Читать книгу Savaş ve Barış I. Cilt (Лев Николаевич Толстой) онлайн бесплатно на Bookz (18-ая страница книги)
bannerbanner
Savaş ve Barış I. Cilt
Savaş ve Barış I. Cilt
Оценить:
Savaş ve Barış I. Cilt

5

Полная версия:

Savaş ve Barış I. Cilt

Sonra birden sarardı nedense ve ekledi: “Buyurun bakın, delikanlı.”

Sadece eline almış olduğu cüzdana değil, içindeki paraya ve Telyanin’e de baktı Rostof. Teğmen, alışkanlığına uygun olarak, sürekli çevresine bakınmaktaydı. Aşırı şekilde neşeleneceği tuttu birden:

“Bir Viyana’ya gitsek de hepsini orada harcasam!” dedi. “Şimdi ise bu pis kasabalarda bunları gönül rahatlığıyla harcayabileceğin bir yer dahi yok!”

Sustu bir an. Sonra Rostof’un yüzüne bakmaksızın “Eh, verin bakalım delikanlı…” dedi. “Ben artık yavaş yavaş gideyim.”

Rostof cüzdanı elinde tutuyor ve susuyordu. Telyanin devam etti:

“Peki siz niye buraya geldiniz kuzum? Siz de yemek mi yiyeceksiniz yoksa? Eğer öyleyse hemen söyleyeyim, buranın yemekleri hiç de fena değil; sanırım beğeneceksiniz…”

Uzanıp cüzdanı tuttu.

“Şunu versenize lütfen…”

Rostof cüzdanı bırakmıştı. Telyanin’se onu pantolonunun cebine sokmaya çalışıyordu şimdi. Kaşları kayıtsız bir ifadeyle yukarı kalkmış, ağzı hafifçe açılmıştı. Bu hâliyle “Ne olmuş yani, cüzdanımı cebime yerleştiriyorum işte ve bu, çok basit bir iş, üstelik de hiç kimseyi ilgilendirmez!” der gibiydi etrafındakilere. İçini çekerek kalkık kaşlarının altından Rostof’un gözlerinin içine baktıktan sonra, “Eh, ne var ne yok delikanlı?” diye sordu.

Garip bir ışık, bir elektrik kıvılcımının hızıyla, Telyanin’in gözlerinden Rostof’un gözlerine, sonra da Rostof’un gözlerinden Telyanin’in gözlerine aktı. Bir anda olup bitmişti bu, bir an ya sürmüş ya sürmemişti. Ve Rostof, Telyanin’in elini yakaladı.

“Buraya gelin!”

Neredeyse sürükleyerek pencereye doğru götürdü onu. Bir an yüzüne baktıktan sonra kulağına eğilip “Bu paralar Denisof’un…” diye fısıldadı. “Onun paralarını hangi hakla aldınız?”

Telyanin itiraz edecek oldu önce:

“Ne? Ne?.. Nasıl olur? Bu ne cesaret? Siz bunu bana nasıl olur da?..”

Ama bu sözler zavallı, umutsuz bir çığlık, özür dileyen bir yakarıştan öte bir anlam taşımıyordu. Nitekim adamın sesini duyar duymaz Rostof’un ruhundaki ağır şüphe yükü bir anda kalkıp gitmiş gibi oldu. İçinde derin bir sevinç dalgalanıyordu şimdi. Aynı zamanda da karşısında kalakalan bu zavallı adama acıyordu. Ne var ki başladığı işi bitirmeliydi Telyanin, kasketini kaparak “Buradakiler kim bilir neler düşünür!” diye mırıldandı.

Yandaki boş odaya yürürken yine alçak bir sesle ekledi:

“Bu işi açık açık konuşmalıyız…”

Rostof kararlı bir sesle “Bunu biliyorum…” dedi. “İspat da edeceğim.”

“Ben…”

Başka bir şey söylemedi Telyanin. Korkulu, solgun yüzünün bütün kasları titremeye başlamıştı. Gözleri yine oradan oraya kayıyor ama bir türlü Rostof’un yüzüne bakamıyordu. Sonra hıçkırıklar arasında kaybolan sesi işitildi:

“Kont! Bir genci mahvetmeyin, ne olur!.. Alın bu paraları… Bu Tanrı’nın belası paraları… Alın bunları!”

