
Полная версия:
Hürrem
“Gevezeliği bırak da dövüşü anlat!”
“Evet, Sultanım. Hürrem, sanki Haseki Efendimizle eşitmiş gibi bir durumdaydı. Odaya girer girmez başköşeye gözünü dikti, el öpmedi, etek öpmedi, doğruca beğendiği yere gitti, oturdu, ayağını ayağının üstüne attı, ‘Mahidevran, beni istemişsin. Benden yolda eski, yaşça büyük olduğun için işte geldim. Nedir bakayım dileğin,’ dedi.”
“Sahi, böyle mi dedi, Sümbül?”
“Evet, Sultanım. Böyle dedi, hepimizin ağzını bir karış açık bıraktırdı.”
“Mahidevran ne yaptı?”
“O da ilkin belinledi, bön bön bakındı; sonra gazaba geldi, köpürdü. ‘Bre kaltak, bu ne çalım? Sen kendini adam mı oldum sanıyorsun. Gözünü iyi aç, terbiyeni takın. Senin şu halayıklarımdan farkın yoktur. Karşımda onlar gibi ayakta duracaksın!’ diye haykırdı.”
“Hürrem ne dedi ona?”
“Ne diyecekti, Sultanım? Elbette teşekkür etmeyecekti, karşılık verecekti. Nasıl ki verdi, hem de bol bol verdi. ‘Kaltak sensin,’ dedi; ‘Hoşt murdar,’ dedi; ‘Halt etmişsin kepaze,’ dedi; ağzına geleni söyledi.”
“Sonra?”
“Sonra, Sultanım, Haseki Efendimiz deliye döndü, ‘Vay satılmış et, bana dil de uzatıyorsun ha!’ diye bir nâra savurdu, Hürrem’in üzerine atıldı, yüzünü tırmaladı, saçlarını yolup kopardı, ellerini ısırdı, belini tekmeledi, iler tutar yerini bırakmadı.”
“Siz put gibi duruyor muydunuz?”
“Hürrem, Haseki Efendimize el kaldırmadığı için bize karışmak düşmedi, Sultanım.”
“Haseki dövülmedi, dövdü. Öyle mi?”
“Dövülmedi amma sövüldü, Sultanım.”
“Onun zararı yok. Eğer dayak yeseydi hâli yaman olurdu, Aslanımın yanında değeri çok küçülürdü.”
Ve birden ciddileşti, kaşlarını çattı.
“Haydi, git, geçmiş olsun dediğimi Mahidevran’a söyle. Yoldaşlarına da tembih et, gevezelik edip bu sırrı açık etmesinler. Gördüklerinizi, duyduklarınızı unutun.”
Valide Sultan, Sümbül çıktıktan sonra ellerini ovuşturdu, kendi kendine söylendi.
“Bu iş çok iyi oldu. Aslanım, Mahidevran’a kızacak, yüzü gözü tırmık içinde kalan Hürrem’den soğuyacaktır. Bir yenisi daha gelinceye kadar at benim, meydan benim.”
Fakat oğlunun emirlerini de unutmadı, Hürrem’e verilecek elmasları hazırlattı ve onun hizmetinde bulunacak halayıkları, köleleri seçtirip, beklemeye koyuldu. Hasekiyle Hürrem’in Hünkâr tarafından sorguya çekilişlerini seyretmek için hazırlanıyor ve o muhakemenin heyecanını şimdiden hissediyordu.
* * *Hünkâr, Hasodabaşı İbrahim’e kendi mutluluğunu kısa bir cümleyle müjdeledi.
“İyi bir gece geçirdim, sefer yorgunluğunu giderdim. Hayatın tatlı tarafı da varmış İbrahim.”
Ve şu cümlenin ima ettiği kıvrak sahnelere geçit resmi yaptırmak ister gibi gözlerini kapadı, uzun bir hayal dakikası geçirdi. Sonra şen bir gülümsemeyle başını doğrulttu.
