Читать книгу Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu – Erika Ewald’in Aşkı – Unutulmuş Düşler (Стефан Цвейг) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu – Erika Ewald’in Aşkı – Unutulmuş Düşler
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu – Erika Ewald’in Aşkı – Unutulmuş Düşler
Оценить:
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu – Erika Ewald’in Aşkı – Unutulmuş Düşler

5

Полная версия:

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu – Erika Ewald’in Aşkı – Unutulmuş Düşler

Hep senin etrafındaydım, hep gergin ve hareket hâlinde; ama sen beni ancak cebinde taşıdığın ve karanlıkta sabırla senin saatlerini sayıp ölçen, yollarda sana duyulmayan kalp atışları gibi eşlik eden ve senin aceleci bakışlarınla saniyelerin tıktıklarının ancak milyonda birini gördüğün saatin içindeki yayın gerginliğini hissettiğin kadar hissedebiliyordun. Senin hakkında her şeyi biliyordum, her alışkanlığını, her kravatını ve her takımını tanıyordum, kısa sürede tanıdıklarının kimler olduğunu öğrenmiş ve ayırmaya başlamıştım, onları beğendiklerim ve bana itici gelenler diye sınıflandırıyordum: on üç yaşımdan on altı yaşıma kadar her saatimi sende yaşadım.

Ah, ne delilikler yaptım! Elinin değdiği kapı kolunu öptüm, dairene girmeden önce fırlatıp attığın bir puro izmaritini çaldım ve o benim için dudaklarına değmiş olduğundan kutsal olmuştu. Akşamları yüz kere bir bahane icat ederek, odalarından hangisinde ışık yandığını görmek, böylece de senin varlığını, o görünmeyen varlığını daha da bilerek hissetmek için aşağıya, sokağa koştum. Ve senin yolculukta olduğun haftalarda, -o iyi kalpli Johann’ın kullandığın sarı seyahat çantasını aşağıya taşıdığını gördüğümde kalbim korkudan duracak gibi olurdu- o haftalarda hayatım cansız ve anlamsız olurdu. Suratım asık, canım sıkkın ve kızgın dolanıp durur ve annem ağladığımı belli eden gözlerimden çaresizliğimi anlamasın diye sürekli dikkat etmek zorunda kalırdım.

Biliyorum, bütün bunlar, sana burada anlattıklarımın hepsi garip aşırılıklar ve çocukça çılgınlıklar olarak görünüyor. Aslında bunlardan utanmam gerekirdi, fakat utanmıyorum, çünkü sana olan aşkım hiçbir zaman o çocukça taşkınlıklar esnasında olduğundan daha temiz ve tutkulu olmadı. Saatlerce, günlerce o zamanlar nasıl benim yüzümü neredeyse hiç tanımayan seninle yaşamış olduğumu anlatabilirim, çünkü sana merdivende rastladığımda ve kaçacak yer olmadığında, o yakıcı bakışlarından korkarak, başım eğik, sanki ateş yakmasın diye suya atlayan birisi gibi yanından geçer giderdim.

Saatlerce, günlerce şimdi çoktan uçup gitmiş yılları anlatabilirim, senin bütün hayatının takvimini gözlerinin önüne serebilirim; ama canını sıkmak, sana acı çektirmek istemiyorum. Sadece çocukluğumun en güzel anısını seninle paylaşmak istiyorum ve anlatacağım şey çok önemsiz olduğu için benimle alay etmemeni diliyorum, ancak o zaman çocuk olan benim için o şey bir sonsuzluk gibiydi. Bir pazar günü olmuş olmalıydı. Sen yolculuğa çıkmıştın ve uşağın silktiği ağır halıları dairenin açık duran kapısından içeriye sürüklüyordu. O iyi adamcağız zorlanıyordu bu işi yaparken ve ben de ansızın hissettiğim bir cüretkârlıkla yanına gidip ona, “Yardım edebilir miyim?” diye sordum.