Masanın üzerine fırlattı paraları.

“Benim yaşlı bir babam bir de anam var!” diye hıçkırdı.

Rostof paraları aldı. Telyanin’in yüzüne bakmaksızın ve tek bir şey söylemeksizin çıktı odadan. Çıkar çıkmaz da durdu ve hemen geri döndü. Gözlerinde yaşlar vardı.

“Ey Tanrı’m!” dedi. “Nasıl… Ama nasıl yapabildiniz bunu?”

Telyanin genç adama yaklaşıp elini uzatarak “Kont!” dedi.

Devam edecekti belki ama Rostof buna meydan vermedi. Geri geri çekilirken “Elinizi sürmeyin bana!” diyebildi ancak. “İhtiyacınız varsa alın bu paraları!”

Cüzdanı ona fırlatmış ve koşarak çıkmıştı meyhaneden.



V

Aynı günün akşamı Denisof’un evinde toplanan süvari bölüğü subayları arasında hararetli ve bir hayli çekişmeli bir konuşma oluyordu.

Uzun boylu, saçları ağarmaya yüz tutmuş, pala bıyıklı, buruşuk yüzünün çizgileri kalın Kurmay Yüzbaşı, heyecandan kıpkırmızı kesilen Rostof’a dönmüş, şunları söylemekteydi:

“Ben size diyorum ki Alay Komutanı’ndan özür dilemeniz gerekir Rostof!”

Kurmay Süvari Yüzbaşı Kirsten’di bu. İki kez yüz kızartıcı davranışlardan dolayı rütbesi indirilip erliğe döndürülmüştü ama her iki seferinde de başarı göstererek yeniden kazanmıştı rütbesini.

Rostof, “Hiç kimsenin yalan söylediğimi ileri sürmesine izin veremem!” diye bağırdı. “Apaçık bir durum var ortada! O bana ‘Yalan söylüyorsun!’ dedi, ben de ‘Siz yalan söylüyorsunuz!’ dedim ona. Hepsi bu kadar işte! Her şey apaçık! Şimdi… İstediği takdirde beni Tanrı’nın her günü nöbete koyabilir, beni hapse de atabilir. Ama ondan özür dilemeye beni bu dünyada hiç kimse mecbur edemez! Mademki o bir Alay Komutanı olarak bana tatmin edici bir cevap vermeyi onuruna yediremiyor…”

Kurmay Süvari Yüzbaşı, uzun bıyıklarını sakin sakin düzelterek kaim sesiyle “Canım, durun biraz, heyecanlanmayın hemen, beni dinleyin…” diye sözünü kesti Rostof’un. “Siz orada başka birtakım subayların da bulunduğuna bakmadan kalkmış; Alay Komutanı’na, bir subayın hırsızlık ettiğini söylemişsiniz, öyle değil mi?..”

“Konuşma başka birtakım subayların yanında olduysa suç benim mi? Belki onların yanında konuşmamam gerekirdi ama ben diplomat değilim ki! Zaten Süvari Alayı’na da burada böyle incelikler göstermek gerekmez sandığım için girdim. O da tutmuş, ‘Yalan söylüyorsun!’ diyor bana! Bu durumda özür dilemesi gereken birisi varsa o kişi herhâlde ben değilim, kendisi!..”

“Bütün bu söyledikleriniz iyi güzel, aslanım. Burada hiç kimse de size bir ödlek gözüyle bakmıyor… Mesele başka… Hele sorun bakalım Denisof’a: Bir subay adayı, Alay Komutanı’nın kendisinden özür dilemesini isteyebilir mi?”

Süvari Yüzbaşı, sorusunu, Denisof’a bakarak tamamlamıştı.

