Читать книгу Güneşi Tutan Çocuk (Sultan Raev) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Güneşi Tutan Çocuk
Güneşi Tutan Çocuk
Оценить:

5

Полная версия:

Güneşi Tutan Çocuk

Oğullar babalarının canı gözlerindeymişçesine tüm umutlarını işte o solmuş gözlere bağladılar. Şimdi babaları gözlerini açıp oğullarına bakarak “Siz hâlâ burada mısınız?” diye soracak, çocuklarını azarlayacaktı. Bunu bekliyorlardı. Babalarının tok sesini ne kadar duymak istedikleri, rengi solmuş yüzlerinden belliydi.

Hayatında yaptığı tüm işleri çocuklarına bağışlayan Reis’in düşünceleri şimdi de oğulları ile ilgiliydi.

“Bundan sonra size kim direk, kim destek olacak!” Başka hiç kimsenin işitemediği bu cümleler bir müddet aklında yer edindi…

İnatçıydı. Canını vermemek için var gücüyle direniyor, tık tık diye arka arkaya avucundan dökülüp giden son dakikalarını uzatmak, kayalarda yetişen hayatın kırmızı çiçeğini son bir kez koklamak istiyordu. Babalarının bu kadar hayatta kalmak istediğini, bunu çok arzuladığını yanı başında oturan çocukları keşke hissedebilselerdi!

Çocukları şimdi ne düşünüyorlardı acaba? Ebedî uykuya dalmadan önce bunu bilmek istedi. Dünyası daralmış oğullarının derelere su misali akıp giden düşüncelerinde sadece hüzünlü bir şey vardı: “Allah’ım madem alacaksın, babamıza niye bu kadar işkence ettin? Alacaksan çabuk al!”

Oğulları hastanın son arzusunu bekliyorlardı. Bir haftadır “Babacığım!” diye bağırmaya, biriken gözyaşlarını kova kova döküvermeye hazırdılar. Basıt Reis dakikalarını ne kadar uzatmak isterse istesin, oğullar hastanın son anlarının hemen o an bitmesine çoktan razıydı.

Ölen insanın acısı kendinedir, öyle değil mi?

Çocuklarının bu kötü düşüncesini ona iletecek kimse var mı şimdi? Dedikoducular olsaydı şu an aramızda. İşte o vakit yataktan kalkamayan bu yarı canlı hasta yalan dünyanın kilidini de kırar ve:

–Ömrüm boyunca hep sizin için didindim durdum. Şimdi ise sizin yaptığınız bu mu? Söyleyin bana bu mu? Sizin için ben değil para önemliymiş meğer. Nasıl böyle yapabilirsiniz ha? Söyleyin! Söyleyin bana! Evet, dinliyorum. Söyleyin şimdi. Şunu unutmayın; isterseniz ölün benim umurumda bile değil artık. Canıma acımadım. Sizin için başkalarından üstün yaşasın, başkalarına muhtaç olmasınlar diye çalışmıştım. Şunlara bak! Öbür dünyaya canım acıyarak gidiyorum, sizin dileğiniz bu muydu şimdi? Hepinizi okuttum, büyüttüm, sonunda kıçınız için sıcacık yer buldum, şimdi söyleyeceğiniz bu mu? Buymuş demek! Of benim bahtsız hayatım!” diye canlanıverirdi belki de.

Fakat ne bunları bağıra bağıra söyleyebilecek birisi ne de hastanın kalbinden geçirdiklerini işitecek veya fark edecek birileri vardı ortalıkta…

Basıt’ın son dakikaları devam ediyordu…

Basıt Reis her şeyden önce ölümüyle yüzleşmek istedi. Ecel neydi? Şu karanlık gece miydi? Belli belirsiz çıkan bu fısıltılar mıydı? Nerede görünürse görünsün bir çaresini bulur, vurgun gelirse onun pençesinden kurtulurdu belki de. Bunu yapabilse zafer onun tarafında olurdu. Peki ölüm dediğin nasıl bir şeydi? Korkunç bir yaratık mı? İnsanlara mı benziyor? Hiç bilmiyordu ki. Onunla ilgili hiç kimseden hiçbir şey duymamıştı. Gözleri bulanık görüyor, vücudunu kör bir bıçakla kesiyorlarmışçasına inlediğinde başkalarından farklı yaratılmadığını, bu bedenin de başka insanlara benzediğini şimdi anlıyordu. Anlaşılan bugüne kadar gökyüzüne uçmuş zavallı insanlardan üstün olduğunu düşünmüştü. Ya şimdi! Onun hâline kim acıyacaktı? Kahrolası ecel denilen çirkin varlık onun gözüne görünecekse çabucak görünüp alıp götürsündü artık! İnsanları neden önemsemiyor? Niçin gecikiyor? Vakit daha erken mi? Belki de Kırgız çadırının güneşliğinden dökülen bir nur misali vücudu canlanarak durumu düzelir. Keşke öyle olsaydı. Ah, nerede o günler?..