Adam şaşırmıştı, ama izin verdi ve böylece ben de -bilmem söylememe gerek var mı, büyük bir saygıyla, hatta huşu içinde!– evinin içini, dünyanı, yanında oturduğun ve üstünde, içinde birkaç çiçeğin bulunduğu mavi bir kristal vazonun durduğu yazı masanı görebildim, dolaplarını, resimlerini, kitaplarını. Hayatına kaçamak, neredeyse hırsızca bir bakıştı, çünkü sadık Johann, iyice incelememi mutlaka engellerdi, ama ben o tek bakışla bütün atmosferi içime çektim ve böylece hem uyanıkken hem de uyurken seninle ilgili gördüğüm sonsuz rüyalarım için gerekli besini almış oldum.

O dakika, o hızla geçiveren tek dakika, çocukluğumun en mutlu dakikasıydı. İşte o bir dakikayı anlatmak istedim sana, beni hiç tanımayan sana, bütün bir hayatın nasıl sana bağlı olduğunu ve nasıl geçip gittiğini artık anlamaya başlayasın diye anlatmak istedim. Bunu anlatmak istedim sana ve bir de ötekini, maalesef bu olaya çok yakın olan o korkunç saati de anlatmak istedim. Ben -bunu daha önce de söylemiştim- o sıralarda senin yüzünden her şeyi unutmuştum, anneme dikkat etmiyordum ve kimseyle de ilgilenmiyordum. Innsbruck’tan bir tüccar ve annemin uzak bir akrabası olan yaşlıca bir beyin gittikçe daha sık bize geldiğini ve daha uzun zaman kaldığını da fark etmedim, hatta bu, benim için de iyi oluyordu, çünkü bazen adam annemi tiyatroya götürüyordu, ben de yalnız kalabiliyor, seni düşünebiliyor, seni gözetleyebiliyordum ve bu benim en büyük ve tek mutluluğumdu.

Bir gün annem beni biraz sıkılarak odasına çağırdı; benimle ciddi bir şey konuşmak istediğini söyledi. Rengim soldu ve kalbim ansızın deli gibi atmaya başladı; bir şeyler sezmiş, tahmin etmiş olabilir miydi? İlk düşündüğüm sırrım sendin, beni dünyaya bağlayan sır. Ama aslında annemdi sıkılan, beni bir iki kere sevgiyle öptü, (bu, başka zaman hiç yapmadığı bir şeydi) kanepede yanına çekti, sonra çekingen ve tutuk bir tavırla anlatmaya başladı; dul olan akrabası, ona evlenme teklif etmişti ve annem de, her şeyden önce benim yüzümden bu teklifi kabul etmekte kararlıydı.

Kanım, kalbimde daha bir sıcak dolaşmaya başlamıştı: İçimde cevap olarak tek bir düşünce, sana ait düşünce vardı. Sadece “Ama yine de burada kalıyoruz değil mi?” diye sorabildim dilim dolanarak. “Hayır, Innsbruck’a taşınıyoruz, orada Ferdinand’ın güzel bir villası var.” Daha fazlasını duymadım. Gözlerim kararmıştı. Sonradan bayılmış olduğumu anladım; annem kapının arkasında bekleyen üvey babama usulca anlatırken duydum, birdenbire ellerimi açıp geri gitmiş, sonra da kurşun gibi yere yığılmışım.

Sonraki günlerde neler olduğunu, güçsüz bir çocuk olarak kendimi onların çok güçlü istekleri karşısında nasıl savunmaya çalıştığımı sana anlatamam: şimdi bunları düşününce bile yazarken elim titriyor. Gerçek sırrımı belli edemezdim, bu yüzden karşı koyuşum sadece inatçılık, dik başlılık ve huysuzluk diye algılandı. Artık kimse benimle konuşmuyor, her şey benim arkamdan yapılıyordu. Taşınma işleri için benim okulda bulunduğum saatlerden faydalanıyorlardı. Eve her gelişimde bir eşya daha paketlenmiş veya satılmış oluyordu. Evin ve bu yüzden de hayatımın nasıl dağılmakta olduğunu görebiliyordum ve bir defasında, öğlen yemeğine geldiğimde, hamallar gelmiş ve her şeyi götürmüşlerdi. Boş odalarda toplanmış bavullarla annem ve benim için iki kamp yatağı durmaktaydı: bir gece daha, son gece, orada yatacak ve ertesi günü Innsbruck’a doğru yola çıkacaktık.