“Şimdi,” dedi, “sıra iş görmeye geldi. Ne var, ne yok bakalım!”
Zeki nedim, bir devlet adamı ciddiyetiyle anlatmaya koyuldu.
“İran elçisi Üsküdar ’a geldi. Piri Paşa kulun telhis sunuyor, beş yüz atlıyla gelen elçinin hangi gün İstanbul’a geçmesine ferman buyuracağınızı soruyor.”
“Beş yüz atlıyla mı gelmiş elçi?”
“Evet, Padişahım!”
“Bir barış mektubunu, bir dost selâmını taşımak için bu kadar atlı fazladır. Lalama söyle, elçiyi yirmi atlıyla yarın İstanbul’a geçirsin, kalabalığın üst tarafı Üsküdar’da kalsın. Başka ne var?”
“Şirvan Şahı’ndan mektup!”
“Tahta çıkışımı mı kutluyor? Biraz geç kaldı. Biz de cevabımızı geç verelim. Ödeşelim. Başka?”
“Moskova Kinazı bir elçi yollamış, adı Jan Morosof. Vezir kulunla görüşmüş. Efendisinin efendimle dayanışma yapmak istediğini söylemiş.”
“Dayanışma mı? Neye iyi bu?”
“Kulun da anlamadım. Kazan’ı, Ejderhan’ı paylaşmak için olsa gerek.”
“Gülünç bir teklif. Lalam herifi yürütsün ve zayıflara yardım seversem de onlarla ava çıkamayacağımı anlatsın. Şahinle serçenin uçuşu bir olmaz. Kinaz Vasili’ye bu nükte tatlılıkla anlatılmalıdır! Başka?”
“İkinci Vezir Ahmet kulun, ben kölene uzun bir mektup gönderdi.”
“Lalamı çekiştiriyor, değil mi?”
“Keramet buyurdunuz Padişahım, öyle yapıyor.”
“Ne diyor?”
“Cennetmekân pederinizin Mısır ’dan İstanbul’a sürgün ettiği adamlardan rüşvet aldı, kendilerini serbest bıraktı, diyor.”
“Bu eski hikâye. Ben tahta çıkınca bir iyilik yapmak istedim, o altı yüz Mısırlıyı yurtlarına yolladım. Lalama sormadım bile.”
“Ahmet Paşa, Rodos’a gidişi Sadrazamın hoş görmediğini hatırlatıyor.”
“Bu da malûmu ilâm değil mi ya? Adaya gitmezden önce Lalamla konuşan benim. Herifceğiz gizli kapaklı davranmadı ki. Ne düşünüyorsa yüzüme karşı açıkça söyledi. Fakat ben kendisini azarladım, seferi açtım. Allah göstermesin, ceddim Fatih devrinde olduğu gibi elimiz boş dönseydik ne olacaktı? Lalamı, ‘İyi gördün,’ diye asacak mıydık? Devlet işidir bu, herkesin düşüncesi bir olmaz. Hüner, önümüze açılan sekiz on yoldan en temizini, en kısasını ve en doğrusunu seçmektir. Bu da bize düşer. Ahmet zırvalıyor.”
“Ben kulun da öyle görüyorum. Fakat bana yazılanı efendimize arz etmek borcumdur. O sebeple Ahmet’in dediklerini birer birer dile alıyorum.”
“Başka ne diyor o?”
“Rodos’tan Anadolu’ya, Anadolu’dan Rodos’a geçirilecek halk işinde de para dönüyormuş, Lalanız hayli çimleniyormuş!”
“İşte bu yeni bir iftira, taze bir kara çalma. Fakat sessiz kalınarak geçiştirilemez. Kazasker Fenarizade Muhittin’e haber yolla Ahmet’i görsün, dinlesin. Bir ipucu, bir tutamak bulursa durumu incelesin, sonunu bana bildirsin.”
Ve Sultan birden deli gibi gülmeye başladı. İbrahim hayretler içindeydi; efendisinin savurduğu kahkahalar arasında belinlemiş, bön bön bakıyordu. Hünkâr, uzun bir müddet güldükten sonra sert bir çehre aldı.