Basıt Reis’in ölümü kolay olmadı…

Her şeyin hesabı sorulur. O sorgu Basıt’ın başına da gelecekti. Çünkü ölüm döşeğinde olsa bile içini kemiren bir sürü yanlış işi vardı. Canı hamur gibi yoğurulmadan, bunca günahın hesabını vermeden kolay kolay ölmesine izin verilmeyecekti!..

Bu yalan dünyada yaptığın iyilikler ve kötülükler! Hangisi çok? Önce bu sorulara cevap versin. Bunca yaptığı şeyin bir açıklaması var mı? İmanı bu yükü kaldırabilir mi? Yoksa çürümüş bir ağaç misali yere mi yığılacak? Her şeyi ortaya koysun, her şeyi anlatsın… Rüya misali bulanık görünen sonsuzluğun kıl kalınlığındaki ipinden dümdüz yürüyebilecek mi? Cesedi burada kalacak ama canı kuş olup uçup gidecek. Hangi melek onu nereye götürecek acaba? Bu yumruk kadar can nereye gidecek? Cennete mi cehenneme mi? Terazi! Her şey terazide belli olacak. Arkasında nasıl bir iz bıraktı? Nasıl yaşadı? İyi mi kötü mü? Nerede yanlış yaptı? Her şeyden önce bunları düşünsün…

Üstüne örtülen yumuşacık kadife yorgan ağırlaşmıştı. Onun içinde yatan bir diri değildi. Yarı canlı bu bedenin gözüne rüyaya benzeyen başı sonu olmayan şeyler görünmeye başladı.

Her gün doktorun büyük damarlarına vurduğu iğne canını acıtarak keyfini kaçırıyordu. Bir haftadan beri durumu iyice kötüleşmişti. Bu yaşına kadar başı yastığa değmemişti hasta olarak. Yatağa düştüğünün ertesi günü kalkacağını düşünmüştü. Fakat günler geçtikçe yataktan kolay kolay kalkamayacağını anladı.

Gitmediği yer, tadına bakmadığı ilaç kalmadı. Elindeki tüm imkânları seferber etti. Basıt’ın derdi içindeydi. Hastalığını başka hiç kimse bilmiyormuş gibi davranırdı. Hem kendi bilseydi iyileşmek için ne yapacaktı sanki? Hangi ilacı kullanacaktı? Bu sıkıntılı düşünce onu bunaltıyor, gün geçtikçe hâlden düşürüyor, insanları uğraştırmakta olan canını yoruyordu. İştahı yoktu, yağlı vücudu yanıyordu ve yanakları çökmüştü. Vücuduna kene misali yapışıp kalan bu hastalıktan kolay kolay kurtulamayacağını, sonunda başına bir bela geleceğini hissetmişti. Bu yüzden olsa gerek, hâlsiz vücudunu sararak üşüten soğuk düşünceler onu titretti. Bu kahrolası düşünceler ecelle ilgiliydi. Önce bunu düşünmekten bile korktu. Ecel denilen felaket gerçekten var mıydı? Belki de halkın uydurduğu bir şeydi. Belki de önemi olmayan bir sözdü! Bir yandan inanıyor, bir yandan inanmıyordu. Eceli çok uzaklarda yaşayan bir bela, ansızın başına asla gelmeyecek bir şey olarak düşünmüştü. Gerçekten ölümü hiç düşünmüş müydü? Ya böyle ansızın ölüp gideceğini hiç düşünmüş müydü? Şimdi bunların hangi birine aklı yetsin? Allah kahretmez mi? Böyle sapasağlam durup dururken bir gün gözünü ebediyen kapatarak giderse kimin canı acımaz, kimin içi yanmaz?

Ecel dediğin laftan sözden anlamayan, taş kalpli, gözyaşını seven acımasız, soğuk bir şey miydi? Ölüm ile hayatın tam ortasında bulunan Basıt’ın canını tıpkı kum gibi dökülen bu düşünceler iyice yaktı. İşte, artık kirpikleri aşağıya çekiliyor, öbür dünyaya gideceği vakit yaklaşıyordu. Hayır, hayır!..

