
Полная версия:
İslam Tarihi

Hazreti Nebi’nin hayatlarının bu devresi dehşetli endişeler, dayanılmaz mücadelelerle geçmiştir. Hâlinin ve sözünün doğruluğu için bu şiddetli mücadelelerden daha kuvvetli ve daha açık tarihî delil olamaz. Tarih bize, nebilerin olduğu gibi, yalancı iddia sahiplerinin, taklitçilerin, hilecilerin hâllerini ve işlerini de göstermektedir. Hazreti Nebi’nin tereddütleri, endişeleri, doğruluğu ve saflığı artık bilginlerin de tamamıyla teslim ettikleri kesin delillerdir.
5. BÖLÜM
MUHAMMEDÎ PEYGAMBERLİK
Kelimelerin Manalara Uygunluk Dereceleri, Benzetmeler, Semboller, Dış Görünüşler – İttisal (Kulun Allah’la Kavuşması) İmkânı – Peygamberlik ve Velilik – Keşif, Rüya, İlham – Vahiy
1. Kelimelerin Manalara Uygunluk Dereceleri, Benzetmeler, Semboller, Metinden Anlaşılan Manalar
İslami hakikatler hakkında bilgi sahibi olmak ve bilimsel tahlilleri kolaylaştırmak için her kelimenin ifade ettiği manalara, bu manalardaki derecelere dikkat etmek lazımdır. İslami terimlerde hayret edilecek bir kapsama gücü vardır. İslami terimlerden her bir kelime, her seviyedeki adamın anlayış derecesine göre bir mana ifade etmek üzere, anlayış derecelerinin hepsini kapsamak gibi eşsiz bir özelliğe sahip bulunuyor.
“Genel” sıfatını taşıyan bir din için bu nitelik asli şartlardandır. Din, beşerin geneline mahsustur. Ne yalnız avamın ne yalnız ortadakilerin ve ne de yalnız seçkin insanların ihtiyaçlarını doyurmakla değil, hepsinin vicdanının gıdası olmakla vazifelidir. Şu hâlde her hakikatin, anlayış derecelerine göre pek çok manası olan ve bununla beraber esas itibarıyla bir mananın çeşitli aşamaları hükmünde bulunan “kelime ve terimler”le ifade edilmesi gerekir. İslam dini bu hususi şartları hakkıyla içermektedir.
Bütün insanlara öz olarak ve içerik bakımından anlatılması mümkün olmayan hususlarda dış görünüşlere kuvvet verilmiş, benzetmelere müracaat edilmiştir. Burası İslam dini için bir eksiklik olmamakla beraber müstesna bir şereftir. Allah’ın rahmeti bütün insanları kapsar. Yalnız insanların en zekilerine ve dâhilerine has değildir.
Hâlbuki dine ve felsefeye ait nitelikler benzetmeye müracaat edilmeden ifade edilebilseydi, bundan yalnız seçkin insanların haz alması ve insanların büyük çoğunluğunun mahrum kalması zaruri olurdu. Daha da ötesi benzetme özelliklerinden mahrum olan bir dinin yayılması da imkânsızdır. Böyle bir dinin yayılabilmesi için çok defa esas hakikatlerini kaybederek yabancı fikirlerle süslenmesi ve açıklanması gerekli olur.
Bazı özelliklerin ise sembolik işaretlerle ifade edilmesi lazım gelir. Zira bu özelliklerin ifşası yahut benzetmelerle ifadesi, hakikatlerin kaybedilmesine, dinin başka bir hâle dönüşmesine veya mahvolmasına sebep olur. Bir üçüncü nokta daha vardır ki dikkat nazarından uzak tutulmaması gerekir. Bir lisan ne kadar mükemmel olursa olsun yine de fikirlerin tamamını ifadeden acizdir. Kaldı ki her fikri bir kelime ile ifadeden başka çare olmadığından o fikri en uygun olan kelime ile ifade etmek zarureti meydana gelir. Fakat o kelimenin bilinen ve yaygın olan manasından fikrin bütün hakikatinin anlaşılacağı iddiası doğru olamaz. Fikri tamamıyla anlamak için “zevk, istidlal, müşahede” vesaire gibi şeyler gerekir.
