
Полная версия:
Çöküş
Güney Amerika’nın en ünlü üç uygarlığı da yani İnkalar, Mayalar ve Aztekler- Avrupa, Ortadoğu ve Asya’nın atacıl kültürleriyle çarpıcı benzerlikler taşıyordu. Örneğin bu tespit, ulaştıkları yüksek teknolojinin gelişme seviyesi için geçerli. Mayalar, günümüzde Meksika, Honduras ve Guatemala’nın bulunduğu toprakların büyük bölümüne yayılmıştı. MS 1. binyılın ilk yüzyıllarında kurularak üçlü arasında ilk gelişen uygarlık oldular. Çoğu açıdan da en gelişmişleriydiler. Karmaşık bir hiyeroglif yazı tipi, ileri seviyede matematik ve astronomi, günümüzde dünyanın çoğunda kullanılan Miladi (Gregoryan) takvimden çok daha isabetli bir takvim geliştirmişlerdi. Sıfır rakamını ilk onlar keşfetmiş, sanatçıları ve duvar ustaları belki de Antik Yunan hariç diğer antik medeniyetlerle yarışan eserler vermişti. Pamuktan dokunmuş kıyafetler giyiyor ve narince işlenmiş mücevherler takıyorlardı. Bu sırada İnkalar -ki Mayalardan yaklaşık bin yıl sonra ortaya çıkmışlardı- yollar ve asma köprüler yapıyor, devasa taş blokları yontarak büyük tapınaklar, kaleler ve saraylar inşa ediyordu. Mısırlılar gibi büyük piramitleri ve şık anıt mezarları vardı.
Bu insanlar örgütlenme ve yönetim konusunda da Sahra-Asyalılar gibi çok yetenekliydiler. Örneğin Aztek kenti Tenochtitlan (günümüzdeki Meksiko) yirmi “ilçeye” ayrılmıştı. Her birinin kendi din adamları, okulları, tapınakları ve seçilmiş memurları vardı. Her “ilçenin” üç başmemuru bulunuyor ve altmışı biraraya gelip devlet şürasını oluşturuyordu. Şüra, dört üyesini şehrin başmemurları olarak seçiyor, her başmemur kentin bir çeyreğini temsil ediyordu. Aynı zamanda krala ya da Azteklerin deyişiyle “baş insana” danışmanlık yapıyorlardı. İnkaların çağdaşı olan Azteklerin çok gelişmiş bir eğitim sistemi de vardı. Çocuklara okullarda çiftçilik, savaş, tarih ve din dersleri veriliyordu. Özel okullardaysa hem kız hem erkek çocukları din bilgini olmak için yetiştiriliyordu. Benzer bir şekilde, İnkalar da devasa imparatorluklarını dört parçaya ayırarak her birini ayrıca eyaletlere bölmüştü. Her eyaletin kendi başkenti vardı ve eyaletler iki ya da üç “sancağa” taksim ediliyordu.
Ancak aynen Sahra-Asyalılarda olduğu gibi bu yaratıcılık ve işlevsel zekâ aynı zamanda oldukça karanlık bir başka yanla dengelenmişe benziyor. Bu yenilikleri mümkün kılan ruhsal dünya aynı zamanda savaşa, toplumsal tabakalaşmaya ve (daha kısıtlı ölçüde de olsa) ataerkilliğe yol açmıştı. “Eski Dünya”nın atacıl insanları gibi bu uygarlıklar da iktidar ve servet tutkusuyla yanıp tutuşuyordu ve -bunun bir sonucu olarak- aynı imparatorluk kurma içgüdüsüne sahiptiler. Aztek İmparatorluğu beş, İnka İmparatorluğu ise yedi milyondan fazla insanı fethetmişti. İnkaların toprakları kuzeyden güneye 3218 km boyunca uzanıyordu. İlk Mayalar savaşçı gibi gözükmese de MS 900’e gelindiğinde birçok küçük krallığa bölünmüşlerdi. Surlarla çevrili kale şehirler etrafında merkezileşen bu krallıklar sürekli birbirleriyle savaşıyordu.