Son günlerde beynini kaplayan bir örümcek ağını andıran bu düşüncelerden irkilerek uyandı ve cansız elleriyle yattığı yatağa dokundu. Demirin soğukluğunu hissetti. Derinlerden gelen kalbinin cansız atışını duydu. Son beş altı gün içerisinde suyun altına dalmış eziyetli düşüncelere yeniden kapıldı. Ciğerlerinde sanki rüzgâr esiyordu. İnlemesi artacak, hareketsiz yatan bedenine karışan düşünceleri ağırlaştıkça ağırlaşacaktı. Yorganın dışında kalan kafasını çeviremiyor, alnından soğuk soğuk ter süzülüyordu. İşte bu sırada birkaç günden beri onu rahatsız eden, düşünmekten bile korktuğu ölüm aklına geldi, sonunda gideceği yeri düşündü. Ne zamandır bu düşüncelerden kaçıyordu. Ecel ile ölüm kavramlarının sadece etimolojik anlamlarının aynı olduğunu, ecelin bir çaresinin bulunabileceğini, ikisinin iki farklı kelime olduğunu, bunların bir araya gelmeyen iki ayrı çizgi olduğunu düşünmüştü. Ölüm kelimesini söylemekten korkuyor, âdeta tir tir titriyordu. Onun korktuğu şuydu: Gerçekten de hayat mumu sönecek, gündüzlerinin yerini karanlık geceler mi alacaktı? Dar ve karanlık bir mezar açıp onu toprağın içine mi atacaklardı? “Allah’ım beni koru, gerçekten varsan biçare bedenimi koru! Yaptığın her şey sadece sana bağlı, biliyorum kutsal varlığım! Bedenime verdiğin bu hayat yalan. Bize verdiğin ölüm gerçektir. Şimdi bana merhamet et, bana acı, şefkat göster. Er ya da geç nasıl verdiysen öyle alacaksın canımı. Son isteğim; bu seferlik bırak, ne olursun biraz daha yaşayayım. Suçum yoksa ne olursun bedenime çektirdiğin azabı geri al. Tek isteğim şu acılardan kurtar beni! Kurtar beni ne olur!.. Bu seferlik…”

Basıt’ın tüm bedenini bir müddet bu ricaları kuşattı. Allah’ın adını kolay kolay anmayan koca Reis, eceli gözüne göründüğünde korktuğundan söyledi bu sözleri. Dünyada ebedîlik arıyordu! Dünyada olmayan bir şeyi… Korktuğu şeyler giderek ona doğru yaklaşıyordu.

Son günlerini gece gündüz rüya görerek geçirir olmuştu…

Daha dün düzgün nefes alıyordu, canlıydı. Vakti daraldığında böyle anlamsız rüyalar göreceği aklına bile gelmemişti. O rüyayı gördükten sonra ruhu sıkışmış, kılıçla yaralanmış gibi hissetti.

Allah kimseye göstermesin, bu kadar değerli bir adamın son dakikalarında ağzından çıkan son sözü “Affedin!” olmuştu.

Ondan sonra konuşmasının kesildiğini söylediler. Babasının yanından ayrılmayan, onu kurtarmaya çalışan “Ansızın ölüp gitse babamızın hâli nice olur?” diye ona acıyan oğulları bu sözü dün akşam işitmişler ve anlam verememişlerdi. Babalarının milletten af dileyecek kadar ne suçu vardı ki? Herkese, gencine de yaşlısına da eşit bakmıyor muydu sevgili babamız? Halk onun ismini hâlâ ağzından düşürmüyordu. Değer ve saygının başköşesinde bulunan biri değil miydi o? Hâlden düşerek abuk sabuk şeyler söyleyip sayıklamaya başladı galiba. Canı çıkıp gidiyor muydu yoksa? “Babamız kimden af diliyor?” sorusu Basıt’ın yanı başında duran oğullarının aklına yerleşti. Sayıklamak böyle mi olur? Çürümüş bir elma kabuğuna benzeyen dudakları bir başka, bazen kesik kesik ses çıkararak mırıldanıyordu…