Şimdi de şu söylediklerimizi misallerle açıklayalım. Tarih bize gösteriyor ki insanların büyük çoğunluğu, hangi asırda olursa olsun “sırf hakikat aşkına”, “Allah aşkı hürmetine” dindar olmamışlardır. Halik ve Rabb’e ibadet için maddi, manevi faydalar istemişlerdir. Zamanımızda da aynı hâlleri müşahede ediyoruz. Nimet ve mükâfata ihtiyaç hissetmeyerek, korkutucu şeyleri ve cezaları küçük görerek “Allah’ın kulu” olan insanlar, her dönemde pek sınırlı bir seçkin zümreden ibaret bulunmuştur.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamber olarak gönderildiği dönemde insanlığın hâllerini ve özellikle Arapların medeni seviyesini kendi bölümünde inceledik. Her müessirin bir eseri, her fiilin bir karşılığı, her hareketin bir neticesi vardır. Manevi bir fiilin de bir karşılığının olması tabiidir. Fiilin [yani bir faziletin] işlenmesinin yolunu göstermek nispeten kolaydır. Fakat bu faziletten kazanılacak semereyi aynı kelime ile aynı teşbih [benzetme] ile herkese aynı seviyede bildirmek mümkün olur mu? Asla! Bunun her kim aksini iddia ederse insan idrakindeki dereceleri, zevklerdeki farklılığı inkâr etmiş olur. Mesela bir bedeviyi ele alalım. Çöllerde, bol sular, ağaçlar ve çiçeklerden, iklim güzelliğinden mahrum olarak yaşayan, seviyece cahil, hayalce fakir, geçimce sefil bir adama, fazilete karşılık olarak verilecek mükâfat nasıl anlatılabilir?
Eğer ona bu hakikat, anlama ve kavrama yeteneğinin üstünde, vicdanının kapasitesinin ötesinde ifadeye kalkışılacak olursa hiçbir şey söylenmemiş olur. O adam, her hâlde bir mücadele ve mahrumiyet karşılığında işleyeceği fazilete vadedilmiş olan mükâfatı anlayıp kabul edemeyeceğinden fazileti işlemesi için de onun vicdanında hiçbir sebep kalmaz. Böyle bir adama şu önermeleri sırasıyla ileri sürsek acaba ne anlar?
1. “Cenabıhak, şekilden, arazdan37, cisimden, mekândan münezzeh ve yücedir.”
2. “Eğer faziletli olursan Allah’ın cemalini görmek gibi zevklerin en son derecesi ile mükâfat görürsün.”
Bu iki önermedeki açık tenakuz, en gelişmiş bir zihni bozacak kadar büyüktür. Şekilden, arazdan, cisimden, cisimlenmeden ve herhangi bir surete bürünmeden, mekândan, mekânda yer tutmaktan uzak olan Hakk’ı görmek keyfiyetini o basit dimağ bir türlü anlayamaz, hazmedemez, bundan dolayı faziletli olmaya karşılık hiçbir mükâfat göremez. Tıpkı kendisine: “Şu işi yap, gerçi sana ücret verilmeyecekse de hava ile karnını doyurmuş olacaksın.” denilmiş olur. Maksat da hasıl olmaz. Bunun içindir ki o adama, mükâfatı anlayacağı bir derece ile ifade etmek lazım gelir. Şimdi de o adama: “Eğer itaatli ve faziletli bir kul olursan bugün mahrum bulunduğun nimetlerin hepsine kat kat fazlasıyla kavuşmuş olacaksın.” dersek, faziletin mükâfatını onun anlayış derecesine göre ifade etmiş oluruz.
Şimdi de araştırıcı ve inceleyici olan okuyucunun hatırına bir soru gelebilir:
“Şu hâlde benzetmeler, hakikatte varlığı olmayan (ve yalnız halkın düşüncelerini tatmin ederek onları inandırmak için gelen) şeyler midir?”