Bu sırada Aztek kültürü o kadar yüksek bir vahşet ve zalimlik seviyesine ulaşmıştı ki onları fetheden İspanyol askerler bile (ki onların da kesinlikle melek olduğu söylenemez) yaptıkları karşısında şaşkına dönmüştü. Ova Yerlileri gibi Aztekler de nadiren uzun süren meydan muharebeleri düzenliyor ve savaşları çoğunlukla ölümle sonuçlanmıyordu. Savaşmaktaki asıl amaçları kurban etmek için mümkün olduğu kadar çok insan toplamaktı. 260 günden oluşan Aztek yılında her biri bir tanrıya adanmış birçok dini festival vardı. Çoğu festivalde aynı anda binlerce insan kurban ediliyordu. Amaç tanrıların güç ve enerjiye olan büyük iştahlarını doyurmaktı. Örneğin bir keresinde Aztek askerleri kendi tebaalarından olan Huaxtec halkından yirmi bin kişiyi yakalayarak Tenochtitlan’a getirmişti. Bu insanlar Aztek piramitlerinden birinin basamaklarını tırmanarak en tepedeki tapınağa çıkmaya zorlanmış, hedeflerine vardıktan sonra kalpleri yerlerinden sökülerek başları kazığa oturtulmuştu. Yılın dört ana dini festivalinden biri olan Deri Yüzme Bayramı’nda, kurbanlar bağlanarak taş platformlarda dört deneyimli savaşçıya karşı mücadele vermeye zorlanıyordu. Savaşçılar hünerlerini kurbanlarının derisini acıdan bayılana kadar keskin bıçaklarla lime lime soyarak gösteriyordu. Ardından kurbanın kalbi yerinden çıkarılıyor ve yüzülen deriler onu ilk yakalayan asker ya da din adamları tarafından giyiliyordu.
Savaşlar genelde toplumsal tabakalaşmayı da beraberinde getirir. Bu medeniyetler de bu kurala uymuşa benziyor. Aşırı derecede zengin ve güçlü krallar tarafından yönetilmelerinin yanı sıra, imtiyaz sahibi asiller ve din adamlarından oluşan sınıflara sahiptiler. Hiyerarşinin diğer ucundaysa çoğunluğu oluşturan topraksız köylüler ve köleler vardı. Örneğin Alvin M. Josephy’nin İnkalar hakkında yazdığı gibi, “Asiller sınıfı… ihtişamlı ve görkemli bir hayat sürüyordu. Evleri ve kişisel eşyaları çok şatafatlıydı. Zanaatkârlar ve sıradan insanlar onlara sürekli yiyecek, hizmet ve çeşitli mallar sunuyordu.”194 Ancak bu kültürler, kadınlara karşı Sahra-Asyalıların olduğu kadar baskıcı değildi. Hatta kadın-erkek eşitliğine dair bazı ipuçları bile mevcut -örneğin Aztekli kadınlar din bilgini olabiliyordu. Fakat özellikle İnkalarda erkek egemenliğinin de varolduğu çok açık. Soylu İnkalar birden fazla kadınla evlenebiliyor, hatta üzerine bir de cariyeleri oluyordu. Erkek öldüğünde hem eşleri hem de cariyeleri boğularak öldürülüyor ve onunla birlikte gömülüyordu.
Peki bu insanlar Avrupa ve Asya’nın Sahra-Asyalılarına nasıl bu kadar benzedi? Birinci ihtimal yine ekolojik nedenlerin etkili olması. Örneğin İnka uygarlığının geliştiği yer, Pasifik Okyanusu kıyısındaki Atakama Çölü’dür. Burada neredeyse hiç hayvan ya da bitki örtüsü yetişmez. Rakım fazla olduğu için sıcaklık oldukça düşüktür -gündüzleri sadece 10 derece, geceleriyse tabii ki çok daha az. Service’in de bahsettiği gibi, “Bu tür çevresel koşullar, bir uygarlığın gelişmesi için pek çok aşılması güç engel teşkil etmiş olmalı.”195 Ancak İnka medeniyetinin aslında tam da bu engeller sayesinde gelişmiş olması da mümkün. Aynen Mısır ve Mezopotamya (ve sonraki Çin, Hindistan ve Avrupa) uygarlıklarının Sahra-Asya’nın çölleşmesi sonucu ortaya çıkması gibi. DeMeo’nun da dediği gibi, coğrafi kanıtlar Atakama bölgesinin önceki dönemlerde daha nemli ve verimli olduğunu gösteriyor. Ancak çölleşme sonucunda müthiş bir nüfus devingenliği meydana geldi.196 Dolayısıyla bu iklim değişikliğinin Sahra-Asya’nın kurumasıyla aynı etkiyi yaratmış, bölge sakinlerinin ruhsal dünyasını değiştirmiş, anacıl kültürden atacıl kültüre geçişe yol açmış (ve tabi aynı zamanda insanlara yeni bir işlevsel zekâ ve yaratıcılık gücü vermiş) olması muhtemel.