Canı sıkılmış gibi bir tavırla, bıyığını ısırarak konuşmayı dinliyordu Denisof. Söze karışmak istemediği belliydi. Kurmay Süvari Yüzbaşı’nın sorusu üzerine, “hayır” anlamında başını sallamakla yetindi. Devam etti Kurmay Yüzbaşı:

“Siz tutmuş; Alay Kumandanı’na, orada başka birtakım subayların da bulunduğuna aldırış etmeksizin o pis işten söz açmışsınız. Bogdaniç de (Alay Komutanı’na Bogdaniç diyorlardı.) lafı ağzınıza tıkmış tabii…”

“Lafı ağzıma tıkmadı, yalan söylemekle suçladı beni…”

“Elbette öyle yapacak! Saçma sapan şeyler söylüyorsunuz adama… İşte bundan dolayı özür dilemeniz gerekir zaten!”

“Bunu katiyen yapmam.” dedi Rostof.

Kurmay Yüzbaşı ciddi ve sert bir tavra bürünmüştü şimdi:

“Doğrusu sizi anlamak güç yavrum…” diye başladı konuşmaya. “Özür dilemek istemiyorsunuz ama siz sadece ona karşı değil, bütün alaya karşı, ayrı ayrı her birimize karşı hem de her bakımdan suçlusunuz. Bu işte nasıl davranmak gerektiğini önceden biraz düşünseydiniz bari ya da bir bilene sorup danışsaydınız! Gelgelelim siz öyle yapmadınız. Ne yaptınız peki? Öbür subayların yanında, damdan düşer gibi içinizi dökmeye giriştiniz! Bu durumda Alay Komutanı ne yapsın? O subayı mahkemeye versin de koskoca alayın şerefine leke mi sürsün? Alçağın biri yüzünden bütün alayı hep utanç duyulacak bir duruma mı düşürsün? Söyleyin hadi! Sizce öyle mi yapsın yani?”

Yüzbaşı bir an sustu. Sonra da ciddileşerek “Bizler hiç de öyle düşünmüyoruz…” diye sürdürdü konuşmasını. “Bogdaniç’i kutlamak gerekiyor aslında! Doğrusu aşk olsun ona ki size, ‘Doğru söylemiyorsunuz…’ demiş! Hoşunuza gitmiyor ama siz kendiniz çanak tuttunuz yavrucuğum… Şimdi işi örtbas etmek istiyorlar. Sizse bilmem hangi saçma gerekçeye dayanarak özür dilemeye yanaşmıyor ve her şeyi ortaya dökme yoluna yöneliyorsunuz. Size nöbet tutturuyorlar diye alınıyor, yaşlı ve namuslu bir subaydan özür dilemeyi onurunuza yediremiyorsunuz! Çünkü Bogdaniç için ne denilirse denilsin, bir kere namuslu ve cesur bir albaydır. Öyleyken siz özür dilemeyi gururunuza yediremiyorsunuz. Ayrıca alayın lekelenmesi size vız geliyor!”

Kurmay Yüzbaşı’nın sesi titremeye başlamıştı:

“Siz alaya geleli, şunun şurasında kaç zaman oldu ki yavrucuğum? Bugün buradasınız, kabul ama yarın bir yaver olur, bilmem nereye gidersiniz… Böyle olduğu için de ‘Pavlograd subayları arasında hırsız var!’ denilmesi vız gelir size! Umurunuzda bile değildir bu, öyle değil mi? Hadi, söyleyin!”

Kurmay Süvari Yüzbaşı, delikanlının cevap vermesini beklemeden Denisof’a döndü:

“Öyle değil mi Denisof? Sen cevap ver. Yanılıyor muyum? Umurunda mı onun?”

Denisof hep susuyor, hiç kımıldamıyor; sadece arada bir, parlak siyah gözlerini Rostof’a çeviriyordu.

Yüzbaşı, Rostof’a döndü yeniden ve şöyle devam etti:

“Siz kendi bilmem neyinizi ön planda tutarak özür dilemek istemiyorsunuz. Alaya önem verdiğiniz falan yok! Oysa bizler… Bizim gibi alayda yetişmiş olup da hayata gözlerini -dilerim- yine alayda kapayacak olan yaşlılar için alayın şerefi, sizin aklınızın ucundan geçiremeyeceğiniz kadar büyük önem taşıyor! Bogdaniç de biliyor bunu. Gerçekten de o şeref bizler için ne denli değerlidir, bilseniz yavrucuğum! Hoş bir şey değil böyle inat etmeniz, hiç de hoş bir şey değil! İster gücenin ister gücenmeyin, orası sizin bileceğiniz bir iş ama ben her zaman doğru bildiğimi söylerim. İyi bir şey değil bu yaptığınız, inanın bana, katiyen iyi bir şey değil!”