O son gün birdenbire sana yakın olmadan kesinlikle yaşayamayacağıma karar verdim. Senden başka bir kurtuluş göremiyordum. Bunu nasıl düşündüğümü ve o çaresizlik içinde geçen saatlerde doğru dürüst düşünebiliyor muydum, bunu asla bilemeyeceğim, ancak birdenbire -annem evde yoktu- üstümde okul kıyafetimle kalktım, olduğum gibi karşıya, sana gittim. Hayır, gitmedim. Bir şey beni kaskatı bacaklarımla ve titreyen eklemlerimle mıknatıs gibi senin kapına doğru çekti.

Sana daha önce de söylediğim gibi, ne istediğimi tam olarak bilmiyordum: Ayaklarına kapanmak ve beni hizmetçi olarak, köle olarak alıkoyman için yalvarmak istiyordum ve korkarım on beş yaşındaki bir kızın bu masum fanatikliği karşısında gülümseyeceksin, ama sevgilim, eğer o zaman dışarıda, buz gibi koridorda korkudan kaskatı kesilmiş olarak nasıl durduğumu ve buna rağmen inanılmaz bir güç tarafından nasıl ileriye doğru itildiğimi ve titreyen kolumu, havaya kalkabilsin diye bir anlamda bedenimden koparırcasına nasıl ayırdığımı ve -bu, korkunç saniyelerin sonsuzluğu boyunca süren bir savaştı- parmağımı kapının ziline nasıl bastığımı bilseydin, inan ki gülümsemezdin. O tiz zil sesi, bugün bile hâlâ kulaklarımda çınlamakta ve ondan sonra, kalbimin ve bütün kan dolaşımımın durduğu ve sadece sen geliyor musun diye kulak kesildiğim o sessizlik vardı.

Ama sen gelmedin. Kimse gelmedi. O öğleden sonra belli ki sen çıkmıştın ve Johann da alışverişe gitmişti; o yüzden ben de, kulaklarımın içindeki ölü zil sesinin yankılarıyla ve el yordamıyla, bizim darmadağın olmuş, boşalmış evimize geri döndüm ve bitkin bir hâlde ekose desenli bir battaniyenin üstüne yığıldım, dört adımda, sanki saatlerce, derin karda yürümüş gibi yorulmuştum.

Ama bu yorgunluğun altında, beni zorla koparıp götürmelerinden önce seni görmek, seninle konuşma kararlılığım hâlâ yok olmamıştı. Sana yemin ederim ki, şehveti çağrıştıran bir düşüncem yoktu, senden başka hiçbir şey düşünmediğim için bu konuda hâlâ bilgisizdim: Yalnızca seni görmekti istediğim, bir defa daha görmek, sana sarılmak. Sonra, bütün gece, bütün o korkunç ve uzun gece boyunca seni bekledim sevgilim. Annem yatağına yatıp uyur uyumaz ne zaman eve geleceğini duyabilmek için sessizce hole süzüldüm. Bütün gece boyunca bekledim ve buz gibi bir ocak gecesiydi. Yorgundum, her yanım ağrıyordu ve oturacak bir sandalye de yoktu artık: o yüzden boylu boyunca soğuk yere, kapıdan gelen cereyanın üfürerek geçtiği zemine uzandım.

Bedenimi acıtan zeminde üstümde sadece ince bir giysiyle yatıyordum, üzerime bir şey örtmemiştim, ısınmak istemiyordum, ısınıp uykuya dalarsam senin ayak seslerini duyamam diye korkuyordum.