“Bre İbrahim,” dedi, “kendi kendimizi niçin aldatıyoruz? Daha Manisa’da bulunurken sana söz vermiştim, tahta çıkar çıkmaz seni vezir edineceğimi söylemiştim. Rodos’a gitmeden önce teklif ettim, erkendir dedin, temkin gösterdin. Şimdi acele ediyorsun, sözümü yerine getirtmek istiyorsun. Fakat beni haksızlıktan güya korumak kaygısını da atamıyorsun. Ahmet kepazesinin yalanlarını ele alıp Lalamı kündeden attırmaya çalışıyorsun. Hâlbuki bunlar boş şeyler; Piri Paşa, ben padişah olmadan azle mahkûm edilmişti. Bu hüküm şimdi yerine getirilecek, sadrazamlık sana verilecektir. Ancak açık olalım, adamcağızı hem görevinden, hem şerefinden mahrum etmeye çalışmayalım. Fenarizade kılı kırk yarsa dahi, göreceksin ki Lalama suç bulaştıramayacaktır. Hiç Yavuz gibi bir padişaha bir buçuk yıl sadrazamlık yapan adam, kolay kolay tuzağa düşer mi?”
Hasodabaşı, lütufla kahrın bir arada sunulmasından gelme neşeli bir acıyla kekeledi.
“O hâlde Lalanız yerinde kalsın, Fenarizade de teftişe çıkmasın, Efendimiz.”
“Olmaz, İbrahim, olmaz. Ben sözümü tutacağım. Halkın dedikodusuna yer vermemek için de böyle teftişler yaptırmak, göz boyamak lâzımdır. Yalnız aramızda riya istemem. İkimiz de Lalamı niçin feda ettiğimizi biliyoruz. Bildiğimizi bilmez görünmek neye iyi?”
Ve adalete önem veren vicdanını susturmak için şöyle düşündü.
“Ahmet, Lalamı düşürüp kendisi sadrazam olmak istiyor, iftiralar düzüyor. Kötü maksatla yapılmak istenilen iyilikler bile kötüdür. Bu sebeple Ahmet gözümden düşmüştür. Mevkiinden de düşecektir. Lalama gelince… Ona acımıyor değilim. Lâkin benim vezirim olarak kalmasına imkân yok. Yavuz’un beğendiği bir adamda, Yavuz’u biraz olsun andıran huylar ve görünüşler bulunması tabiidir. Nitekim ben Lalamda bu varlıkları seziyorum ve babamı görmüş gibi karşısında küçülüyorum. Onu görevden almak isteyişimin hakiki sebebi işte bu küçülüşten kurtulmak kaygısıdır. Tahtın hakkı yalnız azamet, yalnız ceberuttur, İbrahim. Vay bu hakkı bilerek, bilmeyerek tanımayanlara!”
Nediminin bu felsefeyi tamamıyla kavramadığını zannederek açıklamaya girişti.
“Lalamda babama benzer görünüşler bulduğumu söylerken şaşırdın, değil mi? Hâlbuki şaşılacak bir şey yoktur. Ben insanların ancak kendilerine benzeyenleri, benzer görünenleri ve hiç olmazsa benzeyecek olanları sevdiklerine, sevebileceklerine inanırım. Fikir uygunluğu denilen halet de bundan başka bir şey değildir. Eğer babam kendi düşüncelerinin, kendi duygularının birçoğunu Piri Paşa’da bulup sezmeseydi, onu vezir edinmezdi ve hele kafasını koparmadan yıllarca yanında bulundurmazdı. Ben de senin şahsında bana biraz benzerlik bulmasam nedim olmak şerefini sana vermezdim, sadrazamlığı da omzuna yükletmeyi düşünmezdim.”
İltifat büyüktü; bunu İbrahim kadar Süleyman da kavradı ve düzeltme gereği gördü.