Süvari Yüzbaşı ayağa kalkmış ve sırtını dönmüştü Rostof’a. Aynı anda Denisof yerinden fırlayarak “Doğru!” diye bağırdı. “Tanrı cezasını versin ki doğru!”

Sonra da Nikolay’a dönerek ekledi:

“Haydi Rostof! Haydi, kabul et şunu!”

Öbür subaylar da ısrar etmeye başlamışlardı. Rostof kızarıp bozarmakta, bir subaydan öbürüne çevirmekteydi bakışlarını. Kekeleyerek dert anlatmaya çalışıyordu:

“Hayır baylar, olamaz… Sanmayın ki ben… Gayet iyi anlıyorum ama benim hakkımda böyle düşünmekte haksızsınız… Ben… Benim için… Bir alayın şerefi uğruna… Konuşmak boşuna olur!.. Davranışlarımla ispatlayacağım ki benim için de sancağın şerefi… Evet evet, uzatmaya gerek yok, suç bende!”

Genç adamın gözlerine yaş dolmuştu.

“Tamam, suçluyum!” diye haykırdı. “Bütün suç bende, diyorum. Daha ne istiyorsunuz?”

Kurmay Süvari Yüzbaşı ona döndü ve kocaman eliyle delikanlının omuzuna vurarak “İşte bunu sevdim kont!” dedi.

Denisof bağırdı:

“Ben sana demedim mi mert çocuktur o!..”

Kurmay Yüzbaşı, genç adamın kontluk unvanını sanki Rostov o itirafı yaptığı için tekrarlıyormuş gibi “Evet, doğrusu buydu Kont!” dedi. “Şimdi artık gidip kumandandan özür dileyebilirsiniz Eksalans.”

Âdeta yalvaran bir sesle konuştu Rostof:

“Bakınız, baylar! İstediğiniz her şeyi yapmaya hazırım. İçinizden hiçbiri benden bir tek şikâyet dahi işitmeyecektir! Ama özür dileyemem! İnanın, elimden gelmez bu… İstediğinizi söyleyebilirsiniz ama gerçek böyle, ne yapayım! Gidip de küçücük bir çocuk gibi nasıl özür dilerim ben? Nasıl, hiç suçum yokken beni bağışlamalarını isterim? Yapamam bunu! Hayır, yapamam…”

Denisof gülmeye başlamıştı.

Kirsten, “Zararı bana değil, size…” dedi. “Bogdaniç kin güder. Korkarım, bu inatçılığınız size pahalıya patlayacak!”

Rostof, çeresizlik içinde ellerini yana açtı.

“Bunun inatçılık olmadığına sizi nasıl inandırabilirim, bilmem ki! Anlatamıyorum.”

Üstelemedi artık Yüzbaşı.

“Eh, artık orasını siz bilirsiniz yavrucuğum.” demekle yetindi.

Sonra Denisof’a dönerek sordu:

“O alçak herif nerede peki?”

Denisof’un öfkesi tazelenmişti. Dişlerinin arasından ıslık gibi çıkan bir sesle “Hasta olduğunu bildirmiş…” dedi. “Yarın izinli sayılacakmış.”

Kurmay Yüzbaşı acı acı gülümseyerek “Gerçekten de bir hastalıktan başka bir şey değil onunki…” dedi. “Başka türlü izah edilemez.”

Denisof yumruklarını sıkmıştı.

“Hastalık mı değil mi orasını bilmem artık!” diye homurdandı. “Ama gözüme görünmesin, yoksa gebertirim onu!”

Tam o sırada Jerkof girdi odaya. Subaylar onun çevresini aldılar. Biri merakla sordu:

“Seni hangi rüzgâr attı buraya?”