Hayır. Her insan, saadeti kendi ruhi gücü, vicdani ihtiyaçları nispetinde anlayıp tasavvur edebilir. Bir ferde kendince saadet olmayan bir saadeti vermek, bir mükâfat değil, bir ceza verme ve azap sayılır. Bundan dolayı kudret sahibi Mevla, herkesin mükâfatını, zevk ve anlayışına göre ihsan etmelidir ki itaatli ve faziletli kula işlerinin karşılığını vermiş olsun. Demek ki anlayış dereceleri nasıl birbirinden farklı ise mükâfat dereceleri de öyle birbirinden farklı ve derece derece üstündür.
Şimdi de arkadan başka bir soru hatıra gelir:
“Basit bir ruhu memnun eden şu mükâfat, yüce ve âşık bir ruhu memnun edebilir mi?”
Hayır. Fakat İslam’da böyle bir ruh da aç kalmaz! Bu millette “müşahede [Allah’ın cemalini görme] zevkinden ve yüceliklerin müşahedesinden bir an mahrumluğu en büyük azap gören” büyük ruhlar sayısızdır. Basit bir adam, cennetteki ırmakların güzel güzel akışlarını, ilahi nimetlerin sayısız çokluğunu tasavvurla zevk duyarken olgunlaşmış bir adam, tecelli nehirlerinin ruh okşayıcı yayılışını, manevi nimetin zevkinin azametini müşahede eyleyerek kendinden geçer.
Bu değişik zevk safhalarını ifade eden kelime ve benzetmelere gelince: İşte burada sırf bilim ve dış görünüş bakımından araştırması çok zor olan bir durum karşısında bulunmaktayız. Müfessirlerin ve zahir ehli âlimlerimizin çoğunluğunun olduğu gibi bir eleştirmen dahi bu kelimeleri ve teşbihleri “aynen, tevilsiz ve ancak bir manada yahut bir mana manzumesinde” kabul etmeye meyleder. İslami kelime ve terimlerin yerli yerine konulmuş manası gereğince batına ve ledünne [ilahi sırlara] ait olanları ‘ifşaat-ı Muhammediye’den [Peygamber Efendimiz’in herkese açtığı şeyler] değil, ‘emanat-ı Muhammediye’dendir [Peygamber Efendimiz’in ancak emin kimselere açtığı sırlar]. Bu emanetleri taşıyanlar o manaların hepsini, teşbihler ve rumuzlar kısmını bilirler. Fakat bu bilişler, bir ihtisas dairesinde kalmış, halkın bildiği, kabul ve teslim ettiği şeyler olamamıştır. Bundan dolayı bu kelimeler ve terimler, yalnız maddi ve dış görünüş manasında yayılıp genelleşmiştir. Fakat İslam’ın büyüklüğü, Muhammedî yüce hikmet, harikalar gösteren bütün üstünlükleriyle bu gizli kalan cihetlerde gömülüdür. Şurası da düşünmeye layıktır ki maddi ve dış görünüşe ait manasıyla anlayış derecelerinden bir kısmını doyurabilen kelimeler, ledünne ait manasında da aynı hâletin hakiki nezih mertebesini ifade ediyor. Mesela üzüm… Cennette üzüm var. Bu üzümü basit bir ruh, bildiği üzümlerin bin kat daha nefisi olarak, yine bir meyve türü olarak düşünürken hikmet sahibi olan hakim bir ruh, üzümle teşbih edilen zevk hâlinin “hakikate kavuşma” olduğunu bilir.
İşte İslam’da ne kadar kelimeler ve terimler varsa hep bu suretle tahlil ve inceleme nazarına alınmaları gerekir.
Cennet, cehennem, sırat, melek, dünya, ahiret, vahiy, mizan, arş, kürsi, levh-i mahfuz vesaire gibi manevi ve itikadi niteliklere dair olan kelimeleri hep bu şekilde düşünmek gerekir.