“Senin bana benzerliğin yaş bakımındandır. İkimiz yaşıtız ve bu, seni bana yaklaştırıyor. İhtiyarlığın Lalamı benden uzaklaştırması gibi!”
Hasodabaşı, kıymeti büyük oranda küçültülmüş olmakla beraber yine cihan değer bir mahiyette kalmış olan şu iltifattan dolayı şükranını sunmak istedi, efendisinin ayaklarına kapandı.
“Ben,” dedi, “senin kölenim, azat kabul etmez kölenim. Emrinle, lütfunla yedi düvele birden hükümdar olsam eşiğinde hizmetkâr olmaktaki saadeti bulamam, yine kapından ayrılmam.”
Süleyman, gerçekten beğenip takdir ettiği kölesinin sözlerini bariz bir kayıtsızlıkla dinliyordu. Çünkü topuklarına kasideler işlenmesini ve eteğine şiirler asılmasını kanıksamıştı. Aynı zamanda zihnini Piri Paşa meselesi işgal ediyordu. Onu görevden almak kendince zorunlu bir durumdu. Fakat adalet bakımından bu işi mazur gösterecek sebep yoktu. İleri sürmek istediği ihtiyarlık sudan bir bahane oluyordu. Çünkü zekâsı yerinde, sağlığı yerinde, çalışma gücü yerinde olan bir adamı, hele bir veziri ihtiyarlık yüzünden atmak, yaş olgunluğunu uluorta suç saymak akidesine yol açacaktı. Bu akidenin genelleştirilmesi hâlinde, bir gün kendisini de tahttan atmak isteyenlerin çıkmayacağını kim temin edebilirdi?
Hünkâr, işte bu fikirleri zihninden geçiriyor ve nediminin sözlerini duymuyordu. Neden sonra kendini topladı.
“Teşekküre gerek yok,” dedi, “kader böyle istiyor. Yeni idareye yeni adamlar gerek.”
Bunu söylerken Hürrem’i hatırlamaktan geri kalmadı ve tatlı bir heyecan geçirdi. O da, şüphe yok ki, gönül bakımından bir yenilik sunuyordu. Demek ki taht üzerinde meydana gelen değişiklik devam edip gidiyordu ve bu, kaderin cilvesinden başka bir şey değildi.
Süleyman, bu kuruntuyla vicdanında kımıldayan üzüntüleri giderdi, kararını kesinleştirdi. Tahtta kendisi, kalbinde Hürrem, Kubbealtı’nda İbrahim, yeniliğin göstergesi olacaklardı ve bu şekilde her şey yeni bir kuvvet, yeni bir kudret, yeni bir macera alacaktı. O, zihninde canlanan bu yenileşme sahnesinin mutlu neticelere varacağına da kanaat getirdiğinden neşelenmiş, nedimine yeni baştan iltifat ediyordu.
“Bana sadakatle hizmet edeceğine, devletime yarar bir vezir olacağına kuşkum yoktur. İyi ve akıllı bir vezir, kuvvetli bir ayak demektir. Hükümdar o ayakla yorulmadan yürür, durmadan yol alır.”
Ve İbrahim’in yine bir şükran kasidesi okumasına meydan vermeden kapıyı gösterdi.
“Sen git, dediklerimi yap. Ben de biraz kitap okuyup eğleneyim. Akşama doğru yine gelirsin, sazını bile getirirsin.”
Biraz sonra eline bir kitap almış, dalgın dalgın sayfaları çeviriyordu. Gözünün önünde hep Hürrem dolaştığı için, kimi kırmızı, kimi siyah mürekkeple yazılmış, kimi de yaldızlanmış satırlar, hiçbir şey ifade etmeden silik bir akışla yapraklar arasından süzülüp geçiyorlardı. Fakat sık sık tekrar eden bir kelime, Hünkârın dalgın bakışlarına bir uyanıklık getirdi ve gözü bir sayfa üzerinde dikili kaldı. Piri Paşa adının birkaç yerde yazılı bulunması bu uyanıklığı yapmıştı.