Mayaların -ve torunları Azteklerin- atacıl kültürünü açıklamak ise biraz daha zor olabilir. Zira onların yaşadığı yer çoğunlukla yağmur ormanlarından oluşuyordu. Ancak DeMeo’nun da belirttiği gibi arkeolojik kanıtlar “pek çok Mezoamerikalı topluluğun, özellikle de Azteklerin, tarihlerinde en az bir kere çölleşen bir bölgeden göç etmek zorunda kaldığını”197 gösteriyor. Bu nedenle daha sonra Mayalar ve Aztekler olan insanların -yani Olmeklerin- çölden göç eden mülteciler olma ihtimali oldukça yüksek.
Bu benim tercih ettiğim açıklama. Ancak bu küçük atacıl kültür “öbeklerinin” ortaya çıkmasının bir başka nedeni, Colomb’un keşfinden önce Amerika’ya göç etmiş Sahra-Asyalılar da olabilir. Bu ise DeMeo’nun yeğlediği yaklaşım. DeMeo, Amerika’da üç atacıl bölge olduğunu belirtiyor: Aztek ve Mayaların yaşadığı Karayip Mezoamerikası, İnkaların yaşadığı Peru ve Kuzeybatı Pasifik (yani günümüzde Britanya Kolombiyası’nın da içinde bulunduğu Kanada’nın kuzeybatı sahili). DeMeo, Sahra-Asyalıların -muhtemelen Çin ve Japonya üzerinden- ilk olarak bu kıyılara ulaştığı ihtimali üzerinde duruyor. Daha sonra güneye göç edip anacıl kültürleri yerinden ettiklerini ve bu coğrafyaya atacıl bir kültür yerleştirdiklerini düşünüyor. Ta ki Orta Amerika ve Peru’ya varana dek. Kanıt olarak da Kuzeybatı Pasifik Yerlileri ile Çin Hanedanlığı arasındaki kültürel (sanat eserleri, giyim tarzı, müzik ve beslenme alışkanlıkları gibi) ve dilsel benzerlikleri sunuyor. Aynı zamanda Amerika’nın üç atacıl bölgesi arasında da kültürel ve dilsel benzerlikler bulunuyor ki bu da bize bu insanların aynı soydan geldiğini düşündürüyor.198
Bu kuram oldukça tartışmalı olmasına rağmen Çinli arkeolog H. M. Xu’dan destek gördü. Xu, The Origin of the Olmec Civilization (Olmek Uygarlığı’nın Kökeni) adlı kitabında Olmeklerin çölden kaçan mülteciler yerine Çin’den gelen göçmenler olduğunu öne sürdü. Meksika’da yaklaşık MÖ 1200-400 yılları arasında varlığını sürdüren Olmek kültürü, genellikle bütün Orta Amerika uygarlıklarının “anası” olarak kabul edilir. Olmekler bölgedeki ilk tapınakları ve dini merkezleri inşa ettiler. İlkel bir devlet mekanizması kurarak, küçük bir soylu kesimin tarım işçilerinden oluşan toplumun geri kalanını yönetmesini sağladılar. Xu, Olmeklerin MÖ 1122’de Şang Hanedanlığı’nın çökmesinden sonra Çin’den Meksika’ya yelkenlilerle gittiğine inanıyor. Bu dönemde yaklaşık 250.000 insanın ortadan kaybolduğunu belirterek bunlardan en azından bir kısmının Amerika’ya göç ettiğini düşünüyor. Olmeklerden geriye kalan yazılı kayıtlarda Çin alfabesine ait sembollerin bulunmasını ve iki kültür arasında sanat, mimari, din ve astronomide gözlemlenen benzerlikleri de bu şekilde açıklıyor.199