Bugün Basıt Reis rüyasında geçen yıllarda yaşadığı bir olayı görmüştü…

O dönem işleri yolundaydı, bütün bir kolhoz onun ağzına bakıyordu. Bin hanelik köy halkı Basıt Reis’in gözbebeği ile beraber dönüyor, sözünden çıkmıyordu. Böylesi parlak günleri de olmuştu. Temsil ettiği kolhoz birinci sırayı kimseye vermiyor, zafer onun oluyordu. Bu adamın heybetini işte o günlerde görseydik keşke. Gören vallahi çok şaşırırdı. Ensesinde büklümler oluşmuş, nar kırmızısı yanakları ile bastığı yeri yakabilecek kadar cesaretli, kudretli bir adamdı. Halk arasında gözlerinin içine bakabilecek cesur kimse çıkamazdı. Ellerini önlerinde bağlayarak ağızlarından: “Tamam başkanım, olur başkanım!” demekten başka söz çıkmazdı bu bölgenin insanlarından. Çok heybetli günler geçirmişti. Hasta yatağında bunları hatırladıkça fersiz gözlerinde olmayan yaşla ağlamak istiyordu…

Birbiri ardına devam eden, kesik kesik başı sonu olmayan rüyalarının birinde de yüzü tanıdık gelen birini görmüştü ve tüm vücudu buz tutmuşçasına titremişti. Allah vermesin… Yüzü hiç değişmemiş, bakışları bıçak gibi keskin, gözleri tıpkı kedi gözleri, karanlıkta alev alev yanardı. “Bu o, o!” diye rüyasında gördüğü adamı hemen tanıdı. Doğru, doğru gerçekten de o idi. Basıt bu adamı tanıyordu. Bu adam, yatağa düştüğünden beri Basıt Reis’i Azrail gibi arkasından takip ediyor, gölgesini dahi bırakmıyordu. Olsa olsa Reis’i korkutan ecel denilen felaketi de bu kahrolası kedi bakışlı adam getirmiştir. Bu kötülüğü ancak bu adam yapabilir, sadece bunun elinden gelir. Basıt niçin bu adamın bakışlarını hatırlamıştı? Bunun sebebi ne olabilir?

İnsan rüyasında her şeyi görebilir. Hayır, bu rastgele bir rüya değildi. Basıt’ın karşısında duran bu adam sıradan biri değildi. Ömrü boyunca ona kötülük dileyen, onu çekemeyen, niyeti bozuk biriydi bu adam. “Girme rüyama! Görünme gözlerime! Defol, defol git! Cennete gitmek için uğraşıyorum, defol!..”

Rüyası yine ip misali uzadı gitti. Başı sonu anlamsız, kolay kolay insanın aklına gelmeyecek silüetler göründü. Gözleri şu an açık mı, kapalı mı belli değil. Peki, neredeydi şimdi? Yaşıyor mu yoksa öldü mü? Nerede bulunduğunu anlayamıyor, uçsuz bucaksız düşüncelerin dibinde geziyordu. Rüyası kesildi, sonra onu sanki biri bağlamışçasına yeniden devam etmeye başladı. Biraz evvelki adam da oradaydı. Bu kedi bakışlı iyi bir iş yapıyormuş gibi dikilmişti karşısına. Eski mezarlığın yanında geziyormuş. Görünüşü, şekli şemali hiç değişmemiş, gözlerinin ışıltısı hâlâ sönmemiş. Basıt onu gördü ve yakasını tuttu. O kadar korkuyordu ki kalbi göğsünü yarıp çıkacak sandı. Kedi bakışlının elinde bir kürek vardı, bir mezar yeri kazıyordu. Önce birbirlerine bakıp öylece kaldılar.

Sessizliği Basıt bozdu:

–Kimin için kazıyorsun? Kim ölmüş?

–Kimin için, diye cevap verdi beyaz kefene sarılı adam.

–Kendim için…

–Kendin için mi dedin? Çok şaşırmıştı Basıt. “Seni toprağa vereli çok olmadı mı? Neredeyse on yıl oluyor.”

–Birilerinin kazdığı mezar cesedimi almadı.” Küreğini yere vurdu. “Ellerimle kendi mezarımı kazarak yerimi değiştiriyorum. Yoksa rahat edemem. Burada insanlara huzur lazım. Huzur bulmak için geliyoruz huzursuz yalan dünyadan. Seni toprak kabul etmezse huzur dediğin şeyin ne önemi kalır? Ne anlamı var? Söylesene.” Basıt’a sordu: “Günahların var mı senin de ha?”, “Söyle!”.

–Benim mi? Basıt korktu.

–Hayır…

Kedi bakışlı sertçe bağırdı.

–Yalan söyleme! Sadece çok suç işleyenler kendilerini böyle savunurlar. Anladın mı?

– Sesini yükseltmeden konuş benimle, bağırma! Benim kim olduğumu biliyor musun? Ben kimim ha?