Acı çekiyordum, ayaklarıma kramp giriyordu, kollarım titriyordu: O korkunç karanlığın içi öyle soğuktu ki, tekrar tekrar ayağa kalkmak zorunda kalıyordum. Ama bekledim, bekledim, kaderimi beklercesine seni bekledim.

Nihayet -sabahın ikisi veya üçü olmalıydı- aşağıda binanın kapısının açıldığını ve merdivenlerden çıkan ayak sesleri duydum. Soğuk üzerimden yok olmuş gibiydi, her yanımı hararet basmıştı, sana doğru koşmak, ayaklarına kapanmak için usulca kapıyı açtım… Ah, budala bir çocuk olarak o zaman ne yapardım bilmiyorum. Adımlar yaklaşıyordu, bir mum ışığı belirdi. Titreyerek kapının tokmağını tuttum. Sen miydin o gelen?

Evet, sendin, sevgilim ama yalnız değildin. Hafif, gıdıklanan birinden gelen bir gülüş, ipek bir elbisenin hışırtısını ve senin alçak sesini duydum, eve bir kadınla gelmiştin…

O gece nasıl ölmedim, bilmiyorum. Ertesi sabah, saat sekizde, beni Innsbruck’a sürüklediler; artık kendimi savunacak gücüm kalmamıştı.

Çocuğum dün gece öldü. Şimdi, gerçekten yaşamaya devam etmek zorundaysam, yine yalnız olacağım. Yarın o yabancı, karalar içindeki kaba adamlar gelecek ve bir tabut getirecekler, benim zavallı, benim tek çocuğumu onun içine yatıracaklar. Belki arkadaşlar da gelecek ve çelenkler getirecekler, ama bir tabutun üstündeki çiçeklerin ne anlamı var ki?

Beni teselli edecekler ve bazı sözler söyleyecekler, kelimeler, kelimeler; fakat ne yardımı dokunabilir ki kelimelerin bana? Biliyorum, ondan sonra yine yalnız kalmak zorunda olacağım. Ve insanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey olamaz. Bunu o zamanlar öğrenmiştim, o zamanlar, Innsbruck’ta o sonsuzmuş gibi süren iki yılda, on altı yaşımdan on sekiz yaşıma kadar, ailemin içinde bir tutuklu, toplum dışı birisi gibi yaşadığım yıllar içerisinde öğrendim. Üvey babam çok sakin ve az konuşan bir adamdı ve bana iyi davranıyordu, annem sanki bilmeden bana yaptığı bir haksızlığın cezasını çekiyormuş gibi, bütün isteklerimi karşılamaya hazırdı, genç insanlar benimle ilgileniyorlar, ama ben onların hepsini büyük bir inatla geri çeviriyordum.

Senden uzaktayken mutlu, memnun yaşamak istemiyordum, kendimi acılardan ve yalnızlıktan oluşan karanlık bir dünyaya gömmüştüm. Bana aldıkları yeni ve renkli giysileri giymiyordum, konserlere, tiyatrolara gitmeyi veya neşeli gruplarla birlikte gezilere katılmayı reddediyordum. Sokağa bile çıkmıyordum neredeyse: İki yıl yaşadığım o küçük şehirde on cadde bile tanımadığıma inanır mısın sevgilim? Matem tutuyordum ve matem tutmak istiyordum da, seni görmekten mahrum oluşuma, kendimi mahkûm ettiğim bütün öteki mahrumiyetleri de ekliyordum. Ve sonra, dikkatimin sadece sende yaşamayla ilgili tutkumdan başkaca bir şeye kaymasını istemiyordum. Evde tek başıma oturuyor, saatlerce, günlerce seni düşünmekten başka hiçbir şey yapmıyordum, sana ait yüzlerce küçük hatıramı, her karşılaşmayı, her bekleyişi kendim için tekrar tekrar yeniliyor, bu küçük olayları birer birer tiyatrodaymışım gibi kendi kendime oynuyordum. Ve bu yüzden, yani o zamanlara ait her saniyeyi kendi kendime defalarca tekrar ettiğim için, bütün çocukluğum belleğimde öylesine yakıcı bir anı olarak kaldı ki, o geçmişte kalan yılların her dakikasını sanki daha dün kanımda dolaşmış gibi sıcak ve canlı hissedebiliyorum.