Amazon yağmur ormanlarında da atacıl kültüre sahip pek çok insan yaşıyor. Örneğin Service, Peru’daki Jivarolardan şöyle bahsediyor: “Çok uzun zamandır Güney Amerika’nın en savaşçı toplumlarından biri oldukları düşünülmüştür. Savaşlar, Jivarolar arasında akrabalık bağı olmayan grupların birbirleriyle hiç bitmeyen kan davaları şeklinde cereyan eder.”200 Ova Yerlileri gibi Jivarolar da toplumsal mevki elde etmek konusunda çok hassaslar. Her erkeğin en büyük arzusu savaşçı olarak saygı görmek. Bir erkeğin toplumsal mevkisi, muharebe alanından getirdiği her kesik düşman başıyla daha da yükseliyor. Bir başka halk, Venezuela ve Trinidad’da yaşayan Karibler ise neredeyse Aztekler kadar acımasız ve vahşiydiler. Yapacakları akınlara sakladıkları insan etlerini yiyerek ve kan içerek hazırlanan yamyamlardı. Aldıkları esirlerin bazısını ânında kesip yerken geri kalanları eve götürüp kaynatarak pişiriyorlardı. Akın düzenlemekteki amaçlarından biri de prestijlerini artırmaktı. Aynı zamanda son derece ataerkildiler. Erkekler sıklıkla birden fazla kadınla evleniyordu. Josephy’nin de dediği gibi kadınların “toplumsal mevkisi genellikle köleden farksızdı.”201 Venezuela’nın güneyinde ve Brezilya’nın kuzeyinde yaşayan Yanomamolar da bir başka atacıl grup. Köyler aralıksız birbirleriyle savaşıyor ve erkekler, özellikle de birkaç kadınla “ödüllendirilen” başarılı savaşçılar, çokeşliler.202
Bu atacıl kültür, Avrupalılar ya da başka atacıl gruplarla karşılaşmanın sonucunda ortaya çıkmış olabilir. Jivarolar önce İnkalar, ardından da İspanyollar tarafından asırlar boyunca saldırıya uğradılar. Bunun sonucunda daha vahşileşmiş olmaları muhtemel. Ferguson’un da yazdığı gibi, Yanomamolar da benzer bir şekilde 1700’lerden itibaren Avrupa’nın sınır ihlallerine maruz kaldılar. Yaptıkları savaşların çoğu Avrupalıların kıtadaki mevcudiyetiyle yakından alâkalıydı. Son zamanlarda yaptıkları savaşlar bile Batılıların geride bıraktığı çelik aletler gibi eşyalar için düzenlenmişti.203 Arkeologlar, Amazonlar’da yaşayan çoğu topluluğun yüksek bir teknolojik seviyeye ulaşmış ve muhtemelen İnkaların, hatta Mezoamerikalıların akrabası olan yerleşik insanların soyundan geldiğine karar verdi. Amazon’un orta kesimlerinde içinde kırık çömlek parçaları, sanat eseri kalıntıları ve terra preta denen son derece verimli ve bir zamanlar ekilmiş geniş toprak parçalarının bulunduğu büyük yerleşim yeri harabeleri keşfedildi. Arkeologlar artık bu bölgede bin yıl boyunca bir uygarlığın var olduğuna ve 16. yüzyılda İspanyollar buraya vardığında hâlâ gelişmekte olduğuna inanıyorlar. Aslında İspanyol kâşif Francisco de Orellana’nın efsanevi El Dorado204 anlatımının, gördüğü Amazon kasabalarının samimi ve doğru bir tasviri olması oldukça muhtemel. Ancak diğer Amerikalılar gibi Amazonların da Avrupalıların kıtaya getirdiği yeni hastalıklara karşı bağışıklığı yoktu. Çiçek hastalığı, grip ve kızamık onları kırıp geçirdi ve sadece birkaç on yıl içinde uygarlıklarını yerle bir etti. Onların soyundan gelen az sayıda kabile günümüzde hâlâ bazı atacıl özelliklerini korusa da avcı-toplayıcı olarak yaşamaya devam ediyor.205
