fatma, adil hünkâr kızı Fatma, yakışıklı cömert padişah karısı Fatma, mademki büyüklük gösterdin beni affettin. Bende seni derya kenarında sefa yapmaya davet ediyorum. Kırk katır yükü sana hediye getirdim. Lütuf et bunları ve teklifimi kabul buyur. ” İyi kalpli Fatma düşünmüş düşünmüş “ Artık kötülük yapmaz.” diyerek dediğini kabul etmiş.
Ertesi gün üvey anne erkenden kalkmış hazırlık yapmış. Fatma’yı da alarak yola koyulmuş. Denizin kenarında yemeklerini yemişler. Ortalık kalabalıklaşmadan “ Hadi gel denizde biraz yüzelim.” demiş. Fatma da “Ben yüzmek bilmem ki.” demiş. Fatma’yı dinlememiş kolundan tutup, sürükleyerek denize götürmüş. İyice ilerlemiş sonrada Fatma’yı orada bırakarak geri dönmüş. Fatma denizin ortasında çırpınmış çırpınmış sonrada gözden kaybolmuş. Üvey anne sevinerek kenara çıkmış Fatma’nın elbiselerini giyinmiş saçlarını onun gibi tarayarak yüzünü de nikapla kapatmış. Hiç kimseye gözükmeden gizlice saraya gitmiş.
Gece olmuş Fatma’nın geceliğini giyerek ışıkları kapatmış. Karanlıkta padişahın yatağına girmiş, sessizce ona sarılmış. Padişah, “Sana ne oldu Fatma tenin soğuk ve kösele gibi sert Üstelik kokunda değişmiş. Işığı yakayım sana bakayım.” deyince üvey anne, “Bu gün güneşte çok kaldım ondan böyle oldu bir kaç ay sonra geçer.” diyerek padişahı kandırmış. Ama ayakuçlarında uyuyan ceylan, üvey anneye inanmamış. Her gece yorganın altından ayağını uzatarak, ”Bu cicimin ayağı, hani bacımın ayağı?” diyerek söylenip duruyormuş. Üvey annede bir tekme vurarak ceylanı yere düşürüyormuş.
Bir gün böyle beş gün böyle derken aylar gelip geçmiş. Padişah ceylanın her gece yatmadan önce dediği “Bu cicim ayağı hani bacım ayağı.” sözünden bıkmış usanmış. Hızlıca yatağından kalkıp lambaları yakmış. Bir de ne görsün? Yatağında Fatma değil çirkin üvey anne yatmıyor muymuş?
Hemen askerleri çağırmış mahkeme kurmuş. Üvey anneyi sorguladıktan sonra, dört atın kuyruğuna bağlayıp dört tarafa sürme cezası vermiş. Ceza hemen yerine getirilmiş.
Tam üvey anneden kurtuldukları sırada denizin kenarından bir balıkçı koşarak gelmiş “Padişahım hemen balıkçıların yanına gidelim. Orada size bir müjde var.” demiş. Padişah atına atladığı gibi balıkçıların olduğu sahile dörtnala atını sürmüş.
Sahile vardığında gördükleri karşısında mutluluktan dilini yutacak gibi olmuş. Kumların üstüne boylu boyuna uzanan kocaman yunus balığının yüzgeçleri arasında Fatma ve kucağında bir erkek çocuk duruyormuş. Padişah hemen atından inmiş dünya güzeli karısının yanına koşmuş. Yunus balığının karnında doğum yapan Fatma oğlunu padişah babasının kollarına uzatmış. Oracıkta sarmaş dolaş olmuş hasret gidermişler.
Ülkede kırk gün kırk gece şenlikler yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş biri yazanın başına biri okuyanın başına biride dinleyenlerin başına.
HOROZUN SESİ3
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bacadan bir atlı geçti kanadını çırptı geçti. Toz ile duman bir birine karıştı. Ben gözümü ovarken babam düştü beşikten, anam atladı eşikten. Eline aldı küreği, bir oyana salladı bir buyana salladı. Kürek uçtu elinden, gökte bir yıldıza kuyruk oldu. Anam, “Vay bana vaylar bana. Ben ne ettim? Yıldıza kuyruk taktım”, dedi. İki gözü iki çeşme, düştü dağa taşa. Az gitti uz gitti altı ay bir güz gitti. Gide gide bir kayaya rast geldi, çıktı oturdu üstüne. Başladı ovayı seyretmeye. Bakalım neler görmüş.