2. İttisal (Kulun Allah’la Buluşması) İmkanı
Peygamberlik niteliğini dahi tenkit terazisinde tartmadan önce, HaIik (Yaradan) hakkında esasa ait bir fikir edinmek lazım gelir. Bilimle ilgilenenleri, bilimci geçinenleri en çok korkutan, peygamberlik konusudur. Bir kısmı böyle bir konuyu bilim dairesinin tamamen dışında buluyor. Diğerleri, peygamberliği inkârı gayet bilimsel ve akla uygun görüyor. Peygamberlik meselesi, tahlil bakımından, sonlu ile sonsuzun, kul ile Halik’in ittisalinin [birbirine kavuşmasının, iki düşüncenin birleşmesinin] imkânı meselesidir.
Eğer Cenabıhakk’ı göklerin üstünde arş denilen bir makamda, bu dünyadan çok uzak bir yerde oturmuş ve yerleşmiş olup oradan kapı çuhadarı [kapıcı] hizmetini gören bir varlıkla yerküre halkından birine bir haber göndermiş farz edersek bir hakikat beyan etmiş olmayacağımız gibi; bir hakikati eksik ve çelişkili bir benzetmeyle bozmuş oluruz. Fakat İslami gerçeklere göre Hak ve peygamberlik fikirleri bundan ibaret değildir ki; İslam dininin itham edilmesi mümkün olsun. Gerçekten basit ve ilkel dimağlar, yüce İslam dinindeki tevhidin güzelliğini hakkıyla anlama ve kavramadan mahrum olurlar. Böyle bir adam, ilahi hakikati “lisanen” doğru bir şekilde tasdik ve ikrar etmekle beraber, her ne vakit Vacibu’l-Vücud’u (gereklilerin gereklisi, kendisinden başka her şeyin varlığını mümkün kılan fakat kendisinin varlığı mutlak gerekli olan Allah’ı) tahlil suretiyle tefekküre cesaret etse birbiriyle çelişen benzetmelere düşeceği, apaçık olan şeylerdendir. Hatta bu durumda nice âlimler bile içinden çıkılması zor uçurumlara düşmüşler ve birçok dalalet fırkaları meydana gelmiştir.38
Allah’ın hakikati hakkında, İslam dininde mevcut emanetleri, rumuzları ve hatta açık beyanları itibar nazarına alırsak, peygamberiğin imkânı [olabilirliği] kolaylıkla meydana çıkar.
Peygamberliğin ispatı ve Vacibu’l-Vücud’un (varlığı muhakkak gerekli olan Allah’ın) ispatı konularını, bu kitaba ek olacak ayrı bir kitapla yazacağımız için burada ayrıntıya girişmeyeceğiz.
“Ma vesianî… – Yere ve göklere sığmadım ancak mümin kulumun kalbine sığdım.”
“Lî maallahi vaktün… – Benim Allah’la öyle bir vaktim var ki ne mürsel bir nebi ve ne de mukarreb bir melek araya girebilir.”
“Kalbü’l-mü’mini arşullahi teala. – Müminin kalbi Allahu Teala’nın arşıdır.”
ve bunlar gibi Peygamber Efendimiz’in hikmetli hadisleri insaf nazarına alınırsa vahiy ve nebiliğin hakikati hakkında doğru ve sağlam bir fikir sahibi olabiliriz.
3. Peygamberlik ve Velilik
Nebi, bir vasıta (melek) ile Hak’la irtibat kurmuş, Hakk’ın emirlerini ve dileklerini almaya ve çok kere yaymaya memur edilmiş seçkin bir insan, demektir.
Veli ise vasıtasız olarak irtibata erişmiş olan insandır. Buradaki “vasıta”, “vasıtasız olarak” ifadeleri irfana [kâinatın sırlarını bilmek] ait bir farktan ibaret olup nebilerin velilik mertebesinden mahrumluğu demek değildir. Gerçi bir şahsın nebiliğinden veliliği daha ileri dereceye ulaşmış olmayı ifade ederse de bütün insanları doğru yola sevk etmeye memur olmak demek olan nebilik, makamların en şereflisidir. Hakikatte ise nebilikle veliliğin farkı, nebinin davet sahibi, bazen kitap sahibi ve her hâlde bir şeriatı insanlara tebliğ edici olmasındadır. Aradan bu seçkin ayrıcalık kalkarsa mahiyet itibarıyla gerek nebilik gerek velilik “ittisal”den ibaret kalır. Gerçi her insan ne fiilen nebi ve ne de fiilen veli olabilir. Nasıl ki her insan fiilen mutlaka hâkim veya mühendis olmaz. Fakat fiilen gerçekleşmesi birtakım seçkin kişilerle sınırlı kalmakla beraber nebilik ve veliliğin “insanlığın şerefli sıfatı” olduğu açıkça ortaya çıkar.