Atacıl kültürü bir kenara bırakmadan önce -bazı son derece barbarca uygulamalara karşın- bu insanların hiçbir zaman Ortadoğu ve Orta Asya’nın Sahra-Asyalıları kadar atacıl olmadığının altını çizmekte fayda var. Sürekli çatışma ortamında yaşamalarına ve toplumsal mevki elde etmek hususunda takıntılı olmalarına rağmen, Ova Yerlileri aynı zamanda anasoylu ve anayerseldi. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Az-tekler kadınların din bilgini olmasına izin verecek kadar ataerkillikten uzaktı. Son kararı “baş insan” verse de siyasi teşkilatları oldukça demokratikti. İnkalar bile müthiş bir toplumsal tabakalaşma ve servet eşitsizliğine rağmen aynı zamanda Avrupa ve Amerika’nın bir daha 20. yüzyıla kadar asla göremeyeceği kadar gelişmiş bir refah devletinde yaşıyordu. Her İnka eyaletinde yiyecek ve diğer mallarla -genellikle giysi- dolu birçok büyük ambar bulunuyordu. Bu mallar fakirler, dullar, yaşlılar ve özürlüler arasında bölüştürülüyordu.206
Çöküş’ten etkilenmiş ve etkilenmemiş insanlar arasındaki bir diğer fark da din kavramından ne anladıkları; bu konuya daha sonra ayrıntılı bir şekilde değineceğiz. “Çökmüş” din, dünyaya göz kulak olan ve onu denetleyen insana benzer tanrılara tapınmayı gerektirirken, “çökmemiş” din, dünyanın ve üzerindeki her varlığın içine işleyen ruhani bir gücün bilincinde olmayı ve dünyanın genellikle doğa olaylarıyla ilişkilendirilen sayısız ruhtan oluştuğuna inanmayı gerektiriyor. Amerikan Yerlilerinin Sahra-Asyalılara kıyasla daha az atacıl olduğu, dinlerinden de belli. Örneğin Ova Yerlilerinin dini “çökmemişti.” Her şeye nüfus eden bir Yüce Ruh’un, yani Yaşam Ustası’nın varlığına ve doğal olayların (ahirette karşılaşacağımız tanrılar değil) ruhlar tarafından yönlendirildiğine inanıyorlardı. İnkaların dini ise “çökmüştü” çünkü her şeye kâdir bir yaradana, Tanrı Viracocha’ya ve bazı daha önemsiz tanrılara tapıyor, dua ediyor ve kurban veriyorlardı. Ancak dinleri aynı zamanda “hiloteistti” çünkü tanrının her yerde olduğuna inanıyorlardı. Ronald Wrights’ın deyişiyle, İnkalar için “dünya kutsal kayalar, kaynaklar ve zirvelerden (wak’a) oluşan bir canlıydı. Bunlar yaradana ait tapınaklardı.”207
Amerikan Yerlileri – Genel ÖzellikleriBu ilginç topluluklara oldukça uzun yer verdim çünkü genel bir anacıl kültürün arasına dağılmış küçük atacıl örnekler olduklarını hatırlamamız önemli. DeMeo’nun da ifade ettiği gibi, “bu öbeklerin her biri genel bir barışsever anacıl kültür ortasında kalmış küçük atacıl topluluklardı.”208 Yerli kabilelerin büyük çoğunluğu barışsever, demokratik ve ataerkillikten uzaktı. Alvin M. Josephy’nin sözleriyle, Kaliforniya Yerlileri ve (farklı dilleri konuşan çok sayıda kabileden oluşan) New Meksiko’nun Puebloları gibi topluluklar “dünya üzerindeki en barışsever insanlardı.”209 Bölge çok fazla göç almış olmasına rağmen, Amerikan Yerlilerinin ikamet ettiği binlerce yıl boyunca Kaliforniya’da savaş yaşandığına dair hiçbir arkeolojik kanıt bulunmadı. Bazı Amerikan Yerlileri günümüzde son derece elverişsiz çevresel koşullarda yaşıyorlar. Ancak buna rağmen son derece barışsever ve eşitlikçiler. Kuzey Kutup Bölgesi’nde yaşayan Eskimolar ise çok az savaşıyorlar -daha önce de belirttiğimiz gibi çatışmaları törenselleştiriyor, örneğin şarkı söyleme yarışmaları düzenliyorlar. Service’in yazdıklarına göre, Tierra del Fuego’nun çorak adalarında yaşayan Yahgan Yerlileri de benzer bir şekilde “kesinlikle savaşmıyorlar.”210 Birkaç atacıl kültür dışında, yerlilerin yaşadığı köylerde asla savunma amaçlı binalar inşa edilmiyor ya da köyler erişilmez noktalara kurulmuyor. Antropolog A. E. Hoebel ise Kuzey Amerika Yerlileri için genel olarak şunları söylüyor: “Asabiyetlerini başkalarına zarar vermeyecek şekilde dışa vuruyorlar: idman ve spor yaparak ya da eğlenerek. Ayrıca bir grup kendi istediğini diğerlerine onları zorlayarak değil ikna ederek usulca yaptırıyor.”211