Genç subay telaşla “Yarın sefere çıkıyoruz baylar!” dedi. “Mack ve ordusu korkunç bir yenilgiye uğradı!”

“Şaka yapmıyorsun ya?”

“Adamı gözlerimle gördüm!”

“Ne? Mack’in kendisini mi gördün?”

“Sağ salim miydi yani?”

“Ellerinle dokundun mu? Yokladın mı bir güzel?”

“Sefere çıkıyoruz, sefere! Harekât başlıyor! Hadi bu güzel haber için bir şişe votka ikram edin ona!”

“Peki sen nasıl oldu da buraya düştün Jerkof?”

“O Tanrı’nın belası Mack yüzünden alaya geri verdiler! Mack cepheden sağ salim döndü diye kutladığım Avusturyalı General beni şikâyet etmiş, anlıyorsun ya…”

Gözü Rostof’a takılmıştı birden.

“Senin neyin var Rostof?” diye sordu. “Hamamdan çıkmış gibisin?”

Delikanlı kızararak cevap verdi:

“Sorma birader! İki gündür burada işler öylesine arapsaçına dönmüş durumda ki!”

Emir subayı içeri girdi o sırada ve Jerkof’un getirdiği haberin doğru olduğunu bildirdi. Emir vardı: Ertesi gün, harekât başlıyordu.

Bir heyecan dalgalandı havada:

“Sefere çıkıyoruz arkadaşlar, sefere!”

“Aman ne güzel! Küflenip kalacaktık yoksa burada!”

VI

Kutuzof, (Braunau’daki) İnn ve (Linz’deki) Traum ırmakları üzerinde kurulu köprüleri yıkarak Viyana’ya doğru geri çekilmekteydi. 23 Ekim günü Enns Irmağı’nı geçiyordu Rus orduları. Öğleden sonra ırmağın iki yakasına yayılmış olan kent, baştan başa Rus askerleriyle dolmuş bulunmaktaydı.

Ilık ve yağmurlu bir sonbahar günüydü. Köprüyü koruyan Rus bataryalarının durduğu tepenin üzerinden bakıldığında alabildiğine görünen manzara, bazen birdenbire eğri eğri yağmaya başlayan yağmurun tül gibi incecik perdesi altında âdeta silinip kayboluyor; bazen de perde güneş ışınlarının altında açılıverdiğinde ta uzaklara kadar parıldıyordu.

Aşağıda, tepenin altında küçük kent; beyaz evleri, kırmızı damları, kilisesi ve köprüsüyle olduğu gibi görünmekte; köprünün iki ucunda da gelen ve giden Rus birlikleri bir ırmak gibi uzanmaktaydı. Tuna’nın kıvrıldığı yerde gemiler, bir ada ve parkla çevrili bir şato vardı. Parkın iki tarafından Enns Irmağı’nın Tuna’ya dökülen suları akıyor; Tuna’nın çam ormanlarıyla örtülü kayalık sol kıyısının arkasında ta uzaklarda esrarlı yeşil tepeler, maviye çalan dar geçitler fark ediliyordu. Balta girmemiş duygusu uyandıran sık ormanın ortasında yükselen manastırın kuleleriyle ileride, Enns’in karşı yakasında, iyice uzaklarda, tepede, düşman devriyeleri görülmekteydi.

Yükseklerde, topların arasında, artçı kuvvetlerin komutanı olan bir generalle maiyet subayı, ellerinde uzun birer dürbünle araziyi incelemekteydiler. Biraz geride, bir topun kundağı üzerinde, Başkomutan tarafından artçı kuvvetlerin komutanına gönderilmiş olan Nesvitski oturuyordu.

Nesvitski’ye yol arkadaşlığı etmiş olan kazak, küçük bir çanta ile bir matara uzattı ona: Nesvitski, oradaki subaylara Rus böreği ile Alman şarabı ikram ediyordu. Kimi yere diz çökmüş kimi de ıslak otların üzerine bağdaş kurup oturmuş olan subaylar, sevinç içinde etrafını sarmışlardı. Nesvitski şöyle konuşmaktaydı:

“Evet, burada şato yaptıran Avusturyalı Prens hiç de budala değilmiş doğrusu! Güzel bir yer…”

Subaylardan birine sordu: “Siz neden yemiyorsunuz?”

