
Полная версия:
Hayaletgören
“Bunun nasıl sonuçlanacağına dair bir güvence veremem,” dedi Sicilyalı.
“Aman Tanrım! Olamaz!” diye kadınlar masada bağrışarak korkuyla sandalyelerinden fırladılar.
“Hayaletiniz gelsin bakalım,” dedi abbé diklenerek, “ama burada keskin kılıçların olduğu konusunda onu önceden uyarın.” (Bu arada konukların birinden kılıcını vermesini rica etti.)
“Siz nasıl isterseniz öyle davranın,” diye soğuk bir cevap verdi Sicilyalı, “tabii daha sonra hâlâ buna hevesiniz kalırsa.” Burada Prens’e doğru döndü. “Saygıdeğer bayım,” dedi, “Anahtarınızın bir yabancının eline geçtiğini iddia ediyorsunuz. Acaba kim olduğunu tahmin edebiliyor musunuz?”
“Hayır.”
“Kuşkulandığınız hiç kimse yok mu?”
“Doğrusu düşündüğüm biri vardı…”
“Eğer karşınızda görseydiniz, o kişiyi tanır mıydınız?”
“Hiç kuşkusuz.”
O anda Sicilyalı paltosunu açtı ve altından bir ayna çıkartıp Prens’in gözünün önüne tuttu.
“Bu mu?”
Prens dehşetle geriledi.
“Ne gördünüz?” diye sordum.
“Ermeni’yi.”
Sicilyalı aynayı tekrar paltosunun altına gizledi. “Gördüğünüz, düşündüğünüz kişi miydi?” diye topluluktakiler Prens’e sordular.
“Ta kendisi.”
O anda herkesin suratı değişti, gülmeyi kestiler. Tüm gözler merak içinde Sicilyalı’ya takılı kaldı.
“Mösyö l’Abbé, iş ciddileşiyor,” dedi İngiliz, “yerinizde olsam, geri çekilmeyi hesaba katardım.”
“Herifin içine şeytan kaçmış,” diye bağırdı Fransız ve evden fırladı gitti, kadınlar çığlıklar atarak salonu terk ettiler, virtüöz de onların peşinden; Alman piskoposluk müşaviri bir koltukta horluyor, Rus ise her zamanki gibi aldırışsızca oturmaya devam ediyordu.
“Belki de büyük konuşanlarla alay etmek istediniz,” diyerek tekrar söze başladı Prens, herkes dışarı çıktıktan sonra, “Yoksa bize verdiğiniz sözü yerine getirmeye niyetli misiniz?” dedi.
“Haklısınız,” dedi Sicilyalı. “Abbé ile konuşurken ciddi değildim, o ödleğin sözüme güvenmeyeceğini gayet iyi bildiğimden ona böyle bir teklifte bulundum. Ama aslında mesele şakaya gelmeyecek kadar ciddi.”
“O halde meseleye hâkim olduğunuzu kabul ediyorsunuz?”
Büyücü uzun bir süre sustu, Prens’i dikkatle süzüyor gibiydi.
“Evet,” diye cevap verdi sonunda.
Prens’in merakı çoktan son haddine varmıştı. Ruhlar âlemiyle ilişkiye girmek, en büyük hayaliydi; Ermeni’nin o ilk göründüğü andan itibaren, az çok olgunlaşmış aklının uzun zamandır kendinden uzakta tuttuğu tüm fikirler yeniden hortladı. Sicilyalı ile bir kenara çekildi, onunla hararetli hararetli konuştuğunu duyuyordum.
“Şu anda karşınızdaki adam,” diye devam etti Prens, “bu önemli konunun açıklığa kavuşturulması için sabırsızlıktan yanıp tutuşmakta. Burada, benim kuşkumu giderecek ve gözlerimin önündeki perdeyi kaldıracak olan kişileri benim velinimetim, benim en yakın dostum olarak kucaklayacağım. Benim için böyle büyük bir hizmette bulunmayı ister misiniz?
“Benden ne talep ediyorsunuz?” dedi büyücü düşünceli bir tavırla.
“Şimdilik sanatınızla ilgili bir örnek yeter. Bana bir hayalet gösterin.”
“Bu ne işe yarayacak?”