Süleyman, gözbebeklerinde alevlenip duran Hürrem’in hayaline bile hükmeden şu arsız kelimeyi uluorta geçemedi ve kitaba ünlü vezirin olmak üzere kaydedilmiş olan şiirleri dikkatle okumaya koyuldu. Bunlar, âşıkane yazılmış gazeller olup, şimdi Padişahın hoşuna gidiyor ve her mısra, dudaklarında besteli bir ahenk alıyordu.
O güne kadar şairliğine hiç de değer vermediği Sadrazamın yanık yazar bir ehlidil olduğunu anlamak, Süleyman’ı âdeta sevindirdi. Kıymetli birkaç elmas elde etmiş gibi hazla bu şiirleri incelemeye koyuldu. Gazelin birisi şöyleydi:
Şeb-i zülfünde kalanlar zulûmat ile yürürErişen lebleri âbine hayat ile yürürZahidi hasreti mey şöyle zayıf eyledi kimElde tespih ü asası salâvat ile yürürRemzi ya! Kaddine benzer nice serv ola ki olSalınır şiveler ile harekât ile yürür.Süleyman bu gazeli birkaç kere okudu ve birkaç kere içini çekti.
“Herif,” dedi, “âşık. Öyle olmasa böyle söylenmez, söylenemez.”
Yine Piri Paşa’nın olmak kaydıyla kitaba geçirilen şu beyiti daha çok beğendi:
Ney yine feryada başlar her nefes,Var iken la’lin gibi feryâd – res!Şimdi, görevden almak istediği ihtiyar Vezir için yüreğinde bir acı duyuyor, onu incitmemek ve yerinde bırakmak arzusuna kapılıyordu. Lâkin kitabı kapayıp da düşünmeye dalınca o dilek söndü, eski azmi tazelendi ve dudaklarında bir felsefe belirdi.
“İhtiyar kadın dudağında tebessüm ne ise, kocamış şair ağzında da şiir odur. Biri gözü, biri de kulağı incitir. Ben gencim ve yanımdakileri de genç isterim. Koca Piri’ye yakışan bir köşeye çekilmek, kendi kendini avutmaktır.”
* * *Büyük, hayli büyük bir saz âleminden sonra hareme giren Süleyman, henüz gerdek görecek toy bir güvey gibi heyecan içindeydi. İbrahim’in yayı, o gece teller üzerinde değil, onun yüreğinde kıvranmış ve bu yüreği inim inim inletmişti. Şimdi o iniltilerin yorgunluğunu Hürrem’in berrak sesiyle yıkamak istiyordu.
Özlemek haddini birden aşarak tahammül olunmaz bir arzu derecesi alan coşkun bir ruh hâli içinde bulunduğundan, anasını görmeyi ihmal etmişti. Doğruca kendi dairesine girip Hürrem’i çağırtmıştı. Ellerini ovuşturarak odada dolaşıyor ve yar-ı canının eşikte görünmesiyle beraber söyleyeceği hasret şiirinin ezberini yapıyordu. Hürrem’in, bir gece evvel tattığı mutluluğun yorgunluğunu taşıyarak, o gün sahip olduğu şahane bahşişlerin şükranını tekrar ederek koşa koşa geleceğini kuruntuluyor ve onu konuşturmadan yeni bir haz âlemine sürüklemek için planlar hazırlıyordu.
Fakat beklenen güneş doğmadı. Hürrem gelmedi ve ona davet müjdesini götüren kadın, iliğine kadar işlemiş bir hayretin sersemliğini kekeleye kekeleye şu haberi getirdi:
“Küçük cariyeniz gelmiyor, gelemem diyor.”
Süleyman, yanlış duyduğunu sandı, alıklaşacak kadar şaşırdı ve kadının otuz iki dilime ayrılmış saçlarını yakalayarak haykırdı.
“Gelmem mi diyor, gelemem mi diyor? Bir daha söyle bakayım lanet olasıca, bir daha söyle!”