Subay, böyle genel karargâhtan gelmiş önemli bir kişiyle konuşmaktan memnun olarak “İçtenlikle teşekkür ederim Prens…” diye karşılık verdi. “Gerçekten de çok güzel bir yer! Tam parkın önünden geçerken iki geyik gördük… Ayrıca şato da pek görkemli…”

Aslında uzanıp bir börek daha alabilmek için can atan ama utandığı için sözüm ona etrafı seyretmeye dalmış olan bir başka subay, eliyle karşıyı işaret ederek “Bakın Prensim, bakın…” dedi. “Bizim piyadeler oraya vardılar bile! Bilmem fark edebiliyor musunuz? Ta orada, köyün arkasındaki düzlükte, üç kişi bir şey sürüklüyorlar…”

Sonra o üç askerin yaptığını hoş gördüğünü belirten bir gülümseyişle ekledi: “Şatoyu soyacaklar neredeyse!”

Nesvitski de gülerek “Öyle öyle…” dedi. “Soyacaklar gerçekten!”

Sonra ağzındaki böreği rahatça çiğneyerek devam etti:

“Ama ben ne isterdim, biliyor musunuz? Taaa oraya tırmanmak!”

Tepede görünen kuleli manastırı işaret ediyordu gülümseyerek. Gözlerini kısmıştı:

“Ne hoş olurdu değil mi baylar?” diye sordu.

Subaylar gülüştüler.

“Hiç olmazsa o rahipleri korkuturdum! Dendiğine göre orada genç İtalyan kızları varmış… Gözünüzün önüne geliyor mu? Ben bu işe hiç çekinmeden ömrümün beş yılını feda ederdim!”

Subaylar arasında en cesaretlisi gülerek “Canları da kim bilir nasıl sıkılıyordur!” dedi.

Bu arada, önde duran maiyet subayı General’e bir şeyler göstermekte; General de dürbünle, gösterilen noktaya bakmaktaydı.

Çok geçmeden General dürbünü indirip omuzlarını silktikten sonra öfkeli bir sesle söylendi:

“Dediğim gibi oluyor işte, bakın! Tam olarak dediğim gibi… Bizimkiler ırmağı geçerken karşı taraf onları dövmeye başlayacak! Ne diye orada oyalanıp duruyorlar sanki?”

Irmağın öbür kıyısında mevzilenmiş olan düşman kuvvetleri ile bataryası, dürbünsüz de görülebilmekteydi. Bataryadan, süt beyazı bir duman yükseldi birdenbire. Dumanın yükselişini, uzaklardan gelen bir top sesi izledi. Aynı anda da ırmağı geçmekte olan Rus kıtalarının acele ettikleri fark edildi.

Oflaya puflaya doğrulup kalktı Nesvitski. Ağır adımlarla General’e yaklaştı gülümseyerek ve sordu:

“Bir şeyler yemek istemez miydiniz?”

Ona cevap vermeksizin kendi kendine söylendi General:

“İşler kötü! Geç kaldı bizimkiler…”

Nesvitski, “Derhâl oraya gitmemi emreder miydiniz Ekselans?” dedi.

General, daha önce etraflı bir şekilde verilmiş olan emri çabuk çabuk tekrarlamaya başlamıştı:

“Evet evet, rica ederim gidin ve söyleyin o süvarilere: En son olarak kendileri geçsinler, geçer geçmez de köprüyü emrettiğim gibi ateşe versinler. Köprüdeyken, ateşleme malzemesini yeniden gözden geçirmeyi ihmal etmesinler tabii!”

Nesvitski, selam vererek:

“Peki, efendim.” dedi.

Atını tutmuş bekleyen kazağa seslendi: Küçük çantayla matarayı kaldırmasını emretti. Sonra da ağır vücudunu çevik bir hareketle atın üzerinden aşırarak eyere yerleşti. Kendisine gülümseyerek bakan subaylara döndü, hareket etmeden önce “O rahiplere uğrayacağım!” dedi gülümseyerek.