Elbette bu insanların tamamen barışsever olduğunu iddia etmiyorum. Zaman zaman komşu kabilelerle çatışma yaşanıyor ve sorunlar çarpışma ve akınların düzenlenmesine yol açıyordu. Ancak Ova Yerlilerinin sürekli savaşmasıyla kıyaslandığında bunların hiç önemi yok. Genel olarak savaşlarda daha az kan döküldüğü ve daha az ölüm olduğu neredeyse kesin. Aslında yerlilerin düzenledikleri muharebelere savaş demek ne kadar doğru olur orası da oldukça şüpheli. Bu kavramı kullansak bile en azından yerli “savaşlarının” Sahra-Asyalılarınkinden (elbette İnka ve Azteklerinkinden de) tamamen farklı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. İki grup askerin karşılıklı saf tutup bir taraf çok fazla kayıp verip teslim olmak zorunda kalana dek birbirine saldırıp ateş ettiği “savaş” sahneleri, yerlilerin çarpışmalarında kesinlikle yoktu. Savaşın amacı başka halkları alt etmek ve egemenlik altına almak değildi. Uzun muharebeler, kuşatmalar, fetihler ve çok sayıda ölüm yoktu. “Savaşlar” (Ova Yerlilerinde olduğu gibi) sık sık yaşansa bile düşük yoğunluklu ve kısa akınlar şeklinde gerçekleşiyordu.212
İster göçebe avcı-toplayıcılar ister yerleşik düzene geçmiş olsunlar, Amerikan Yerlilerinin büyük çoğunluğu aynı zamanda eşitlikçiydi de. Eşitsizlik bireylerin servet, iktidar ve mevki sahibi olmak istemesinden kaynaklanır. İnsanlar bu amaç uğruna devamlı mücadele verirler -bunun en belirgin şekli, Sahra-Asyalıların kapitalist toplumlarında çokça yaygın olan rekabet duygusudur. Mücadele ve rekabetin sonunda bazı insanlar diğerlerinden daha fazla servet, iktidar ve mevki sahibi olur. Ancak Amerikan Yerlilerinin böyle bir servet ve iktidar tutkusu yok. Toprak ve diğer mülkler genellikle ortaklaşa kullanılıyor. Toplumun çıkarları her zaman bireylerinkinden önce geliyor. Hayırseverlik ve paylaşmak her şeyden üstün tutuluyor. Nüfusun geri kalanı rıza göstermemesine rağmen yine de kendi istediğini yapmakta ısrar eden güçlü ve baskıcı yöneticiler yok. Tam aksine her birey karar alma mekanizmalarına katılıyor ve böylece iktidar eşit bir şekilde bölüştürülüyor. Örneğin Josephy’nin Hopi Yerlileri hakkında yazdığı gibi, “Kasabalarının hiçbirinde toplumsal sınıflar ya da servet eşitsizliği yok; herkes, hatta din bilginleri bile ortaklaşa çalışıp ürettiklerini paylaşıyorlar.”213 Ya da bir Britanya subayının 18. yüzyılda Çeroki Yerlilerinden bahsederken pek de onaylamayarak dile getirdiği gibi, “Kanunları ya da birbirlerini tahakküm altına almak gibi bir alışkanlıkları yok… En zavallıları bile kendilerini en değerlileriyle eş değerde tutuyor… Herkes kendisini bilge zannediyor.”214