4. Keşif, Rüya, İlham
Nebilik ve veliliğe mahsus hâllere gelince:
Bilim; bu hususta mutlak bir şekilde yetkili değildir. Bugünkü bilimsel bilgilerin toplamı, insanlık için gerçekten iftiharı gerektirecek bir ilim ve kültür birikimi oluşturmakta ise de henüz müspet usulle incelenmesi başarılan bilgiler, bilinmeyenlere nispetle bir zerre hükmündedir.
Gerçekten birtakım haddini aşan bilimciler, daha doğrusu bilimin bugünkü iktidar ve salahiyetini pek abartılı görüp bilimsel varsayımlara dayanarak fikirlerini ortaya koyan yarı filozoflar, bütün maneviyatı ve bu arada nebilik ve veliliği inkâr ediyorlar. Bu görüşlerini ispat için delillerini sergilemek hususunda da “zamanımızda hiçbir garip hâlin görülmediğini” söylüyorlar. Meseleyi bu şekilde ortaya koymak doğru değildir. Hatta bu, kendilerince makbul usule de aykırıdır. Mesela aşırı bilimciler ve maddeciler, “yeryüzünde hayatın kendiliğinden – spontané-” meydana geldiğini iddia ediyorlar. Pasteur’ün keşifleriyle sabit olduğu üzere zamanımızda hayat, mutlaka tenasül (üreme) suretiyle meydana geliyor. Bundan dolayı kendilerine: “Hayatın kendi kendine meydana gelmesi, şimdi tabiatta mevcut olmayan bir şeydir.” diye itiraz olunduğu vakit, “Bugünkü şartlarla meydana gelmiyorsa da ilk devirlerde bunun mümkün olmadığı ne malum? diyorlar.
O hâlde biz de kendilerine bu usul ile mukabele edebilir ve “Olağanüstü bir hâl olan nebilik ve daha birçok garip hâl şimdi ortaya çıkmıyorsa da bunun sebebi, ortaya çıkma zamanı olan devirlerdeki şartların şimdi bulunmadığındandır. Bu şartların geçmiş zamanlarda mevcut olmadığı ne malum?” diyebiliriz.
Fakat maddecilerin kendi kendine meydana gelen hayat hakkındaki delillerine bilimsel bir değer vermediğimiz için kendilerine öyle kıymetsiz bir delil ile cevap vermeyi uygun bulmayız. Yalnız şu son asırlarda gözümüzün önünde meydana gelen ve gelmekte olan nice garip hâllere bilimin nasıl cevap verebildiğini sorarız. İnsanlığı endişeye en çok sevk eden, insanın kaderiyle en fazla ilgisi olan meseleler hâlâ cevap bekliyor. İnsanlık, maneviyat hakkında çok şey bildiği, çok şeye muktedir olduğu zamanlar kâinat ve maddeye ait ilimler hakkında pek az şey biliyordu. Asrımızda kâinata ait ilimler ve teknik hayret edilecek ilerlemeler göstermiş ise de maneviyata ait bilgiler de o nispette gerilemiştir.
Bu durum, “beyin merkezleri” teorisiyle pek güzel anlaşılır. İnsanlar, yalnız maneviyata önem verip maddiyatı ihmal ettikleri zamanlar, ancak maneviyatta ilerlemişler ve beyinlerindeki maneviyat merkezleri gelişmiştir. Bunun aksine olarak yalnız yaşayışa ve maddiyata önem verildiği zamanlar, özellikle asrımızda, beyinlerdeki maddiyat merkezleri gelişmiş, maneviyat merkezleri başlangıç hâllerinde olduğu gibi kalmıştır.