“Böylece beni daha yakından tanıyıp daha ileri seviyedeki bir derse layık olup olmadığıma hüküm verebilirsiniz.”
“Size herkesten çok değer veriyorum, saygıdeğer Prens. Sizin henüz farkında olmadığınız, yüzünüzdeki gizli bir güç ilk görüşte beni size bağladı. Siz zannettiğinizden daha kudretlisiniz. Benim bütün gücüm sınırsızca sizin emrinizdedir, ancak…”
“O halde, bana bir hayalet gösterin.”
“Fakat ilk önce bu talebinizin sırf basit bir meraktan kaynaklanmadığından emin olmam gerekir. Görünmez kuvvetler bir ölçüye kadar benim irademe bağlıysa da, kutsal sırların kutsiyetini bozmamak, yani gücümü kötüye kullanmamak koşuluyla.”
“Niyetim tamamen saftır. Ben hakikati istiyorum.”
O anda bulundukları yerden uzaklaşarak ilerideki bir pencereye yaklaştılar, artık ne konuştuklarını duyamıyordum. Bu konuşmayı benimle aynı şekilde dinlemiş olan İngiliz beni kenara çekti.
“Prensiniz asil ruhlu bir adam. Bir sahtekârla ilişkiye girmesine üzülüyorum.”
“Belli olmaz,” dedim, “onun bu işten nasıl sıyrılacağına bağlı.”
“Biliyor musunuz?” dedi İngiliz, “Şu anda o sefil herif önemsenmek istiyor. Paranın sesini duyuncaya kadar sanatını ortaya sermeyecek. Burada dokuz kişiyiz. Aramızda para toplayalım ve yüksek bir miktar ile onu heveslendirelim. O bozguna uğrar, Prens’inizin de gözleri açılır.
“Bence tamam.”
İngiliz tabağa altı guinea attı ve sırayla toplamaya başladı. Herkes birkaç louis verdi; önerimiz özellikle Rus’u olağanüstü ilgilendirmiş gibi görünüyordu, tabağa yüz duka değerinde bir banknot bıraktı; İngiliz bu savurganlığa çok şaşırdı. Toplanan parayı Prens’e götürdük. “Lütfen,” dedi İngiliz, “bu beye bizim adımıza ricada bulunarak sanatının bir örneğini izlememize izin vermesini ve minnettarlığımızın bu ufak kanıtını da kabul etmesini sağlayınız. “Prens içine değerli bir yüzük koyarak tabağı Sicilyalı’ya uzattı. O ise birkaç saniye durup düşündü. “Sayın baylar ve velinimetlerim,” diyerek söze başladı, “bu yüce ruhluluk beni utandırdı. Beni tam olarak tanımadığınız belli oluyor ama ben gene de talebinize karşılık vereceğim. Dileğiniz yerine getirilecektir” (bir yandan da çanı çalıyordu.) “Şahsım adına hakkım olmayan bu altınları izninizle yolumuzun üzerindeki Benedikten manastırına hayır işleri için bırakacağım. Yüzüğü ise prenslerin en saygıdeğerini bana hatırlatacak paha biçilmez bir yadigâr olarak saklayacağım.”
O anda otelin sahibi geldi ve Sicilyalı parayı derhal ona iletti.
“Yine de alçağın biri o,” dedi İngiliz kulağıma. “Parayı reddetti, çünkü şimdi onun için önemli olan bizzat Prens’tir.”
“Ya da otelin sahibi görevini biliyor,” dedi bir başkası.
“Kimi istiyorsunuz?” diye sordu büyücü, Prens’e.
Prens bir an düşündü. “Bence büyük adamlardan birini getirtin,” diye seslendi Lord. “Papa Ganganelli’yi6 çağırın. Beyefendiye nasıl olsa ucuza mal olacak.”
Sicilyalı dudaklarını ısırdı. “Kutsanmış birini çağırmam yasak.”
“Tüh, bu çok fena,” dedi İngiliz. “Hangi hastalıktan öldüğünü belki kendisinden öğrenebilirdik.”