O zamanlar yalnızca sende yaşadım. Bütün kitaplarını satın aldım; gazetede adının çıktığı günler benim için hep bir bayram günü gibiydi. Kitaplarındaki her satırı ezbere bildiğime, onları o kadar çok okuduğum için ezberlediğime inanır mısın? Bir gece birisi beni uykudan uyandırsa ve o kitaplardan herhangi bir satırı okusa, bugün bile, yani aradan on üç yıl geçtikten sonra bile sanki bir rüyadaymışım gibi devamını getirebilirim. Senin her sözcüğün benim için İncil’den bir ayet ya da dua olmuştu. Bütün dünya yalnızca seninle ilgili olduğu kadar vardı: Viyana gazetelerinde konser, gala haberlerini sadece onlardan hangisinin seni ilgilendirebileceği düşüncesiyle okurdum ve akşam olduğunda sana uzaktan eşlik ederdim: Şimdi salona giriyor, şimdi yerine oturuyor. Seni yalnızca tek bir defa bir konserde gördüğüm için, bin defa bunun hayalini kurdum.

Ama neden anlatıyorum bütün bunları, terk edilmiş bir çocuğun bu delice, kendi kendisini yiyip bitiren, böylesine trajik bir umutsuzluk saplantısını, bunları asla fark etmemiş, asla bilmemiş birisine neden anlatıyorum? Ama o zamanlar ben gerçekten de hâlâ bir çocuk muydum? On yedi oldum, on sekiz oldum. Genç insanlar, sokakta dönüp bana bakmaya başlamışlardı, fakat bu beni sadece sinirlendiriyordu. Çünkü senden başka birisini düşünerek âşık olmak, hatta yalnızca bir aşk oyunu oynamak, bana son derece açıklanamaz, son derece düşünülemez bir biçimde yabancıydı, hatta bunu denemek benim için suç işlemekten farksız olurdu. Sana olan tutkum aynı kaldı, sadece bedenimle birlikte o da değişti, daha bir uyanmış olan duygularımla birlikte daha yakıcı, daha bir bedensel ve kadınsı oldu. Ve bir zamanlar senin kapının zilini çalan çocuğun o bulanık ve eğitilmemiş iradesiyle bilemeyeceği şey, artık tek bir düşünceye dönüşmüştü: Kendimi sana armağan etmek, senin olmak.

Çevremdeki insanlar ürkek olduğumu düşünüyor, çekingen olduğumu söylüyorlardı, sırrımı büyük bir dirençle dişlerimin arkasında gizliyordum. Ama içimde demir gibi bir irade kökleşmişti. Bütün düşüncem ve çabalarım tek bir hedefe yönelikti: Viyana’ya geri dönmek, sana geri dönmek. Ve başkalarına ne kadar anlamsız, ne kadar anlaşılmaz gözükürse gözüksün, amacımı zorla yerine getirdim. Üvey babam varlıklıydı ve beni kendi öz çocuğu gibi görüyordu. Ama ben, inatla ve ısrarla kendi paramı kazanmak istediğimi söyledim ve sonunda Viyana’da büyük bir hazır giyim mağazasında çalışmak üzere, bir akrabanın yanına gitmeyi başardım.