Etrafı çeperle çevrili büyük bahçenin içinde büyük bir ev varmış. Evin yanında ineklerin, koyunların, atların yaşadıkları ahır, tavukların, horozların yaşadıkları kümes, bir de ekmek pişirdikleri tandır evi varmış. Bu kocaman evde, mutlu mu mutlu bir aile yaşarmış. Ailenin tek çocuğu olan Fatma akıllı, terbiyeli güzel bir kızmış.
Günlerden bir gün Fatma’nın annesi amansız bir hastalığa yakalanmış… Doktorların biri gelmiş biri gitmiş. Ama bir türlü çare bulamamışlar. Bir gün annesi hasta yatağında yatarken kızına; “Güzel kızım, İyi kalpli Fatmam sen artık büyüdün. Hakikat şu ki ben bir gün bu dünyadan ayrılacağım. Sana söyleyeceklerimi iyi dinle, hepsini aklında tut. Benden sonra baban mutlak evlenecektir. Onlara asla saygısızlık yapma. Başın ne zaman dara düşse hemen ahıra git sarı ineğin yattığı yerdeki direğin dibini eş oradan bir bohça çıkacak. O bohçayı aç içindeki boncuk kolyeyi yakana tak sonrada gözlerini kapa istediğini dile”, demiş. Günden güne sararıp solan anne sonunda hakkın rahmetine kavuşmuş. Fatma günlerce ağlamış üzülmüş ama yapacak hiçbir şey yokmuş.
Gündüzler gece, geceler gündüz olmuş. Aradan aylar geçmiş. Bir gün babası Fatma’ya komşu köyden bulduğu bir hanımla evleneceğini söylemiş. Fatma da babasının sözünü düşünmüş sonunda da kabul etmiş. Üvey annesinin bir de kızı varmış. Birkaç gün sonra Anne kız gelmiş evlerine yerleşmiş.
Başlarda gül gibi geçinmişler lakin aradan zaman geçtikçe üvey annenin gerçek yüzü ortaya çıkmış. Fatma’ya kötü davranmaya başlamış. Evdeki bütün işleri yaptırdığı yetmiyormuş gibi bir de azarlayıp duruyormuş. Günlerden bir gün ovada;
“Güm! Güm! Güm! De Güm! güm!..”, diye inleyen davula tellalın;
“Ey ahali duyduk duymadık demeyin, acı soğan yemeyin, yalan söz söylemeyin. Üç gün sonra padişahımız bir eğlence tertip edecek. Hepiniz davetlisiniz. Gelen gelsin yesin, içsin, eğlensin, gelmeyenin canı sağ olsun”, diyen sesi eşlik etmiş.
Üvey anneyle kızı, kendilerine davette giymek için allı pullu yeni elbiseler, pırıl pırıl yeni ayakkabılar, rengârenk yeni kurdeleler almışlar. Üç gün dediğin nedir ki? Bu hazırlıklar yapılırken, göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitmiş.
Davet akşamı evde hazırlıklar telaşla sürüyormuş. Üvey anne ve kızı giyinmişler, kuşanmışlar. Süslenmişler püslenmişler. Al ipekten elbiseleri göz kamaştırıyormuş. Saçlarına taktıkları kurdeleyle salına salına aynaya doğru yürümüşler. Kendilerine bakmış bakmış sonra da;
“Düğündeki en güzel hanımlar biz olacağız”, diyerek ardından da kahkaha atmışlar.
Kapı aralığından üvey annesine ve kızına bakan Fatma boynunu bükerek;
“Beni düğüne götürmeyecek misiniz?”, deyince üvey anne çok hiddetlenmiş;
“Kendini bilmez yetim Fatma, sen kim oluyorsun da padişahın davetine gitmek istiyorsun? Üstelik evde bir sürü iş güç var.” diye bağırmış. Fatma çok üzülmüş, ağlamaklı olmuş. Bu halini gören üvey anne, Fatma’nın kolundan çekiştirerek yiyecekleri sakladıkları kilere götürmüş. İnsan boyunda ki büyük küpü göstererek; “Biz düğünden gelinceye kadar, sen bu küpü gözyaşınla dolduracaksın”, demiş. Sonra da köşede duran darı çuvalındaki darıları kilerin toprak zeminine döküp dağıtmış. Duvarda asılı duran eleği de alarak Fatma’ya;
“Bu yerdeki darıları yek tek toplayacaksın. Tozlarını alacaksın. Sonrada bir güzel çuvala dolduracaksın. Bu elekle de dereden su taşıyarak ocağın üzerindeki kazanlara dolduracaksın. Bütün bunları yapıp bitirirsen ancak düğüne gelebilirsin“, demiş. Kızını da yanına alarak kapıdan çıkıp gitmiş.