“Marki de Lanoy,” diyerek Prens söze girdi, “son savaşta Fransız tuğgeneraliydi ve benim en yakın arkadaşımdı. Hastinbeck çarpışmasında ölümcül bir yara aldı, onu benim çadırıma taşıdılar, orada çok geçmeden kollarımda öldü. Can çekişirken, kendisine yaklaşmam için bana işaret etti. ‘Prens,’ diye konuşmasına başladı, ‘anayurdumu bir daha asla göremeyeceğim, benden başka kimsenin bilmediği bir sırrımı size söylüyorum. Felemenk sınırındaki bir manastırda yaşayan bir…’ O anda can verdi. Ölümün eli son sözlerini yarıda kesti; onu burada görmek ve devamını dinlemek isterdim.”
“Tanrı biliyor ya, çok şey istiyorsunuz,” diye haykırdı İngiliz. “Bu işin altından kalkarsanız, sizi ikinci bir Süleyman7 ilan edeceğim.”
Prens’in bu anlamlı seçimine hayran kaldık ve hep birden onu destekledik. O sırada büyücü sert adımlarla bir aşağı bir yukarı yürüyordu, kararsızlık içinde kendisiyle mücadele ediyor gibiydi.
“Ölenin geride size bıraktıklarının hepsi bu kadardı, öyle mi?”
“Hepsi bu.”
“Onun yurdunda bu konuda daha başka soruşturmalar yapmadınız mı?”
“Hepsi boşunaydı.”
“Marki de Lanoy kusursuz bir yaşam sürmüştü, değil mi? Her ölüyü çağırmam yasak da.”
“Ölürken gençliğinde yaşadığı aşırılıklardan pişmanlık duyuyordu.”
“Yanınızda ondan bir anı taşıyor musunuz?”
“Evet.” (Prens gerçekten yanında bir enfiye kutusu taşıyordu, üzerinde mineyle işlenmiş Marki’nin minyatür portresi olan bu kutuyu sofrada yanına koymuştu.)
“Bunun ne olduğunu bilmem gerekmiyor! Beni yalnız bırakın. Ölen kişiyi göreceksiniz.”
O bizi çağırana kadar, diğer köşke geçmemizi rica etti. Derhal salondaki bütün mobilyaları dışarı çıkarttı, pencereleri söktürdü ve kepenkleri sonuna kadar indirtti. Dostu olduğu belli olan otel sahibine, içinde kor halinde kömür bulunan bir çanak getirmesini ve evde yanan bütün ateşleri suyla dikkatlice söndürmesini emretti. Dışarı çıkmadan önce, her birimizden burada görüp duyduklarımız hakkında sonsuza dek konuşmayacağımıza dair namus sözü vermemizi istedi. Arkamızdan bu köşkteki tüm odaların kapıları sürgülendi.
Saat on biri geçiyordu, evin her yanına derin bir sessizlik hâkimdi. Dışarı çıkarken, Rus bana yanımızda dolu silah bulundurup bulundurmadığımızı sordu. “Niçin?” dedim. “Ne olur, ne olmaz,” diye cevapladı. “Bir dakika bekleyin, ben bir bakayım.” Yanımızdan uzaklaştı. Baron von F** ve ben o köşke bakan bir pencereyi açtık, bize sanki iki kişinin aralarında fısıldaştıklarını ve bir yere merdiven dayadıklarını duymuşuz gibi geldi. Tabii ki bu sadece bir tahmindi, bunun doğru olduğunu ileri sürmeye cesaret edemem. Rus yarım saat sonra bir çift tabancayla geri döndü. İçine kurşun yerleştirdiğini gördük. Saat ikiye yaklaşırken büyücü tekrar göründü ve bize vaktin geldiğini haber verdi. İçeri girmeden önce ayakkabılarımızı çıkartmamız, üzerimizde sadece gömlek, çorap ve iç çamaşırımızın kalması emredildi. Arkamızdan, ilk seferinde de olduğu gibi, kapı sürgülendi.