Kadıncağızın aklı birkaç bin zerreye ayrılmış ve her zerre bir damla ter olup saçlarından bir kılın dibine akmış gibiydi. Acılı ve perişan tekrar ediyordu.
“Gelmiyor, gelemem diyor.”
Hünkâr, bileğine doladığı otuz iyi örgüyü hırsla çekti, kadının başını insafsızca sarstı.
“Nasıl gelmez, kâfir? Nasıl gelemem der, habis? Ona iftira edip kanına girmek istiyorsun, değil mi? Dur öyleyse, sana iftiranın ne demek olduğunu öğreteyim.”
Gözü dönmüş, belinden hançerini çıkarmaya savaşıyordu. Fakat kırılmış hülyalardan yüreğine ve sarsılmış sinirlerinden bütün benliğine bulaşan acı sebebiyle eli ayağı titrediği için hançeri kınından çıkaramıyordu. Gülünç bir telaş içinde bocalıyordu. Kadın, hayatının gerçekten tehlikeye düştüğünü sezerek ağlıyor, yalvarıyordu.
İşte bu sırada Valide Sultan içeri girdi, delirmiş gibi görünen oğlunun hançer kabzasına yapışık elini yakaladı.
“Aman Aslanım,” dedi, “Nedir bu hâl? Şimdi inmeye uğrayıp ayaklarının dibine yıkılacağım. Kendinden geçmişsin, sararıp solmuşsun. Cihan bir yana, sen bir yana. Bu fâni dünyada ne olabilir ki seni böyle zıvanadan çıkarsın, sağken hasta etsin?”
Süleyman hızlı bir tepki verdi, aşkta uğradığı hayal kırıklığını ana şefkatiyle tamir etmek isteğine kapıldı, ölüm teri döküp duran kadının saçlarını bırakarak Hafsa Sultan’ın ellerine yapıştı.
“Bilsen, ah bilsen,” dedi, “ne kadar kızgınım.”
Ana, sesini biraz daha tatlılaştırdı ve oğlunu okşar gibi bir edayla sordu.
“Ne oldu Aslanım? Tatsız bir haber mi aldın?”
“Daha ne olacak, valide. Şu lanet olası kadın, bizim Hürrem’e iftira ediyor.”
“Nasıl iftira?”
“Buraya gelmesini söyletmiştim. Güya gelmem, gelemem demiş. Hiç Hürrem bu haltı eder mi? Ben gel derim de koşarak gelmez mi? Şayet gelmezse başının kopacağını bilmez mi?”
Hafsa Sultan, gamlı gamlı başını salladı.
“Şu halayığın boş yere kalbini kırmışsın, Aslanım. Çünkü sana duyduğunu söylemiştir. Hürrem gelmez, gelemez!”
Süleyman yeniden alevlenmek üzereyken, Hafsa, yüzünü halayığa çevirdi.
“Hürrem niçin gelemeyeceğini de söyledi mi?”
“Söyledi, Efem!”
“Ya sen Aslanıma niçin söylemedin?”
“İzin vermediler, celallendiler, Efem.”
“Haydi, ayak öp, suçunu bağışlat!”
Hünkâr, yürekleri altüst edecek bir sesle gürledi.
“Ben kabıma sığmıyorum, yerimde duramıyorum; sen edep, erkân sayıklıyorsun valide! Şimdi ayak öpmenin, öptürmenin sırası mı? Bırak şu uğursuzun yakasını. Ne bilirse söylesin, ben de ne yapacağımı bileyim.”
Kadıncağız, ölümden kaçar gibi bir telaşla anlattı.
“Hürrem kız, ‘Efendimizin huzuruna çıkacak yüzüm kalmadı. Ben satın alınmış et parçasıymışım. Öyleyse Şevketli Hünkârın yanında işim ne. Yüzüm gözüm de yara içinde, bere içinde. Saçlarım yoluk, kopuk. Bu biçimle Efendimin yanına gitmekten utanırım. Mübarek gözlerini kanlı yüzümle, hırpalanmış saçlarımla niçin inciteyim,’ dedi.”