Sisli bir sonbahar akşamı –sonunda, sonunda!– Viyana’ya vardığımda, ilk gittiğim yerin neresi olduğunu bilmem sana söylememe gerek var mı? Bavulumu garda bıraktım, bir tramvaya koşturdum -bana çok yavaş gidiyormuş gibi geldi, her durakta sinirleniyordum-ve evinin önüne gittim. Pencerelerinde ışık vardı, yüreğim deli gibi çarpıyordu. O zamana kadar bana öyle yabancı kalmış, öyle anlamsızca çevremde olan bir şehir, ancak şimdi yaşamaya başlamıştı, ben de ancak şimdi yeniden yaşamaya başlamıştım, çünkü senin, sonsuz rüyamın artık yakınımda olduğunu seziyordum. Aslında şimdi senin bilincine, vadilerin, dağların ve nehirlerin ötesine olduğumdan daha uzak olduğumu elbette bilemezdim, çünkü seninle benim yukarıya diktiğim pırıl pırıl bakışlarım arasında yalnızca pencerenin ince ve parlak camı vardı. Ben sadece hep yukarıya, yukarıya bakmaktaydım: orada ışık vardı, orada o ev vardı, orada sen vardın, orada benim dünyam vardı. İki yıl boyunca hep bu anı hayal etmiştim ve şimdi o an bana armağan edilmişti. O uzun, yumuşak, bulutlu akşam boyunca pencerelerinin önünde ışık sönene kadar durdum. Ancak ondan sonra eve gittim.

Sonra her akşam böyle evinin önünde durdum. Akşam altıya kadar işteydim, zor ve yorucu bir işti, fakat seviyordum, çünkü işin huzursuzluğu kendi huzursuzluğumun acısını daha az hissetmemi sağlıyordu. Ve demir kepenkler arkamdan gürültüyle iner inmez sevdiğim hedefe koşuyordum. Seni sadece bir defa olsun görmek, seninle karşılaşmak, uzaktan da olsa bakışlarımla yüzünü kucaklayabilmek tek arzumdu. Tahminen bir hafta sonra nihayet sana rastlayabildim, hem de hiç tahmin etmediğim bir anda. Ben senin yukarıdaki pencerelerini gözetlerken sen caddeyi geçip geldin. Ve ben birdenbire tekrar çocuk oldum, o on üç yaşındaki, kanın yanaklarımı doldurduğunu hissettim; içimin en derinindeki senin gözlerini hissetmenin özlemine rağmen gayriihtiyari başımı eğdim ve şimşek gibi, arkamdan kovalanıyormuşçasına koşarak yanından geçtim. Daha sonra böyle, okullu kızlar gibi davranarak kaçtığım için utandım, zira artık amacım belliydi: seninle karşılaşmak istiyor, seni arıyor, özlemle harcanmış onca boş geçen yılın ardından nihayet senin tarafından tanınmak, senin tarafından dikkate alınmak ve sevilmek istiyordum.

Ama sen, tipi hâlinde yağan karın altında ve Viyana’nın o keskin sert rüzgârında bile her akşam sokağında beklediğim hâlde, beni uzun bir süre fark etmedin. Çoğu zaman saatlerce boş yere bekledim ve sen sonunda dostlarınla birlikte evden çıkıp gittin, iki defa da seni kadınlarla birlikte gördüm ve o zaman artık bir yetişkin olarak sana olan duygumun farklılaştığını, yabancı bir kadının kendinden çok emin bir ifadeyle senin koluna girerek seninle birlikte yürüyüp gittiğini gördüğümde birdenbire oluşan ve ruhumu parçalayan kalbimin çarpıntısından da anlayabiliyordum. Şaşırmamıştım, sana sürekli kadın misafirlerin geldiğini çocukluk günlerimden biliyordum, ama şimdi bu durum birdenbire bedensel bir acı vermeye başlamıştı, bir başka kadınla olan bu belirgin ve tensel yakınlık bende bir gerginlik, bir düşmanlık ve aynı zamanda öyle bir yakınlığı paylaşma isteği yaratıyordu. Bir gün, o zamanlar çocukça ve belki de şimdi hâlâ sahip olduğum gururum sebebiyle evinden uzak durdum; ama inat ve isyan yüzünden o bomboş geçen akşam çok korkunçtu. Ertesi akşam gururum kırılmış, tüm kaderim boyunca bana kapalı kalan hayatının önünde hep yaptığım gibi yine bekledim, bekledim.