Salona geri döndüğümüzde, yere kömürle geniş bir daire çizilmiş olduğunu gördük, içine on kişiyi, hepimizi rahatça alacak büyüklükteydi. Odanın dört duvarı boyunca bütün döşeme tahtaları kaldırılmıştı, öyle ki bir adanın üzerinde gibiydik. Dairenin tam ortasına üstü siyah örtüyle kaplı bir altar yerleştirilmiş, altına da kırmızı atlas bir halı serilmişti. Altarın üzerinde bir kurukafanın yanında açık halde bir Keldani İncili durmaktaydı, ayrıca üzerine gümüş bir haç tutturulmuştu. Mum yerine gümüş bir kabın içinde ispirto yanıyordu. Günlükten yayılan yoğun duman salonu kararttığından, ışık adeta boğulmuştu. Büyücü, tıpkı bizler gibi soyunuktu, ama onun ayakları çıplaktı; boynundaki insan saçından yapılma kolyenin ucunda bir muska taşıyordu, kalçasına üzeri gizli şifreler ve sembolik figürlerle bezeli beyaz bir önlük dolamıştı. El ele tutuşmamızı ve derin bir sessizlik içinde kalmamızı emretti; özellikle hayalete hiç soru sormamamızı tembih etti. İngiliz’den ve benden (en çok bizim ikimize karşı güvensizlik besliyor gibiydi) iki çıplak kılıcı hiç kıpırdamadan çapraz olarak onun bir parmak kadar başının üstünde işlem bitinceye kadar tutmamızı rica etti. Çevresinde bir yarımay oluşturduk, Rus subay İngiliz’in hemen yanında altarın bitişiğinde duruyordu. Yüzü doğuya çevrili halde, büyücü şimdi halının üzerindeydi, dört bir yöne kutsanmış su serpiyordu, üç defa İncil’e doğru eğildi. Ruh çağırma seremonisi yedi-sekiz dakika kadar sürdü, biz olanlardan hiçbir şey anlamadık; bittiğinde hemen arkasında duranlara bir işaret vererek şimdi onu saçlarından sıkıca tutmalarını istedi. Şiddetli kasılmalar içinde üç defa ölenin adını haykırdı ve üçüncüsünde elini haça doğru uzattı.
Birdenbire hepimiz sanki bir şimşek çaktığını hissettik ve ellerimiz birbirinden ayrıldı; ani bir gök gürültüsü evi sarstı, bütün kapı kilitleri çınlamaya, bütün kapılar çarpmaya başladı, ispirto kabının kapağı kapandı, ışık söndü ve karşı duvardaki şöminenin üzerinde bir insan sureti belirdi, gömleği kanlıydı, yüzü ölmekte olan birinin benzi gibi bembeyazdı.
“Kim çağırıyor beni?” diye boğuk, zar zor duyulan bir ses geldi kulağımıza.
“Arkadaşın,” diye cevap verdi büyücü, “senin hatırana saygı duyan ve ruhun için dua eden,” diyerek Prens’in adını söyledi.
Cevaplar hep uzun bir aradan sonra geliyordu.
“Ne istiyormuş?” diye ses devam etti.
“Bu dünyada başladığın ama bitiremediğin itirafını sonuna kadar dinlemek istiyor.”
“Felemenk sınırındaki bir manastırda yaşayan…”
O anda ev yeniden sarsıldı. Kapılar şiddetli bir gök gürültüsüyle kendi kendine açıldı, bir yıldırım odayı aydınlattı ve ilki gibi kanlar içinde ve bembeyaz suratlı ama ondan daha korkunç başka bir cismani görüntü eşikte belirdi. İspirto kendiliğinden alev aldı ve salon önceden olduğu gibi aydınlandı.
“Kim var aramızda?” diye bağırdı büyücü korku içinde ve dehşet dolu gözlerle topluluğa bir bakış attı: “Seni ben çağırmadım.”
Hayalet, vakur ve sessiz adımlarla altara doğru yürüyüp halının üzerinde, tam karşımızda durdu ve haçı eline aldı. İlk sureti artık göremez olmuştuk.
“Kim çağırıyor beni?” dedi bu ikinci hayalet. Büyücü şiddetle titremeye başladı. Korku ve hayretten donup kalmıştık. Ben bir tabanca kaptım, büyücü onu elimden çekip aldı ve karşımızdaki hayalete doğru ateş etti. Kurşun altarın üzerinde ağır ağır yuvarlandı ve hayalet dumanın içinden hiçbir şey olmamışçasına ortaya çıktı. O anda büyücü baygın bir halde yere yığıldı.