Sonra önündeki patikadan yokuş aşağı inmeye başladı.

Topçu subayına seslendi General:

“Haydi bakalım! Güllelerinizi deneyin, nereye kadar gidebiliyorlar acaba? Hem böylelikle siz de can sıkıntısından kurtulmuş olursunuz biraz!”

Subayın sesi çınlattı ortalığı:

“Topçular, silah başına!”

Çok geçmeden de çoban ateşlerinin başından ayrılan topçular, sevinç içinde koşup gelmiş ve topu doldurmaya başlamışlardı. Hemen ardından subayın ikinci komutu yükseldi:

“Birinci top, ateş!”

Birinci top şiddetle geri tepti. Kulakları çınlatan madenî bir gürültü oldu. Gülle, tepenin altındaki Rusların başları üzerinden ıslık çalarak uçup düşmana varmadan çok daha gerilerde patlamıştı. Düştüğü yerde beyaz bir duman yükseliyordu şimdi…

Top sesi üzerine erlerin de subayların da yüzünde neşeli bir ifade belirmişti. Herkes yerinden fırlamış aşağıda, Rus ordusuyla yaklaşan düşman ordusunun hareketlerini izlemeye başlamıştı. O sırada güneş de bulutların arasından sıyrılmış olduğu için her şey pırıl pırıl görünmekteydi. Top ateşinin gümbürtüsü ile güneşin parlak ışınları el ele vermiş, insanlara canlılık aşılıyordu şimdi.

VII

Köprünün üzerinden iki düşman güllesi geçmişti bile. Her yanda itişip kakışmalar başlamıştı. Atından inmiş olan Prens Nesvitski, orta yerde, şişman vücudu parmaklığa âdeta yapışmış bir hâlde durmakta; gülerek başını çevirip birkaç adım geride atların dizginlerini tutan kazak üzerine bakmaktaydı… Prens biraz ilerlemeye görsün, erlerle arabalar hemen üzerine çullanıp onu yine parmaklığa doğru gerileterek sıkıştırıyorlardı. Bu durumda işi şakaya vurup gülmekten başka yapacak şey kalmıyordu. kazak, birdenbire “Kardeşim, ne biçim adamsın sen!” diye bağırdı.

Tekerleklerin ve atların yanına toplanmış olan piyadelerin üzerine arabasını sürmeye kalkan bir konvoy erine sesleniyordu. Var gücüyle devam etti bağırmaya:

“Ne biçim adamsın be birader! Biraz beklesen ölür müsün yani? Görmüyor musun, General geçecek!”

Ama nakliye eri, General’in sözüne de aldırmaksızın yolunu tıkayan erlere bağırmaktaydı:

“Hey! Hemşehrim! Şöyle çekilsene! Hemşehriler! Sola kayıverin, ne olur! Vardaaaa!”

Gelgelelim “hemşehriler” omuz omuza sımsıkı durmakta ve süngüleri birbirine takıla takıla, hiç ara vermeksizin köprünün üzerinden tek bir kitle hâlinde ilerlemekteydiler.

Prens Nesvitski, parmaklıklardan aşağı baktığı zaman; Enns’in pek de taşkın sayılamayacak, gürültülü, hızlı akan, birbirine karışarak yer yer kırılan, köprünün ayakları dibinde halkalar yaparak birbiriyle yarış eden dalgalarını görüyordu. Köprüye baktığında ise tıpkı o dalgalara benzeyen tekdüze, canlı er dalgaları çarpıyordu gözüne: kasketler, kılıflı tulgalar, sırtta çantalar, süngüler, uzun tüfekler, erlerin miğferleri altından görünen elmacık kemikleri, yanakları içeri çökük, kayıtsız ve bezgin bir ifade taşıyan çehreler, köprünün tahtalarını kaplayan yapışkan çamurun üzerinde hareket eden ayaklar… Bütün hepsi akıp gidiyordu. Bazen bu tekdüze er dalgalarının içinden, tıpkı Enns’in dalgaları arasında tek tük beliren beyaz bir köpük gibi sırtına yağmurluk geçirmiş olan ve yüzü de erlerin yüzlerine hiç benzemeyen bir subay meydana çıkmakta; arada bir, ırmağın sularında döne döne sürüklenen bir tahta parçası gibi köprünün üzerindeki piyade dalgalarının arasında yaya olarak giden bir süvari, bir arabacı ya da kentli biri görünmekte; bazen de ırmakta dört bir yanı sularla çevrili olarak sürüklenen bir kütük gibi tepeleme yüklenmiş, üstü derilerle örtülü bir bölük furgonu ya da bir subay arabası geçip gitmekteydi.