Ve nihayet, bir akşam beni fark ettin. Ben seni daha uzaktan gelirken görmüş ve senden kaçmamak için tüm irademi toplamıştım. Tesadüfler, yükünü boşaltmakta olan bir araba yüzünden caddenin daralmasını ve senin benim çok yakınımdan geçmek zorunda kalmanı sağlamıştı.

Dalgın bakışların gayriihtiyari üzerimde gezindi ve benim bakışlarımla karşılaştığında -içimdeki hatıralar nasıl da korkmuştu!– senin kadınlara özel, o sevgi dolu, hem sarıp sarmalayan, hem de aynı zamanda bütün örtülerini kaldıran, kucaklayan yakalayan bakışların, beni, yani bir çocuğu hayatında ilk kez bir kadının, artık seven birinin erişkinliğine ulaştıran bakışlara dönüştü. Bir, iki saniye boyunca bu bakışın benim kaçırmayı başaramadığım, kaçırmak da istemediğim bakışımı sımsıkı tuttu, sonra yanımdan geçip gittin. Kalbim çarpıyordu, gayriihtiyari adımlarımı yavaşlatmak zorunda kaldım ve engelleyemediğim bir merakla dönüp baktığımda, senin durmuş olduğunu ve arkamdan baktığını gördüm. Ve beni meraklı bir ilgiyle inceleme şeklinden hemen anladım: Beni tanımamıştın.

Beni tanımamıştın, o zaman tanımadın, asla, asla beni tanımadın. Sana o saniyenin hayal kırıklığını nasıl tarif etsem, bilmiyorum sevgilim. Çünkü o zaman senin tarafından tanınmamak gibi hayatım boyunca mahkûm olacağım bir kaderin acısını ilk defa yaşıyordum ve de o kaderle ölüyorum; tanınmadan, senin tarafından hâlâ tanınmamış olarak.

Sana nasıl tarif edebilirim bu hayal kırıklığını? Çünkü bak, Innsbruck’ta geçen, her saatinde seni düşündüğüm ve sadece Viyana’da yeniden karşılaşmamızın nasıl olacağını düşünmekten başka bir şey yapmadığım o iki yıl boyunca, her defasında içinde bulunduğum ruh durumuna göre, çılgınca en kötü ve en mutlu ihtimalleri hayal etmiştim. Şöyle söyleyebilirim, her şey hayal edilmişti; karamsar olduğum zamanlarda kafamda beni çok eksik, çok çirkin, çok ısrarlı bulacağın için geri çevireceğini, aşağılayacağını, benden nefret edeceğini canlandırmıştım. Tutkulu hayallerimde sende olabilecek kötü, soğuk, umursamaz davranışlarının olabilecek tüm ihtimallerini aklımdan geçirmiştim. Ama bunu, bir tek bunu, en korkuncunu; benim varlığımı hiçbir biçimde fark etmeyeceğin ihtimalini en karanlık ruhsal durumlarımda, değersizlik duygularımın en uç noktalarında bile göze almaya cesaret edememiştim.

Bugün bunu anlıyorum -ah, bana bunu anlamayı öğrettin!– bir kızın, bir kadının yüzü erkek bakışıyla alışılmadık ölçüde değişken olmalı, çünkü böyle bir yüz, bazen bir coşkunun, bazen bir çocuksuluğun, bazen bir yorgunluğun sadece aynasıdır ve aynadaki görüntü kadar çabuk akıp gider, yani bir erkek açısından bir kadının görüntüsünü yitirmek çok daha kolaydır, çünkü geçen yılların o yüzde yarattığı değişiklikler ışık ve gölge değişimi gibidir, giysiler de her defasında bu yüzleri farklı çerçeveler.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Fräulein: Almanca bekâr, genç hanım. (ç.n.)

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

bannerbanner