Amerikan Yerlileri arasında, aynen diğer eşitlikçi toplumlarda olduğu gibi, cömertlik ahlaki bir zorunluluk, her türlü hırs ve bencillik ise suç olarak kabul ediliyordu. Kabile şefleri “sosyal güvenlik” görevlileri gibi çalışıyor, hasta ve muhtaç durumdakilere ya kendi birikimlerinden ya da başkalarının katkı ve bağışlarından kaynak aktarıyorlardı.215 Bu yüzden şefler, kabilenin diğer üyelerinden daha zengin olamıyordu; hatta fakir olmaları daha makbuldü. Örneğin Asiniboyin Yerlileri şeflerine cömert oldukları ölçüde değer veriyor, sorumluluklarını suistimal edenler görevden alınıyordu.216
Hatta birçok örneğe dayanarak, eşitlikçiliğin yerlilerin ideolojisi olduğu sonucuna bile varabiliriz. Pek çok Amerikan Yerlisi bizim “bireysel haklar” dediğimiz kavramın fazlasıyla bilincindeydi. Colin Taylor’ın da belirttiği gibi, İrokualar ve Algonkinlerin en temel ilkelerinden biri “bireysel hakları vurguluyor ve tanımlıyordu, böylece bireylerin kendi kararını vermesi ve toplu kararların bütün katılımcıların mutabakata varması koşuluyla alınması sağlanıyordu.”217 Jean Briggs ise Utku Eskimoları hakkında şunları söylüyor:
Utkuların -aynen diğer Eskimo kabileleri gibi- yetkisi tek bir bireyinkini aşan resmî liderleri yok. Ayrıca düşünce ve eylem özgürlüğünü doğal bir hak olarak gördükleri için onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen her kim olursa olsun ona şüpheyle yaklaşmaya başlıyorlar.218
Pek çok insan demokrasinin Antik Yunan’da doğduğuna inanır. Ancak Yunanlılar demokrasi hakkında çok “istisnai” bir fikre sahip olsalar da -kölelik ve kadınların acımasızca baskı altında tutulması gibi-Batı demokrasisinin aslında Amerikan Yerlilerinden geldiğini söylemek daha doğru olur. Amerikan anayasasında görülen herkesin eşit haklara sahip olduğu hiyerarşik olmayan bir toplum öngörüsü, büyük oranda Amerikan Yerlilerinden esinlenmişti; ne de olsa böyle bir anlayış o dönemde Avrupa’ya çok yabancıydı. Nitekim Amerika’nın kurucu babaları -özellikle de Thomas Jefferson ve Benjamin Franklin- hatıratlarında İrokuaların kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsemiş ve seçilmiş temsilcilerden oluşan demokratik yönetim biçimlerinden etkilendiklerini itiraf etmişti.219 Federal sistem de büyük oranda İrokuaların Yerli Halkları Ligi’nden ilham alınarak düzenlendi -altı farklı kabilenin lideri, 1744’te Benjamin Franklin’in de hazır bulunduğu sırada bir antlaşma imzalarken bu fikri Avrupalılara tavsiye etmişti.220 Lig’in titizlikle kazırlanmış anayasa ve kanunları vardı. Liderler bu kuralları özümsüyor ve sözlü olarak nesilden nesile aktarıyordu. Amerika’nın kurucuları bu gelenekten fazlasıyla yararlandı. (Ancak M. A. Jaimes Guerrero’nun da belirttiği gibi, atladıkları çok önemli bir nokta vardı: kabilelerin kadın üyelerinin sahip olduğu yetki ve liderlik.221 Aslında, Amerika’nın demokrasi anlayışı da aynen Antik Yunan’ınki gibi oldukça “istisnaiydi.” “Her insana” bahşedilen eşitlik ve özgürlük, sadece toprak sahibi beyaz erkeklere mahsustu -kadınlar, Afrika kökenli köleler, yerliler ve toprak sahibi olmayan beyaz erkekler bu haklardan muaftı.)