“İttisal”in [kulun Allah’la buluşması] nübüvvet-i teşriîyye [kanun koyma ile ilgili nebilik] şekli Peygamber Efendimiz Hazretleri ile son bulmuş ise de nübüvvet-i tarifiye [tanıtma ile ilgili nebilik], yani irşatla [doğru yolu gösterme] ilgili velilik şekli hâlâ bakidir. Avrupa âlimlerinin insaflıları, “medyumlar”, “geleceğin ve gizli şeylerin keşfedicileri”, “rüyalar” ve bunlar gibi istisnai hâller hakkında ret ve kabulü içine alan bir karar vermeyip bunları “incelenip araştırılan” meseleler arasına katıyorlar. Rüyaların bir kısmı hakkındaki teoriler tamamıyla uygulanabiliyor. Fakat diğer kısmı?
Uyku hâlinde, … kazanılmış duyumların ruhi faaliyet tarafından pek çok şekilde toplanması ve hatıra getirilmesi ile gelecekte olacak bir olay arasında bir ilgi kurulması bilim açısından mümkün müdür? Böyle bir hâle mana vermek mümkün olabilir mi? Asla.
Benim Bağdat’ta bir dostum var. Bir gece bu dostumu rüyamda görüyorum. Bana “Ben filan gün, falan yerde, şu şekilde vefat edeceğim.” diyor.
Gerçekten de dostum, o şekilde, o yerde ve o gün vefat ediyor. Araştırmacılar, bu gibi garip şeylerin sebeplerinin bilinmemesi yüzünden, tekzip ve inkâr edilmesini bilime ve hakikate uygun görmezler. Medyumlar, reddi ve inkârı kabil olmayan, ilim ve fennin şimdiki hâliyle çözülmesi ve anlatılması mümkün bulunmayan hâller gösteriyorlar. Medyumlar içinde, ünlü kişilerin ölüm şeklini ve tarihini haber verenler var. Eski zamanları bir tarafa bırakalım. İsveçli Swedenborg, İngiltereli bir rahibe yazdığı bir mektupta ölüm gününü açıkça bildirmiştir.39
Geleceği haber vermek, insanların içinde sakladıklarını keşfetmek gibi hâller Peygamber Efendimiz’de pek çok kere meydana gelmiştir. Bunlardan bir kısmının kaydedilme şekli, belgelenme şartları öyle kapsamlı bir dereceye sahiptir ki inkâr edilmeleri imkânsızdır. Sünnilerle Şiilerin ittifak hâlinde kabul etmek zorunda kaldıkları tarihî olaylar ve rivayetler bu türdendir.
Mesela: Zübeyr bin Avvam’a, İmam Ali ile muharebe edeceğinin ve bu muharebede haksız bulunduğunun söylenmesi (Talha’ya da aynı şekilde peygamberimizin ihtarı olmuştur.), Aişe’ye Cemel Vakası’nı ima yoluyla yapılan ihtar, İran, Suriye ve hatta İstanbul’un fethinin müjdelenmesi, Ammar bin Yaser’in şehit ediliş şekli, Ebazer Gaffari’nin vefat şekli ve özellikle can çekişme durumunda Hz. Fatıma’ya verilen vuslat müjdesi, Süraka’nın Kisra bilezikleri takınacağını haber vermesi vesaire gibi. (Hadisler güzelce incelenir, sahih ve sağlamca kaydedilmiş rivayetler ile karşılaştırılırsa görülür ki Peygamber Efendimiz, Ehl-i Beyt’in ve sahabenin büyüklerinin karşılaşacağı birçok önemli olayı önceden haber vermiştir.)
Hicret sırasında, Süraka’nın atının ayaklarının yere gömülmesi, Peygamber Efendimiz’den emanname alınması (ki Ebu Cehil’in hicviyesi, Süraka’nın cevabı, Ebubekir’in kasidesi gibi her biri ayrı ayrı birer bakımdan makbul ve kabul olan deliller ile sabittir) şeklinde mucize özelliği gösteren işler, Resulullah Efendimiz Hazretleri’nden çok ve sık meydana gelmiştir. Yalnız şurası dikkate layıktır ki Hazreti Nebi, bu mucizeleri “bir sanat, bir beyyine, bir delil, kısacası şahsına has bir mevhibe [Allah’ın hediyesi] ve bir silah” gibi göstermemiş, böyle bir iddiada asla bulunmamış ve en üstün kudretin ahadiyetin [Allah’ın üstün kudretinin] elinde olduğunu daima söylemiştir. Bu hâl, Peygamber’e ait yüceliğin ve doğruluğun en büyük delillerindendir. Tabii olmayan, hile ve kehaneti andırır her türlü hareket ve davranışlardan tamamıyla uzak olan Peygamber Efendimiz, her kime din teklif etmişse hep insanın akıl cevherine müracaatla, açıklama yaparak beyan etmiş ve hiçbir vakit harikalar ve garip olan şeylerle fikirlere etki etmeye, insanları kendine bağlamaya tenezzül etmemiştir. Garip olan şeylerdendir ki şu hâller, peygamberin sıdkı [doğruluğu] için deliller ve İslam dininin hak olduğuna şahitler iken nice mutaassıplar, Hz. Nebi’nin keyfî ve iradi mucize göstermemesini nebiliğinin inkârı için delil saymışlardır. (Katolik ve Protestan eleştirmenlerden de bu çocukça delili, gülünecek bir ciddiyetle ileri sürenler çoktur. Muhammed, Ümmü Mesih, Mizanü’l Hakika ve benzerleri gibi iftiranamelerde hep bu delil görülür.)
5. Vahiy
Hazreti Peygamber’de peygamberlik, rüya ile başlamıştır. O vakit yaşı kırka varmıştı. Rüyaları hikmete ait şeylerden, bazı olayların keşfinden ibaret idi. Bu durum altı ay kadar devam etti. Bu müddet zarfında Hazreti Peygamber, ıssız yerlere çekilmeyi tedbir edinmişti. Vakitlerinin çoğunu Hira Dağı’ndaki mağarada, gizlice ve tenhaca ibadetle geçirirdi. Bir gün kendisine Cibril [Cebrail] göründü ve “O yaratan Rabb’inin ismiyle oku…”40 ayetlerini getirdi.
Meleği görmek, Resulullah Efendimiz Hazretleri’ne dehşet verdi. Tam saflığına ve en üstün derecede doğruluğuna yine bir delildir ki vahyin heybetliliğinden titrediği ve perişan olduğu hâlde şefkatli eşi Hz. Hatice’nin yanına gitti ve “Beni örtün.” dedi.

Bir müddet o hâlde kaldı, biraz aklını başına topladı. Şahidi olduğu durumu Hz. Hatice’ye anlattı. Burada da dikkate ve ehemmiyete değer bir nokta var. Hazreti Peygamber sırf doğruluk ve dürüstlük sahibi olmasaydı ve İslam düşmanlarının iddia ettiği gibi peygamberliği bir yapmacık bir tavırdan ibaret olsaydı, Hz. Hatice’yi endişelere salan o perişan durumun Cenâb-ı Nebi’de görülmemesi gerekirdi. Resulullah Efendimiz, görmüş olduğu durumdan pek korkmuştu ve bu durum karşısında hayrette kalıp şaşırmıştı. Korku ve hayrete kapıldığını Hz. Hatice’den gizlememiş olacak ki o şefkat hazinesi, mukaddes eşini alıp amcazadesi Varaka bin Nevfel’e götürmüş, Hz. Peygamber de gördüklerini ve işittiği vahyi Varaka’ya etraflıca anlatmıştır.
İlk nazil olan bu ayet, Kur’an’ın nazım ile nesir arasında olan kendine özgü üslubunun örneğidir. Hâlbuki Hazreti Peygamber’den önce bu üslup ile söz söylemiş kimse görülmediği gibi Hazreti Peygamber’in peygamberlikten önce olan ifade şekliyle de Kur’an üslubu arasında münasebet ve benzerlik yoktur. Bu kelam, sırf vahiy hâlinin mahsulüdür.
Varaka bin Nevfel, Hazreti Peygamber’in gördükleriyle bu kelamı düşünüp değerlendirerek “Müjde, ey Muhammed! Sen, Mesih İsa’nın haber verdiği ahir zaman nebisisin; sana görünen melek, senden önce Musa’ya inen Cibril’dir.” dedi.
Hatta feraset ve irfanının üstünlüğünden, Hazreti Peygamber’e kavminin göstereceği zorlukları ve yapacağı eziyetleri dikkat nazarına alarak “Keşke davetini ilan edeceğin vakit hayatta kalsam da kavminin sana eziyet edeceği vakit yardım etsem!” sözlerini ilave etti.
Bu ayetin inmesi Muhammedî nebiliğin başlangıcıdır. Ondan sonra vahyin arkası kesildi. Hazreti Peygamber, büyük buhran ve ümitsizlik içinde kaldı. Bu dayanılmaz hâl üç sene sürdü. Bu üç senelik müddette Peygamber Efendimiz’in maruz kaldığı iç mücadelenin büyüklük ve yüceliğini hiçbir kalem tasvir edemez. İlk peygamberlik ayetini tebliğinden sonra Cibril’in bir daha görünmemesi, Hazreti Peygamber’de öyle bir aşk, öyle bir hasret hâli ortaya çıkardı ki ruh ankası bir an bu misal âleminde duramıyor ve sonsuzluk sahasında maşukunu arıyordu. Zihin parçalayan bu mücahede [iç mücadelesi] ve iştiyak [özleyiş] anlarında yoldaşı, derdini açacak sırdaşı olmayan Hazreti Peygamber, kadınların en vicdanlısı ve kadınlığın eşsiz timsali olan Hz. Hatice anamızla sohbet eder, o sevgi ve şefkat hazinesi ise büyüklüğünü dış ve iç gözüyle gördüğü sevgili peygamberine, saygıdeğer kocasına teselli verirdi. (Allah, hoşnutluğunun en üstünüyle ondan hoşnut oldu).
Burada da Peygamber Efendimiz’in doğruluğu ve samimiliği için yeni bir delil görüyoruz. Eğer Peygamber Efendimiz’in peygamberliği, birtakım idari ve siyasi emelleri icra için, yani siyasi isteklerini yürütebilmek için düşünülerek yapılmış yapmacık bir tavır olsaydı, bu yakıcı bekleyişler, üç sene korku ve umut arası yanışlar meydana gelir miydi?
Bu üç senelik düşünme hâli, Peygamber Efendimiz’de peygamberliğin ağır yükünü taşıyacak metaneti, tamamlık ve en üstünlük derecesine ulaştırdı. Ve bir gün yine isminin çağrıldığını duydu. Nida gökten geliyordu. Yine kendisini dehşet ve korku kapladı. Hatice’nin yanına kaçtı ve abasına büründü. Fakat bu örtülerle, hakikat-i Ahmediyye’nin külli akıl mertebesinin timsali olan Emin Ruh’tan [Cebrail’den] gizlenmek mümkün olamazdı. Bundan dolayı Cibril oraya kadar geldi ve resullük ayeti olan “Ey örtülere bürünmüş olan! Kalk, uyandır…”41 emrini Peygamber Efendimiz’in işitme duygusuna eriştirdi.
Bu dakikadan itibaren Hazreti Muhammed (s.a.v.) ilahi dini, insanlar arasında yaymaya memur edildi.
Peygamber Efendimiz’in resullüğünü ilk tasdik ve ikrar eden Hazreti Hatice ve henüz yaşça küçük bulunan İmam Ali oldu. Zaten Hazreti Peygamber’in sırdaşı olan Hatice anamız, muhterem kocasının ulviyet tecellilerine ve mukaddes vazifesine peygamberlik ayetinin inmesinden beri, hatta daha evvel inanmış idi. Ali ise o yüce irfan hocasının çekirdekten yetişme terbiyesi altında büyümüş ve Hz. Muhammed’in zatının pervanesi olmuş idi. Üçüncü olarak öteden beri Ahmedî kemalatın [Hz. Peygamber’in olgunluğunun] hayranı, Kureyş başkanlarının ahlakça ve ruhça en güzeli ve en üstünü olan Ebubekir iman etti. (Allah onların hepsinden razı olsun)