“Ne oluyor?” diye bağırdı İngiliz dehşet dolu bir sesle ve ona bir kılıç darbesi indirmek istedi. Hayalet onun koluna dokundu ve kılıç yere düştü. O anda korkudan alnım ter içinde kaldı. Baron von F** de aynı anda dua okuduğunu sonradan itiraf etti. Bütün bu zaman boyunca Prens, korkusuz ve sakin bir tavırla gözlerini hayalete dikmiş, duruyordu.
“Evet! Seni tanıdım,” diye sonunda haykırdı duygulanarak, “Sen Lanoy’sun, sen benim arkadaşımsın… Nereden geliyorsun?”
“Ebediyet dilsizdir. Bana geçmiş yaşantıma ait sorular sor.”
“Bana tarif ettiğin manastırda kim yaşıyor?”
“Benim kızım.”
“Nasıl? Sen baba mı oldun?”
“Ah, ne yazık ki, çok az babalık yaptım!”
“Mutlu değil misin, Lanoy?”
“Tanrı beni yargıladı.”
“Bu dünyada sana ne gibi bir hizmette bulunabilirim?”
“Hiç, sen kendini düşün yeter.”
“Bunu nasıl yapmalıyım?”
“Roma’da bunu öğreneceksin.”
O anda bir şimşek daha çaktı ve gök gürledi. Odayı kara bir duman bulutu kapladı; dağıldığında, hayalet yok olmuştu. Bir pencerenin kepengini açtım. Sabah olmuştu.
Şimdi büyücü de ayılıyordu. “Neredeyiz?” diye haykırdı, gün ışığını görür görmez. Rus subay onun hemen arkasında duruyor ve omzunun üstünden ona bakıyordu. “Düzenbaz,” dedi ona doğru dehşet saçan bir bakışla, “bir daha asla ruh çağırmayacaksın.”
Sicilyalı arkasına döndü, dikkatle onun yüzüne baktı, tiz bir çığlık attı ve ayaklarına kapandı.
Bir anda hepimiz sözümona Rus olan adama baktık. Prens, onda Ermeni’nin yüz hatlarını tanımakta zorlanmadı ve biraz önce kekelemekte olduğu söz ağzına tıkıldı kaldı. Dehşet ve hayretten hepimiz adeta taş kesilmiştik. Hiç ses çıkarmadan ve kıpırdamadan bu esrarengiz varlığa gözlerimizi dikmiş, bakıyorduk; o ise sessiz gücün ve azametin ifadesi olan bir bakışla içimizi okuyordu. Bu suskunluk bir dakika sürdü, sonra bir dakika daha. Herkes soluğunu tutmuştu.
Birden kapıya birkaç kez kuvvetle vuruldu ve hepimiz kendimize geldik. Kapı parçalanarak salona devrildi, içeriye nöbetçilerle birlikte mübaşirler8 daldı. “İşte nihayet sizi bir arada bulduk!” diye bağırdı şefleri ve yanındakilere döndü. “Hükümet adına!” diye haykırdı bize doğru. “Sizleri tutukluyorum.” Daha aklımız başımıza gelmeden, göz açıp kapayıncaya kadar etrafımız sarılmıştı. Şimdi kendisini tekrar Ermeni diye adlandıracağım Rus subay, mübaşirlerin şefini kenara çekti ve o anki karışıklıkta fark edebildiğim kadarıyla, kulağına gizlice birtakım sözler fısıldadı ve ona yazılı bir belge gösterdi. Bunun üzerine, mübaşir hiç konuşmadan, önünde saygı dolu bir reverans yaparak onun yanından uzaklaştı ve bize doğru dönüp şapkasını çıkardı. “Beni bağışlayın, baylar,” dedi, “sizi bu sahtekârla karıştırdım. Size kim olduğunuzu sormayacağım; çünkü bu bey karşımdakilerin onurlu kişiler olduğuna dair bana güvence veriyor.” Bunları söylerken adamlarına bizi serbest bırakmalarını işaret etti. Sicilyalı’yı ise gözaltına alıp bağlamalarını emretti. “O serserinin artık vakti doldu,” diye ekledi. “Yedi aydır onu yakalamak için pusuda bekliyorduk.”
Bu sefil adam gerçekten acınacak durumdaydı. İkinci hayaletin görünmesi ve bu beklenmedik baskının yarattığı çifte korku, aklını başından almıştı. Bir çocuk gibi onu bağlamalarına izin verdi; bir ölününkini andıran yüzünde gözleri kocaman açılmış, sabit bakıyordu; dudakları usul usul seğirir gibi titriyor, ama ağzından hiçbir ses çıkmıyordu. Her an bir kasılma nöbeti geçirecek gibiydi. Prens onun durumuna acıdı ve kendini tanıtarak salıverilmesi için mübaşiri ikna etmeye yeltendi.
“Saygıdeğer bayım,” dedi mübaşir, “böylesine bir yüce ruhlulukla kendisine aracılık ettiğiniz bu adamın kim olduğunu biliyor musunuz? Sizi aldatmak için kurduğu düzen onun en hafif suçlarından biri. İşbirlikçileri elimizde. Onun hakkında iğrenç şeyler söyleniyor. Bundan sadece kürek cezasıyla kurtulursa, kendini şanslı saymalı.”
O arada otel sahibinin de çalışanlarıyla birlikte iplerle bağlanmış olarak avludan geçirildiklerini gördük. “O da mı?” diye bağırdı Prens. “O ne suç işledi?” Mübaşirlerin şefi, “O, onun suç ortağı ve yardakçısı,” diye cevapladı. “Elçabukluğu numaralarında ve hırsızlıklarında ona yardımcı olan ve ganimeti paylaştığı kişi. Biraz sonra buna ikna olacaksınız, saygıdeğer bayım.” (O sırada adamlarına doğru döndü.) “Bütün evi baştan başa arayın ve ne bulursanız derhal bana bildirin.”
Şimdi Prens etrafına bakınarak gözleriyle Ermeni’yi arıyordu ama ondan eser yoktu; baskının yarattığı genel karışıklık sırasında fark edilmeden uzaklaşmaya fırsat bulmuştu. Prens çaresizdi; hemen adamlarını peşinden yollamaya kalktı; hatta bizzat kendisi gidip onu aramak istedi, beni de beraberinde sürüklemek niyetindeydi. Pencereye doğru koştum; bütün evin etrafını bu olayın söylentilerini duyan meraklılar sarmıştı. Kalabalığı aşmak imkânsızdı. Prens’e şöyle telkinde bulundum: “Bu Ermeni bizden gizlenmeyi gerçekten istiyorsa, saklanmanın yolunu mutlaka bizden iyi biliyordur ve tüm aramalarımız da boşa çıkacaktır. Bence dilerseniz biraz daha burada kalalım, saygıdeğer Prens. Belki bu mübaşir onun hakkında bize daha fazla bilgi verebilir; eğer doğru gördüysem, ona kendini tanıttı.”
Hâlâ yarı çıplak olduğumuzu fark etmiştik. Hemen odamıza gittik ve hızla kıyafetlerimizi üzerimize geçirdik. Geri döndüğümüzde, evde yapılan arama bitmişti.
Altarı dışarı çıkarıp salonun döşeme tahtalarını kaldırınca, içinde bir insanın dik olarak rahatça oturabileceği, genişçe bir mahzen ortaya çıktı, kapısından dar bir merdivenle bodruma iniliyordu. Bu mahzende bir elektrikleme makinesi, bir saat ve küçük bir gümüş çan bulundu; çan ve elektrikleme makinesinin, altar ve onun üstüne tutturulmuş olan haçla arasında bir bağlantı yapılmıştı. Şöminenin tam karşısındaki pencerenin kepengi delinmiş ve bir sürgü takılmıştı, böylece daha sonra öğrendiğimiz gibi, bu deliğe bir laterna magica9 yerleştirilerek istenen görüntü şöminenin üzerindeki duvara düşürülmüştü. Tavan arasından ve bodrumdan çeşitli davullar çıkardılar, üzerlerinde iplere bağlanmış iri kurşun küreler asılıydı, herhalde duyduğumuz gök gürültüsü seslerini bu yolla meydana getirmişlerdi. Sicilyalı’nın kıyafetleri incelendiğinde, bir kutunun içinde çeşitli tozlar, aynı şekilde cam tüpler ve kaplarda cıva, bir cam şişede fosfor, demir düğmelerin üzerine yapışmasından mıknatıs özelliği olduğunu hemen anladığımız bir yüzük, ceketinin cebinde bir “Göklerdeki Babamız” duası, uzun bir sakal, küçük cep tabancaları ve bir hançer bulundu. “Bakalım, dolu muymuş!” dedi mübaşirlerden biri ve eline aldığı tabancalardan birini şömineye doğrultarak ateş etti. “İsa Meryem aşkına!” diye boğuk bir insan sesi haykırdı, bu sesi ilk hayaletten de duymuştuk; aynı anda da vücudu kanlar içinde birinin bacadan aşağıya düştüğünü gördük. “Hâlâ huzura kavuşamadın mı, zavallı ruh?” diye bağırdı İngiliz, bizler dehşetle geriye çekilirken. “Haydi, mezarına dön. Olmadığın gibi görünmüştün; şimdi ise göründüğün gibi olacaksın.”
“İsa Meryem aşkına! Yaralandım,” diye tekrarladı şöminedeki adam. Kurşun sağ bacağını parçalamıştı. Derhal yarasını sardılar.
“Peki sen kimsin, hangi iblis seni buraya getirdi?
“Ben zavallı bir çıplak ayaklı keşişim,” diye cevapladı yaralı adam.
“Buradaki yabancı bir adam bana bir duka altını verdi ve karşılığında…”
“Ezberlettiği bir efsun duasını söylemeni mi istedi? Peki neden işin bitince çıkıp gitmedin?”
“Bana bir işaret verecekti, o zaman gidebilecektim; ama işaret gelmedi, dışarı çıkmak için yukarı tırmanmak istediğimdeyse, merdiven yerinde yoktu.”
“Sana ezberlettirdiği efsun duası neydi?”
Adam o anda bayıldı, ondan artık bir şey öğrenmek mümkün değildi. Daha yakından baktığımızda, onun önceki akşam Prens’in yoluna çıkıp büyük bir ciddiyetle konuşan keşiş olduğunu fark ettik.
O sırada Prens, mübaşirlerin şefine doğru dönmüştü.
“Siz bizi,” dedi, aynı zamanda avucuna birkaç altın sıkıştırarak, “siz bizi bir sahtekârın elinden kurtardınız ve bizi tanımadığınız halde hakkımızı verdiniz. Şimdi eğer birkaç sözüyle bizim serbest bırakılmamızı sağlayan o meçhul kişinin kim olduğu hakkında bizi aydınlatırsanız, size karşı minnettarlığımız son haddine varacaktır.”
“Kimi kastediyorsunuz?” diye sordu mübaşirlerin şefi, bu sorunun ne kadar gereksiz olduğunu açıkça belli eden bir yüz ifadesiyle.
“Rus üniformalı bayı kastediyorum, sizi bir kenara çekip yazılı bir belge göstererek kulağınıza birtakım sözler fısıldamış, siz de onun üzerine bizi serbest bırakmıştınız.”
“Demek o adamı tanımıyorsunuz?” diye tekrar sordu mübaşir. “O sizin grubunuzdan değil miydi?”
“Hayır,” dedi Prens, “üstelik çok önemli sebeplerden dolayı kendisiyle yakından tanışmak istiyordum.”
“Yakından,” diye cevap verdi mübaşir, “onu ben de tanımıyorum. Şahsen adını bile bilmiyorum, bugün onu hayatımda ilk kez gördüm.”
“Nasıl olur, bu kadar kısa zamanda ve birkaç sözle hem kendisinin hem de bizlerin suçsuz olduğuna sizi nasıl ikna edebildi?”
“Aslında bir tek sözcükle.”
“Peki neydi bu? İtiraf edeyim, bunu bilmek istiyorum.”
“Bu meçhul adam, saygıdeğer bayım,” –aynı anda da avucundaki duka altınlarını eliyle tartıyordu– “Bana karşı o kadar cömert davrandınız ki, sizden bu sırrı daha fazla saklamayacağım –bu meçhul adam– Devlet Engizisyonu’ndan bir subaydı.”
“Engizisyon mu! Bu adam!..”
“Aynen öyle, saygıdeğer bayım, gösterdiği evrak beni öyle olduğuna ikna etti.”
“Aynı adamdan mı bahsediyorsunuz? Bu imkânsız.”
“O halde size dahasını da söyleyeyim, saygıdeğer bayım. Aynı adam, ruh çağıran kişiyi tutuklamak üzere benim buraya gönderilmemi sağlayan ihbarı yapanın da ta kendisiydi.”
Şaşkınlığımız artmış halde birbirimize baktık.
“Şimdi anlaşıldı,” diye bağırdı İngiliz sonunda, “ruh çağıran o sefil herifin onun yüzünü yakından görünce neden korkudan titrediği belli oldu. Onun kendisini ihbar eden kişi olduğunu anladı ve o yüzden öyle çığlık atıp ayaklarına kapandı.”
“Hiç de değil,” diye bağırdı Prens. “Bu adam, her ne olmak istiyorsa odur ve o anda her ne olması gerekirse o olur. Bu adam gerçekte nedir, bunu henüz hiçbir ölümlü öğrenemedi. Sicilyalı’ya ‘Bir daha asla ruh çağırmayacaksın!’ sözlerini haykırdığı anda onun yıkıldığını görmediniz mi? Bunun arkasında çok şey var. İnsandan gelen böyle bir tehdidin bu kadar korkutacağına beni kimse inandıramaz.”
“Bu konuda bizzat büyücü bize en iyi şekilde yol gösterebilir,” dedi Lord, “eğer bu bay,” (mübaşirlerin şefine doğru dönerek) “tutukladığı adamla konuşmamıza imkân sağlayabilirse.”
Mübaşirlerin şefi buna söz verdi ve biz de hemen ertesi sabah onu ziyaret edeceğimize dair İngiliz’le sözleştik. Derken Venedik’e geri dönmek üzere yola koyulduk.
Sabahın erken saatlerinde Lord Seymour (İngiliz’in adı buydu) oradaydı ve kısa bir süre sonra mübaşirin bizi hapishaneye götürmesi için gönderdiği, daha önceden de gördüğümüz bir şahıs geldi. Bu arada Prens’in birkaç günden beri avcı erlerinden birinin kayıp olduğunu söylemeyi unuttum. Bremen doğumlu bu avcı eri uzun yıllar Prens’e dürüstçe hizmet etmiş ve onun güvenini kazanmıştı. Başına bir şey mi geldi, kaçırıldı mı, yoksa kaçtı mı, kimse bilmiyordu. Kaçması için ortada mantıklı hiçbir sebep yoktu, her zaman sessiz ve düzgün çalışan bir insan olduğu için, kendisine asla bir ihtarda bulunulmamıştı. Arkadaşlarının bütün hatırlayabildikleri, son zamanlarda içine kapandığı ve vakit bulduğu her an, Giudecca Adası’ndaki bir Minorit10 manastırını ziyaret ettiği ve orada birkaç biraderle sık sık görüştüğüydü. Bu durumdan yola çıkarak onun belki de keşişlerin etkisine kapılıp Katolikliği kabul etmiş olabileceği kanısına vardık. Prens o zamanlar bu konuları pek umursamadığından, sonuçsuz kalan birkaç araştırma yaptırmakla yetinmişti. Yine de, sefere çıktığında her zaman yanında olan, ona hep sadık kalan ve yabancı bir memlekette kolayca yeri doldurulamayacak bu insanın kaybı onu üzüyordu. Ancak o gün, tam dışarı çıkmak üzere olduğumuz sırada, Prens’in kendisine yeni bir hizmetkâr temin etmesi için görevlendirdiği banker aradı ve Prens’e iyi eğitimli, düzgün kıyafetli, orta yaşlı, uzun yıllar bir procurator’un11 hizmetinde yazman olarak çalışmış, Fransızca ve biraz da Almanca bilen, ayrıca çok iyi referansları bulunan birini takdim etti. Adamın fizyonomisi beğenildi, ayrıca maaşının Prens’in onun hizmetinden memnuniyetine bağlı olarak belirlenmesini istediğini açıklaması üzerine, hiç tereddütsüz işe alındı.