Padişah, hayretten acıya, acıdan hiddete geçiyordu. Bu sözleri dinlerken sararıp kızarıyor, kızarıp bozarıyordu. Hürrem’in ağır bir hakarete uğradığını artık anlamıştı. Müthiş bir kızgınlık buhranına kapılacak gibi oluyordu. Fakat hakaretin derecesini henüz takdir edemediği için köpürüp coşmamak için sabır gösteriyordu. Zihninde zalim bir endişe de yüz göstermişti. Anasının davetsiz yanına gelişini, haberci kadını öldürmekten kurtarışını, Hürrem işini bilir görünüşünü düşünerek, kendini zıvanadan çıkaracak olan vaziyette onun ilgisi bulunduğundan kuşkulanmaya başlamıştı. Eğer Hürrem’i döven, inciten ve ağlatan anasıysa ne yapacaktı?
Hünkâr bu çok zalim endişeden hızla kurtulmak istediğinden, Hürrem’in ne suretle değil, kimin tarafından dövüldüğünü anlamayı tercih etti ve korka korka sordu.
“Onu kim dövdü valide?”
Alacağı cevabın kendisini bütün ömründe ve hatta ahrette bedbaht edecek bir şekilde olmasından ürktüğü için kulağını tıkayacak gibi davranıyordu ve bunu yapamayınca gözlerini kapamıştı. Valide Sultan’ın, “Mahidevran!” demesi üzerine içi ferahladı ve dudaklarından bir sevinç feryadı fırladı.
“Oh, hele şükür.”
Artık kızmakta, dilediği gibi kızmakta hürdü. Hürrem’i inciten anası olmadıktan sonra, vereceği cezanın büyüklüğünden endişelenmeye gerek yoktu. Bu sebeple soğukkanlılığını ele aldı, benliğindeki coşmak, taşmak ihtiyacını yendi, masum olduğu anlaşılan halayığın küçük bir tebessüm sadakasıyla yüreğini okşadıktan sonra şu emri verdi:
“Hürrem’e söyle, mutlaka gelsin!”
Fakat kadın çıkarken bir şey hatırlamış gibi davrandı, “Gel, bre alık,” diye onu geri çağırdı. Sert ve pek sert bir uyarıda bulundu.
“Demin, Hürrem’e, ‘Hürrem kız,’ dediğin kulağıma çarptı. Bir daha bu haltı edersen dilini koparırım. Hürrem, kadınefendidir. Ona göre davran, yanına varınca da eteğini öpmeden konuşma. Anladın, değil mi? Haydi yürü!”
Beş on dakika sonra fettan Rus Halayık eşiğin önünde göründü. Ne kılığını düzeltmiş, ne saçına başına düzen vermişti. Yüzündeki tırmıklardan sızan kanları da yıkamadığı için semavî bir çarpışma sonunda berelenmiş, kızıl çizgilerle bezenmiş aya benziyordu. Fakat bu ay ağlıyordu da. Odaya girer girmez bir elini en yakın bulunduğu duvara dayamış, bir elini kalbine basmış, hıçkırıksız bir ağlayışla gözyaşı dökmeye başlamıştı. Kurumuş kanları sile sile dökülen yaşlar, o beyaz yüze soluk mürekkeple yazılmış hazin bir dilekçe biçimi veriyordu. Süleyman, felâketini anlatmak ve uğradığı hareketin tamirini rica için en yüksek kâtipler kaleminden dahi çıkması imkânsız böyle güzel bir dilekçe sunan gözdesini kucaklamamak, göğsüne bastırmamak ve yaman bir açıklıkla derin bir mazlumluk anlatan o akışkan incilerden yapılma satırları diliyle, damağıyla okumaya koşmamak için büyük bir iç zahmeti çekti, yerlere kapanmak isteyen iradesini üzüle üzüle zorladı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов