Читать книгу Ruslar Ahaltekede (Tugan Mürze Baranovskiy) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Ruslar Ahaltekede
Ruslar Ahaltekede
Оценить:

3

Полная версия:

Ruslar Ahaltekede

4. BÖLÜM

Knyaz Vitgenşteyn komutasındaki kolun yola çıkması

Asker şarkıları

Birinci menzil

Çöl kumu, artezyen kuyusu

Seraplar

Boyunbaş kuyuları, suyun durumu

Delitepe Gölü, acılı su

Dizanteri hastalığının çıkışı

Güneş çarpması

Godrolum’a kadar yol

Gündüz molası

Dağıstanlıların karargâhı

Bayathacı

Harabelik, iki rivayet

Yağlıolum’a kadar ağır yol

Tekecikolum

Çat’a kadar yolun geçilişi

31 Temmuz saat 06’da atlı askeri birlikler yola çıkmaya hazırlanmış, saflar sıraya dizilmişti. Araç gereç bölümü bir saat önce hareket etmişti. Bizim birimimizde şunlar vardı: Dragunlarm Pereyaslav Alayının 2 küçük atlı grubu, Kazakların Poltava Alayının 100 atlısı, Roketacılar Bataryası ve Kazakların Atlı Topçu grubunun yarısı…

Bu müfrezeye komutanlık etmek görevi, İmparatorluk askerlerinin atlı birliğinin komutanı General

Vitgenşteyn Berleburg’a verildi. Herkes, General Lazarev bizi uğurlamaya gelir diye düşünürken, o gün durumu çok kötüleşmiş, yataktan kalkamamış.

Knyaz Vitgenşteyn, sabah erkenden saat 07’de müfrezenin yanına geldi. Selâmlaştı, sonra yürüyüşe geçmeden önce askeri kutlayan kısa bir konuşma yaptı. Biraz sonra da; “Sağ taraftan hazır olun. Harekete geçin.” şeklinde buyruk verildi. Kalpaklarımızı çıkararak, kendimizi kutsadık. (Hristiyanlara mahsus secde türü). Sonra da yürüyüşe geçtik. Askerlerin coşkun ve savaşçı şarkıları yükselmeye başladı. Buna dragunlar da büyük bir istekle katıldılar.

Askerlerin Çekişler’de düzdükleri bu şarkılar, büyük bir moral ve zevk kaynağı oluyordu. Hatta şarkı söylemesini bilmeyen askerler bile birinci satırdan sonra katılmaya başlayıp, hep bir ağızdan koro halinde devam ettirdiler. Ancak ayaklarının altından bulut gibi yükselen tozların oluşması ve havanın kızarmaya başlaması, savaş şarkılarının yavaş yavaş bitirilmesine neden oldu.

Birinci günde 32 versta yol geçmemiz ve Rus askerleri tarafından kazılan Boyunbaşı kuyularının yanında yatmamız gerekiyordu. Yol, başlangıçta 78 verstadan sonra tozlanıp duran kumluk yerden geçiyor, sonra toprak katılaşıp tuzlanmış biçimde karşımıza çıkıyor.

Yola çıkmamızdan kısa bir süre sonra Çekişler gözden kayboldu. Çöllük yere ayak bastık. Dört bir yandan uçsuz bucaksız meydan yayılıp genişliyordu. Havanın sıcaklığı bizim için çok kötüydü. Dışları keçe ile kaplanmış su kapları çabucak boşalıvermişti. 10 versta geçmeden hiç kimsede su kalmayıp, susuzluk sıkıntısı baş göstermişti. Ancak yine de daha önceleri 5 verstada yetebilen su kapları, bu defa, 10 versta dayanmıştı. Çünkü asker tecrübe kazanmıştı. Çekişler’den 15 versta uzaktaki artezyen kuyularına uğrayacağımız için su bulmak ümidi içindeydik. Buna bel bağlamıştık. Konuşmalara göre, bu kuyular, şu an hazır olmalıydı. Ama oraya ulaştığımızda, kuyuların daha hazır olmadığını gördük. İki yer kazıldı, birinde su bulunamadı, diğerinde su bulunsa da içilecek gibi değildi. Hatta ağza almak bile mümkün değildi.

–”Kardeşlerim! Su görünüyor…” diyerek askerlerin biri bağırdı. Sanki dürtülmüş gibi bütün askerler silkinerek gösterilen tarafa bakındılar.

–”Hey! Bir göl gibi… Kenarlarında da kamış bitmiş!” dediler.

Gerçekten de birkaç versta önde, kenarında kamış biten gölün yüzü cam gibi parlayıp duruyordu. Hatta suyun yüzü, balığın pulları gibi açık seçik, pırıl pırıl görünüyordu. Sevinerek ön tarafa doğru adımlarımızı hızlandırdık. Maalesef dudaklarımızı ısırıp kalmıştık. Çünkü gölde her şey, şu çöllük yerde adet olduğu üzere bazen göze görünen bir serap olup çıkmıştı. Böyle seraplar, ta mola yerine varıncaya kadar askerlerin gözüne devamlı görünüp durdu. Her defa yeni bir serap görüldüğünde, bundan öncekilerin serap, fakat bunun gerçek göl olduğunu, çevresindekilere inandırmaya can atan askerler bulunuyordu. Her seferinde de aldanıyorlardı. Fakat öğleden sonra saat 16’da uzakta gerçek göl ve Boyunbaşı kuyuları göründüğünde, bunun serap olmadığına inanan askere rastlanmadı.

–”Ay! Yok, şimdi aldanmıyoruz. Senin nasıl bir göl olduğunu biz biliyoruz” deyip, bazı askerler aldanmak istemiyordu. Gölün gerçek olduğuna gözleri inandıktan sonra, kafalarını sallayıp şaşırdılar, hayret ettiler. Boyunbaşı kuyularında su, Çekişler’deki sudan daha tuzlu idi, içmek bir eziyetti. O sudan kaynatılan çay da içilecek gibi değildi. Boğazından geçirmek için bir bardak çaya bir kaşık limon tuzu veya birkaç topak şeker atmak gerekiyordu. Bir yandan da tuz, boğazı yakıyordu. Bu yüzden askerlerin çoğu, çay içmekten vazgeçti. Bu suyla sadece koyun etinden çorba yapılıp içilebiliyordu. Boyunbaşı’nda iki tane kuyu kazılmıştı. Birisi insanlar için, birisi de hayvanları sulamak için. Gölün suyu da içilecek gibi değildi.

Ertesi gün sabah saat 6’da yolumuza devam ettik. Çevrede ot çöp görünmüyordu. Toprak sıcaktan cayır cayır yanmıştı. Sadece bazı yerlerde yandak otu biten alanlara rastlanıyordu. Bu kendine has özelliği olan çöl bitkileri için, develerin tek yiyeceği demek daha doğru olur. Bu bitkinin boyu kısacık, kökü birkaç koldan ibaret, kapladığı alan ise 1 metreye yakındı. Bu kollarda seyrek olarak sert, sivri ve uçlu dikenler var. Dikkatsiz davranan askerler ve atlar, bu bitkinin yanından geçerken ayaklarını yaraladılar. Çünkü yandak bitkisinin dikenleri öyle sert ve sivriydi ki elbiseleri delip geçiyordu. Bu yüzden askerlerin ayakkabıları eskidi, onlar da sonra deve veya koyun derisinden kendisine ayakkabı dikmek zorunda kaldılar. Bunu yaparken de bu bitkinin dikenlerini iğne olarak kullandılar.

O gün saat 10’da müfreze, boylu boyunca uzanan, kıyılarını kamış kaplayan Delitepe Gölüne ulaştık. Bu gölün suyu da hem acı hem tuzlu idi. Ağza alınacak gibi değildi. Gölün yanında kazılan kuyuların suyu da bundan farksızdı. Bu durum yüzünden, susayıp da içmemesi için kuyuların yanına hemen nöbetçi dikildi. Yeni kuyular kazmak üzere de bir bölüm görevlendirildi. Ancak son kazılan kuyuların suyu da acı ve tuzlu çıktı. Göl suyuna bakarak daha iyiydi fakat yine de içilecek gibi değildi. Buna rağmen susuzluk bütün hararetiyle sürüyordu. Dişimizi sıkıp bu suyu kullanmak zorunda kaldık. Bizim o gün içtiğimiz çorba ve çayın tadı sözle anlatılacak gibi değildi. Çaresizlik, içmek zorundaydık ve içtik. Çayı ancak en kızgın halinde, ağzı dili yakacak şekilde içmek mümkün oluyordu. Çünkü soğuduğunda mideyi bulandırıyor, susuzluk ne kadar eziyet verse de bir yudum bile içilemiyordu.

Uzun gün boyunca 40 dereceye ulaşan sıcaklık yakıp kavuruyor, ot çöp bile kıpırdamıyordu. Hemen hemen askerlerin tamamı giyim kuşamları çıkarmışlar, çadırlarda yatıyorlardı. Delitepe Gölü’nün bu farklı suyu, kısa sürede etkisini göstermeye başlamıştı. O günün akşamı müfrezedeki askerlerin çoğunluğunda ishal ile birlikte dizanteri hastalığı baş gösterdi. Yürüyüşün bu ikinci gününün sonunda, beş at kaybettik. Bir askeri güneş çarptı. Müfrezenin ardına takılıp gelen iki köpek de aynı akıbete uğradı.

2 Ağustos sabahında müfreze Delitepe’den hareket ederek, düz bir çölde yolu takibe başladı. Kısa sürede yeniden başlayan sıcağa karşı yine çaresiz kalmıştık. Güneşin ışıkları insanı delip geçiyor gibiydi. Hiçbir eşyaya, araç-gerece el sürmek mümkün değildi. Köz gibi kızmışlardı. Biraz hareket etseler derhal ter boşalıyor, iç giyimlere kadar su içinde kalıyorlardı. Ancak çok geçmeden kuruyorlardı.

Biraz sonra gök ile yerin birleştiği yerde, Etrek ırmağının karşı tarafında uzayan Pars (Horosan) Dağlarının yüksek tepeleri görünüp, yavaş yavaş seçilmeye başladı. Bir saat geçince de büyüklüğünü, yüksekliğini seçebildik. Yol geçildikçe yandaklı yerlere ve küçük çöl bitkilerine daha çok rastlıyorduk. Bu bitkilerin boyları da, çöldekilere göre daha da büyümeye başlamıştı.

Sabah 11’de Etrek kıyısında Güdrolum denilen yerde durduk. Böylece 15,5 versta yol geçilmişti. Burada Atlı Dağıstan Alayının 200 atlısına rastladık. Onlar da bizim müfrezemize katıldılar. Etrek ırmağı burada dardı. Kenarları dikti, fazla yüksek değildi. Kıyısında sazak ve kamış bitkisi çoktu. Su yavaş akıyordu. Suyun yüzündeki ot, çöp ve yosun yüzünden suyunu içmek mümkün değildi. Biraz iyi ve duru su almak için kıyılarda küçük çukurlar açılmıştı. Bu çukurların dolması ve suyun durulması için üç saat beklemek gerekiyordu. Bütün bunlara rağmen su tam olarak durulmuyor, içildiğinde yine yosun kokuyordu. Aslında suyun durulmasının tek yolu vardı ve kolaydı. Ancak bunu bilenler azdır. Bu usulü sadece çölde harekete katılanlar biliyordu. Su konulan herhangi bir kabın içine basit bir zek parçasını koyup kısa bir süre bulayarak çıkarınca, bir saat içinde, su dupduru oluyor. Üzerindeki çamur ve diğer tortular da dibe çöküyor. Hiçbir süzme aracı böyle temizleyemezdi. Zek de sadece tecrübeli ve tedarikli askerlerin yanında vardı.

Güdrolum’da Rusların ilk mezarlarına rastladık. Kont Borh’un kafilesindeki bir asker gömülmüştü. Bu karşılaşmayla birlikte hepimizi ağır ve kaygılı düşünceler sarmıştı. “Belki bu mola yerinde ya da önümüzde yayılan çölün bir yerinde, hatta düşmanın yurduna varmadan, benim de dizanteriye veya güneş çarpmasına yakalanarak can vermem mümkündür” şeklindeki düşünce herkesin kafasında ister istemez belirmeye başlamıştı.

Ertesi günün mola yerinde geçirileceği bildirildi. Geçilen yerlerde askerler ve hayvanlar çok yorulmuşlardı. Fırsattan yararlanarak karargâhın çevresini dolaştık. Dağıstanlıların yerleştikleri yere vardım. Bunların görünüşü diğerlerinden farklıydı. Yani ortalarında iki sıra halinde atlar dağılmıştı, at yatağının iki yanında üstü kapalı gölgelikler kurulmuştu. Hava sıcaklaştığında Dağıstanlılar, bu gölgeliğin altına girip güneş ışıklarından korunuyorlar, geceleri de üst katlarında yatıyorlardı. Böylelikle buradaki çok sayıda yılanın, kırkayakların ve benzeri börtü böceklerin tehlikesinden uzaktılar. Çadırların yerine kurulan bu gölgeliklerin içindeki bu insanların yüzleri, kısaca bütün özellikleri, Ruslardan çok farklıydı.

Dağıstanlılar kendilerine has bir halk. Rusya’da böyle bir alayın varlığını da bilen çok azdır. Onlar Kafkaslarda yiğitlik ve at sürmekte büyük şöhrete sahiptirler. Bu alay, Dağıstan bölgesinin savaşçı ve seçilmiş yiğitlerinden teşkil edilmişti. Hepsi emirleri isteyerek yerine getiriyordu. Barış sırasında her birine ayda gümüş paradan 10 ruble ödenen bu insanlar, savaş sırasında da 15 ruble kadar alıyorlar, bunda başka azık, ayrıca da atları için yem veriliyordu.

Lezgileri bu alaya katılmaya zorlayan şey sadece para değildi. Onların köylerinde savaşa katılmayanları adam yerine koymuyorlardı. Her biri savaşta ne kadar üstünlük gösterse, ne kadar ödül alsa kendi memleketinde o oranda saygı görüyor, istediği kızla evlenebiliyordu.

Dağıstanlıları savaşa katılmaya teşvik eden bir başka sebep de düşmandan ganimet toplamak ümidi idi. Aslında onlar yarının ne olacağını, ne getireceğini hiç düşünmüyordu. Müslüman olmalarına rağmen, bulduklarında içki içmekten ve eğlenmekten geri durmuyorlardı.

4 Ağustos sabahı saat 06.30’da yola koyuldukç Etrek ırmağının sağ kolunu izleyerek çölde yürüdük.

Güdrolum’dan başlayan kupkuru upuzun çöl yine önümüzdeydi. Bazı yerlerde büyüklü küçüklü çukurluklara rastladık. Fakat hareketimize engel değildiler. İstihkâm birlikler her türlü iniş ve çıkışlarda gerekli tedbirleri alıyordu. Öğleden sonra saat 15’te, 18 versta yol yürüyüp Bayathacı denilen yere vardık. Önceki yıl burada küçük bir Rus istihkâmı vardı. Etrek ırmağının kenarında büyük bayırın üstünde kurulan bu kalenin kalıntıları bu gün de duruyordu. Bu kale terk edildikten sonra da Ahal Harekâtının sonuna kadar burada yolu korumak amacıyla Piyade Birliğinin bir bölümü ve Dağıstanlıların 100 atlısı bulunuyordu. Kalenin batısında 2 versta uzaklıkta bir harabe vardı.

Ben bu harabenin eskiden ne olduğunu anlatan iki rivayet duydum.

Bu rivayetlerden birine göre bir zamanlar Türkmen yurdunda Bayat Hacı adlı takva sahibi bir adam yaşamıştır. O daha ölmeden önce adının bütün doğuya yayıldığını işitir. Herkes onu büyük bir veli sayarmış. Öldükten sonra cesedini buraya getirmişler. Onun için yapılan bu türbeye gömmüşler. Ayrıca yine burada bu velinin kabrini ziyarete gelen insanların dua edip namaz kılmaları için küçük bir mescit kurmuşlar.

Benim düşünceme göre, şu anlatacağım ikinci rivayet, gerçekten de doğrudur.

Bu rivayete göre; eski devirlerde burada Türkmenlerin ulu bir yatırı bulunur, 200 versta çevredeki bütün köyler ölülerini buraya getirip gömmüşler. Türkmenlerde cenazenin arkasından mezarlıkta onun ruhunu şad etme geleneği var. Buna göre, ölen kişinin geride kalanları buraya gelerek çeşitli hediyeler (mesela para, koyun, ekmek, başörtüsü, mendil) getirir, ölünün ruhuna ayet okurlar. Gelenlerin ayrıca burada rahat edebilmeleri için ve bu geleneği sürdürebilmeleri için bir de yapı kurulmuş. Sadece bu mezarlıkta değil bütün Türkmen köylerindeki mezarlıklarda da bu şekildedir. Bu mezar evlerinin bir de sahibi oluyor. Bu kişi, mezarlığın bakımım üstüne alıyor. Ölen kişiler için mezar kazmak, mezarların bakımını yapmak ve ayet okumak da bu kişinin görevi. Bayat Hacı denilen kişi de tahminimce yukarıda belirtilen mezarlık görevlisinden başkası değildir. Bayat Hacı öldükten sonra buraya başka ölüler gömülmediği için, onun kurduğu mezar evi ve diğer kabirler zamanla harabeye dönmüş, mezarlardan da hiçbir belirti kalmamış.

İşte bu rivayetlere göre, Bayat Hacı uzun yıllar burada bulunmuş, böylece Türkmenler arasında büyük bir ün sahibi olmuştur. Bundan dolayı o öldükten sonra, buraya onun adını vermişler ve bu da, zamanımıza kadar yaşamış, unutulmamıştır. Bir zamanlar burada kurulan yapının uzunluğu 5, genişliği 2 kulaç civarında, 4 köşeden ibaretti. Kümbeti içine çökmüştü. Yapının duvarları küçük ve dört köşe kerpiçten örülmüş olup bugüne kadar dayanmışlar. Odaların sayısı 3 olup, girişin karşısındaki küçük oda, belki dış oda olup gelenlerin ayakkabı çıkarmaları içindir. Sağ taraftaki büyükçe yuvarlak oda, belki dua okunan, ibadet edilen yer olarak kullanılmıştır. Sol taraftaki küçük odada, bana göre, Bayat Hacı kendisi yaşamıştır. Yatır harabelerinden biraz ileride 35 kabrin olduğu anlaşılıyor. Bu kabirlerin varlığı, rivayetlerin ikincisinin gerçek olduğunu ispatlıyordu.

5 Ağustosta gece yarısı saat 03.22’de, güneşin doğmasından çok önce, bütün müfreze ayaktaydı. 46 verstalık yol geçmemiz gerekiyordu. Atların yükünü mümkün olduğunca hafifletmek için askerlerin yüklerini, torbalarını ve başka eşyaları araç gereç kervanına vermek ve develere yerleştirmek için buyruk verildi. Saat 05’te Bayathacı’dan ayrılarak 18 versta yol geçtikten sonra saat 11’de Etrek ırmağının yanındaki Yağlıolum denilen yerde mola verdik. Üç saat dinlendikten sonra da tekrar yola koyulup Tekecikolum’a ulaştık. Yorgunluktan her yanlarımız ağrıyordu. Burada mola vererek geceyi geçirdik.

Ertesi gün, saat 09’da yola çıkarak Çat berkitmesine doğru yürüdük. Sıcaklığın 46 dereceye yükselmesi, rüzgârın esmemesi, güneşin sadece yakmakla kalmayıp kavurması sebeplerinden, uzunluğu 24 versta olan bu menzil çok büyük bir güçlükle geçilebildi.

Bu şartlar altında hiçbirimiz doğru dürüst düşünemiyor, ne yapacağımızı bilemiyor, sadece güneş ışıklarının kızgın oklar halinde vücutlarımızı deldiğini hissediyorduk. Bu arada, güneş çarpması, bazı arkadaşlarımızın aramızdan ayrılmasına yol açtı.

Öğle sonu saat 15.22’de Çat’a varabildik.

5. BÖLÜM

Çat’taki istihkâm

Kızılhaç hastanesi ve ilgili söylentiler

Asker ölümleri ve söylentiler

Kabristan

Kavurucu sıcaklık ve susuzluk

Horolum

Yerli şartların değişmesi

Can Mahmut Mezarlığı harabeleri

Düzolum istihkâmı,

Garnizon

Azık ve hayvan yemlerinin kabul edilmesi

Karargâhın gelişi

Müfreze komutanının hastalığı ve haberler

Bektepe Dağı

Toz

Tersakan’a kadar yol

1878 yılında tasarlanan Çat istihkâmı, Etrek ırmağının sağ kıyısında, Sumbar’ın ona katıldığı yerin yakınında, ırmağın üstünde abanıp duran küçük meydanlıkta yerleşiyordu. Diğer iki yanında birkaç derin dere bulunyor, istihkâmı düzlük tarafından koruyor. Çat istihkâmı, yerleştiği konum itibariyle her türlü saldırılardan iyi korunuyordu. Burasını zapt edebilmek asla mümkün değildi. İstihkâmın kuzeyindeki derelerin en derininin üzerinde kurulan köprü, düzlük yolun devamı durumundaydı, istihkâm da kara evler ve çadırlardan ibaretti.

Piyade bölüğü, 100 Dağıstanlı ve piyade topçuları buradaki çadırlara ve kara evlere yerleşmişti. Bu istihkâm kurulduktan sonra kısa sürede yapılan küçük kilise, buradaki tek ahşap yapı idi. Bundan başka istihkâmda azık depoları, topçu parkı ve 12’ye yakın dükkân vardı. Bu dükkânlarda çeşitli mallar çok yüksek fiyatlarla satılıyordu.

Çat istihkâmından yarım versta uzaklıkta Kızılhaç tarafından 200 kişilik hastane kurulmuştu. Hastanenin yataklarının yarısında dizanteri, sıtma ve buna benzer hastalıklara yakalanan askerler yerleştirilmişlerdi.

Bu hastanenin, askerler arasında iyi olarak anılmadığını belirtmek gerekir. Askerler hastane hakkında söz ettiklerinde; “Sağ selim çıkmazsınız” şeklinde iddialı konuşuyorlardı. Askerlerin fikrine göre, buradan sağ çıkamamanın sebebi doktorların gayretsizliği veya ilgisizliği değil, bulunduğu yerin temiz bir yer olmayışıydı. Buraya gelmek ölmek demekti. Yerli garnizon arasında çıkan bu söylenti, çok geçmeden bizim müfrezemize de yayıldı. Çat istihkâmına vardığımız günün akşamı, akşam yemeğinde şöyle bir söz işittim. Subayların birisi:

–”Beni duyuyor musunuz? Burada hasta olmayın.”dedi.

–”Ne? Niçin? Ne olmuş?” diye subaya dört bir yandan soru yağdırdılar.

–”Şöyle, sebebi şu: Bu hastaneye düşmek, sağlığını kaybetmek demektir. Piyade askerleri, bulunduğu yerin temiz ve sağlıklı olmadığını söylüyorlar… “

–”Yalan söylüyorlar! Kafadan uyduruyorlar!”

–”Panik çıkarıyorlar…”

–”İstersen tecrübe et de gör. Sana da, herkese de mezarlıkta yer bulunur. Yok, kardeşim, sağlığınız bozulsa da ayakta tedavi olun, sakın oranın kapısından ayağınızı atmayın…”

Geriye dönerken hastaneye yatırılan iki askerin hayatını kaybetmesi ve askerlerin bunu işitmesi, burasının temiz olmadığı konusundaki kanaatleri doğrulamıştı. Gerçekten de Kızılhaç’ın hastanesinde çok insan ölüyordu. Ancak bunun sebebi: Çevredeki istihkâmlardan (Düzolum, Tersakan vb.) buraya getirilen askerlerin durumları zaten çok kötü idi, hepsi ölümcül idiler. Bu yüzden de gönderildikten hemen sonra ölüyorlardı. Yaz ayları boyunca Çat’ta dizanteri hastalığından ölen askerler az değildi. Bazı günlerde on civarında asker cesedinin toprağa gömüldüğü oluyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

bannerbanner