Durmuştu kazak. Umutsuz bir ifadeyle “Şuraya bakın!” dedi. “Sanki bir bent yıkılmış!”

Önünden akan insan seline sordu gelişigüzel:

“Daha çok insan var mı orada?”

Hemen yanı başından geçmekte olan, kaputu yırtık ama yine de neşesini yitirmemiş bir er, göz kırparak “Bir milyondan bir eksik!” dedi ve kalabalığa karışıp kayboldu.

Hemen yaşlı bir er aldı onun yerini. Ve yaşlı er, somurtarak yanındaki arkadaşına genel durum hakkındaki fikrini açıkladı:

“Hele o (“O” dediği, düşmandı.) şimdi köprüyü bir ateşe tutsun da gör bak, başını kaşıyacak vakit bulabiliyor musun!”

Yaşlı er de gelip geçti böylece. Onun arkasından bir başka er, arabayla geliyordu. Bir üçüncü er de onun ardından koşmakta, arabanın arka tarafını araştırarak sormaktaydı:

“Nereye soktun ayağıma sardığım o çaputları?”

İşte böylece o arabalı er de gelip geçti. Onun arkasındansa içkili oldukları her hâllerinden belli erler geliyordu neşe içinde. Aralarından biri kaputunun yakasını yukarıya kaldırmıştı ve sevinçle elini kolunu sallayarak şöyle diyordu:

“Dipçiği kaldırdığı gibi suratının orta yerine öyle bir indirdi ki deme gitsin!”

Bir başka er, kahkahalarla gülerek “Ne sandındı ya?” diye karşılık veriyordu. “Domuz salamı dediğin işte böyle olur!”

Nesvitski dipçiğin kimin suratına indirildiğini ve domuz salamından neyin kastedildiğini anlayamadan onlar da geçip gittiler.

Bir onbaşı öfkeyle söyleniyordu:

“Amma da acele ediyorlar! Varıp baksan, onlar mermiyi boşa attıklarını düşünüyorlardır! Bunlarsa bizi toptan kırıp geçireceklerini sanarak kaçışmaktalar…”

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Rahip Sylvestre, Domostroi’da, Asyavari törelerin hüküm sürdüğü XVI. yüzyıl Rusya’sının bir tablosunu çizer. Orada; malikâneleri kapatılmış ve boyunduruk altındaki kadınlarını, çocuklarını ve kölelerini sopayla eğiten aile babalarını, ince uzun kayışları ve demirden ya da tahtadan yapılmış bir başka araçları görürüz. Saltitçika, 1771’de Moskova’da çok garip bir şekilde, Vali Saltikof tarafından bastırılmış olan halk ayaklanmasının adıdır.

2

Çift ad örnekleri: Kuzmin-Karayef, Golonisçev-Kutuzof, Muravief-Karski vb.

3

Rostopçin’in Moskova’nın batısındaki malikânesi.

4

Bu eserin birinci bölümünün ve Schöngraben Savaşı’nın tasvirinin yayımlanmasından sonra, Nikolas Muravief-Karski’nin bu tasvir konusundaki görüşü bana aktarıldı ve onun söyledikleri, inancımı daha da pekiştirdi. Bir Başkomutan olan N. N. Muravief, kişisel tecrübelerinin, bir savaş boyunca Başkomutanın emirlerini olduğu gibi uygulamanın imkânsız olduğuna kendini inandırmış olduğunu söylüyordu.

5

bannerbanner