Bu nedenle Amerikan Yerlilerinin kısmen Fransız Devrimi’nden de sorumlu olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Fransız devrimciler Amerika’nın demokratik ilkelerinden ilham almıştı (örneğin Jean-Jacques Rousseau -Fransız devrimcileri büyük oranda etkileyen- Toplumsal Sözleşme adlı kitabını Amerika ve Güney Pasifik Yerlileri hakkında yazılan raporlardan esinlenerek kaleme almıştı).222 İşin ilginç yanı, İrokualar modern kapitalist demokrasinin fikir babaları olmanın yanı sıra komünist ideolojinin ortaya çıkmasından da kısmen sorumluydular. 1851’de yayınlanan Lewis Henry Morgan’ın League of the Iroquois (İrokua Ligi) adlı kitabını hem Karl Marx hem de Friedrich Engels okumuştu. Her ikisi de ütopik sosyalist bir toplumun örneği olarak gördükleri İrokualardan oldukça etkilenmişti. Engels, Marx’a yazdığı bir mektupta şöyle diyor: “Özenle hazırlanmış bu anayasa harika bir fikir! Fakirlere ve muhtaçlara yer yok… Herkes özgür ve eşit -hatta kadınlar bile.”223
Amerikan Yerlilerinin büyük çoğunluğu ataerkil değildi. Anasoylu ve anayersel topluluklar oldukça yaygındı ve kadınlar genellikle söz sahibiydi. Aslında siyasi meseleler söz konusu olduğunda erkeklerden daha etkili oldukları bile söylenebilir. Yeni şef adaylarını belirleyen onlardı. Avrupalılarla anlaşmaya varıldığında imza yetkisine sahip olanlar da. Erkeklerin imzasının geçerliliği yoktu. Kadınlar, erkeklerden daha aşağı görülmüyor, dolayısıyla baskı altında tutulmuyor ya da istismar edilmiyordu. Service’in Tierra del Fuego’da yaşayan Yahgan halkı hakkında yazdığı gibi,
Kadınlar özellikle yüksek mevkiye sahipler… Ailenin reisi sözde erkek de olsa, gözlemciler kadınların farklı düşündükleri zaman eşleriyle tartışmaya girmekten çekinmediklerini söylüyor. Kadınlardan toplum içinde sessiz ya da erkeklere kıyasla daha yumuşak başlı olmaları beklenmiyor.224
Örneğin, Kanada’nın kuzeyinde yaşayan Bakır Eskimolarının kadınları ve erkekleri o kadar eşitler ki oynadıkları toplumsal rolleri kolayca değiş tokuş edebiliyorlar.225 Üstelik yaygın bir erkek egemen kültürde yaşayan ve kocaları onları evden kovduğunda açlıktan ölmeye mahkûm olsalar bile boşanma hakkına sahip olmayan Sahra-Asyalıları hemcinslerinin aksine, Amerikan Yerlisi kadınlar genellikle istedikleri zaman boşanabiliyordu. Örneğin Pueblo kültüründe de, bir kadın kocasının eşyalarını kapının dışına koyarak ondan boşanabilmesi söz konusuydu. Erkeğin bu durumda annesinin evine dönmekten başka çaresi kalmıyordu.
AfrikalılarAfrika söz konusu olduğunda, kıtanın kuzeyini Sahra Çölü’nün güneyinde kalan kısmından ayrı tutmak gerekiyor. Kuzey Afrika, kayıtlı tarih boyunca fazlasıyla atacıl bir bölge oldu. Daha önce de gördüğümüz gibi -Mısır medeniyetinin kurucuları da dahil olmak üzereSahra-Asyalılar, Arabistan yaklaşık MÖ 4000’de çölleşmeye başladığı zaman buraya göç ettiler. O sıralarda Kuzey Afrika hâlâ verimli topraklara sahipti. Ancak MÖ 3000 civarında burası da kurumaya başladı ve Sahra Çölü ortaya çıktı. Fakat göçler devam etti. MÖ 800’de Antik Dünya’nın en vahşi halklarından biri olan Fenikeliler -günümüzdeki Suriye ve Filistin topraklarında yaşamış Sami bir topluluk- bölgeye hâkim olmaya başladı. Onlardan sonra sırasıyla Asurlular, Persler, Yunanlılar ve Romalılar geldi. Roma İmparatorluğu gücünü yitirmeye başladığında Hıristiyanlığın etkisi arttı, ta ki MS 7. yüzyılda Müslümanlar bölgeye varıp günümüze kadar varlığını sürdüren İslami kültürleri yerleştirene dek.