–Burada insanların kimliği kimseyi ilgilendirmez.

–Nerede?

Basıt ateşin üzerine basmış gibi irkilmişti.

–Burası neresi?

–Burası mı? Kötü kötü baktı beriki:

–Burası insanlar arasında ayrımın olmadığı bir yer. İyisi de kötüsü de suçlusu da suçsuzu da var burada.

Tam bu sırada rüya tekrar kesildi. “Öldüm mü ben? Neredeyim? Bana nerede olduğumu kim söyleyecek? Söyleyin bana? Söyleyin!”

Basıt son nefeslerini alıp verirken bu sorularla uğraşıyordu. Nerede olduğunu öğrenmek için bir yol buldu. Parmaklarını yavaş yavaş hareket ettirerek yattığı yatağın soğuk demirlerine dokundurdu. İşte şimdi öğrenecekti nerede olduğunu. Parmakları demire değdi ve bir soğukluk hissetti. Kalbi hâlâ atıyordu. Canı kolay kolay çıkmayacağa benziyordu. Deminki kâbusun ipleri yine bağlandı. Rüyası kaldığı yerden devam etti.

Beyaz kefene bürünmüş adam eski yerinden henüz ayrılmamıştı.

–Sen niçin benim yüzüme bakamıyorsun ha?

Beyaz kefenli Basıt’a baktı.

–Seni bir yerden gözüm ısırıyor. Bir yerde gördüm seni sanki…

–Beni mi?

Basıt çok şaşırmıştı.

–Bense seni ilk defa görüyorum.

Basıt “Seni tanıyorum!” sözünden çok korkmuştu. Onun kim olduğunu öğrenirse ne yapacaktı? Anlayacak olursa beriki Reis’i rahat bırakmaz, yapışır kalır, buradan da göndermeyebilirdi. Her şeyin bittiği an olurdu. Eli yatağının demirini kavradığı sürece sıkıntı yoktu.

–Yalan söyleme. Seni de toprak kabul etmez sonra. Yalan söyleme. Burada doğruyu söyle. Tanıyorsun beni, tanıyorsun, diye vurgulu bir tonla konuştu o adam.

–Tanıyorsun! Günahkârlar yalan söyleyerek günahlarını çoğaltırlar. Senin günahın çok galiba. İşte sen ve benzerlerin toprağı daraltıyor. Günahlarının hepsi toprağa sığacak mı peki?

–Suçum varsa insanlar affeder. Buraya günahkârlar gelir mi hiç? Buraya biz temiz geliyoruz. İnsanlar her şeyi affederler…

–Tamam, halk affeder affetmesine ama ya toprak? Toprak affeder mi?

–Toprak mı? Toprak…

Basıt’ın ağzından kelimeler dökülüverdi, gözleri fal taşı gibi açıldı. Gözüne abuk sabuk şeyler görünmeye başladı.

Rüyası yine kesildi.

Bunun sebebi yanında oturanlardan birinin ıslak beyaz bir mendille yanağını silmesiydi.

–Karanlık, dedi Basıt. “Niye bu kadar karanlık?”

Basıt’ın kısık sesini işiten oğulları, “Baba, ışığı açalım mı?” diye sordular.

Akşam olmadan odanın ışıkları yandı.

–Karanlık, karanlık… Basıt’ın ağzı tekrar kurumuştu. Rüyasının devamı gelmemişti.

“Sen işte o adamsın, dedi deminki adam. Ben seni tanıyorum. Allah’ın hakkı, tanıdım.” Kurumuş dudakları cansızca kımıldayarak belli belirsiz bu sözü söyledi.

Bütün gün babasının yanından hiç çıkamayıp yorulan oğulları Basıt’ın cansız sesini işiterek sayıklamalarını hayra yormadılar. Büyük oğlu Basıt’ın ellerini ovarken nabzını ölçmek istedi, nabzı belli belirsiz atıyordu. Hastanın alnını okşadı. Bu sırada Basıt’ın çorak topraklardaki oyuklara benzeyen dudakları usulca kımıldadı. Ta derinlerden çıkan belirsiz ses, ağzından çıkan nefes anlaşılır bir cümle kurmuştu: “Sen deminki adamsın, deminki. Ben seni tanıyorum. Allah hakkı…”

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Kolhoz: Sovyet ekonomik sisteminde devlet çiftliklerine verilen isim. Kolhozlar kooperatif çiftliklerine benzer bir yapıdadır. Çev.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

bannerbanner