
Полная версия:
Erewhon’a İkinci Ziyaret
Hanky ve Panky’ye gelince Bridgeford’un mantıksızlık okullarının en fazla sayıda bulunduğu kasaba olduğunu hatırladı; orayı ziyaret etmişti ama oraya “İnsanları şüphe altında olan şehir.” denildiğini unutmuştu. Besbelli onun profesörleri pazar günü toplanacaklardı; eğer bu iki profesör onu soysaydı bile onlardan aldığı bu kadar bilgiyle başını sokacak bir yer bulmuş olduğu için onları affedebilirdi.
Ayrıca, kendisine adanan tapınağı gördükten hemen sonra geri dönmeye karar verdiğinde ihtiyacı olacak kadar Erewhon parası da bulmuştu. Korulara izinsiz dönmenin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyordu ama merakı üstün geldi ve bu tehlikeyi göze almaya karar verdi.
Heykelleri geçtikten hemen sonra bayır aşağı inmeye başladı, sabah oluyordu, yerler engebeli olduğundan atlaya sıçraya gitti. Eski kamp yerine beşten sonra ulaştı; bu, en azından, yokluğunda durduğunu fark edince ayarladığı saatine göre böyleydi.
Şimdi onu yanına almaması için hiçbir sebep yoktu, bu yüzden cebine koydu. Papağanlar onun heybesine, eyerine ve yularına saldırmıştı, bunu yapacakları kesindi ama çantaların içine girmemişlerdi. İngiliz giysilerini çıkardı ve giydi. Altın dolu çantalarını bölmelere yerleştirdi ama Erewhon parasını en yakın yere koydu.
Erewhon giysisini antika olarak saklama niyetiyle heybelere geri koydu; aynı zamanda saçındaki, yüzündeki ve ellerindeki boyayı tazeledi. Kendisine bir ateş yaktı, çay yaptı ve zaman kaybetmemek için yürürken yolduğu iki çift bıldırcını pişirip yedi. Sonra da uykusunu almak için yere uzandı.
Uyandığında bir saat değil iki saat uyumuş olduğunu gördü ki bu da iyiydi. Saat sekiz gibi geçidi tekrar tırmanmaya başladı. Bir an bile mola vermeden akşam gibi heykellere ulaştı. Bu sefer çetin bir rüzgâr vardı ve şiddetle uğulduyordu.
Onları da hızla geçti ve bıldırcınları yakaladığı yere geldiğinde önce korucu olduğunu tahmin ettiği bir adam gördü ama sonra kıyafetin yeterince ilginç şekilde ters olmadığını görünce onun kralın elemanlarından biri olduğunu anladı.
Babamın kalbi hızla attı, iznini çıkardı ve gülen bir yüzle karşısında duran korucuya doğru gitti.
Adamın hâlâ güler yüzlü ve açık renk saçlı olduğunu görünce babam “Sanırım siz başkorucusunuz, ben Profesör Panky ve bu da iznim.” dedi. “Kardeş profesörümün gelmesi engellendiği için gördüğünüz gibi yalnızım.”
Hanky’nin daha popüler olanı olduğunu anlayınca babam Panky’nin ismini kullanmayı tercih etmişti.
Genç adam izin belgesini şüpheyle incelerken babam da onu inceledi ve kendi geçmişini onda görerek onun kendi oğlu olduğundan şüphelendi. Delikanlı gerçekten her babanın gurur duyabileceği gibi biri olduğundan babam hislerini gizlerken çok zorlandı.
Onu kucaklayıp kim olduğunu haykırmak istedi ama çok iyi biliyordu ki bu olamazdı. Ondan sonra kendisiyle verdiği mücadeleyi anlatırken gözlerinden tekrar yaşlar boşaldı.
Bana “Kıskanma benim canım oğlum, seni de en az onu sevdiğim kadar içten seviyorum, hatta daha çok ama onu tanımam çok ani olmuştu ve beni sevimli, gençlik, sağlık ve dürüstlük dolu güler yüzüyle kendisine hayran etti.” dedi. “Senin zavallı annen hakkında çok konuşman hariç sana inanılmaz benzediğinden onu gördüğümde kalbimi heyecan sardı.”
Kıskanmamıştım; aksine bu delikanlıyı görmek ve onda her zaman sahip olmayı arzuladığım böyle bir kardeşi bulmayı istedim. Ama şimdi babamın hikâyesine döneyim.
Genç adam izin belgesini inceledikten sonra belgenin form şeklinde olması gerektiğini belirtti ve babama geri verirken ona nazik bir hoşnutsuzlukla baktı.
“Sanırım siz de Bridgeford’dan ve ülkenin her yerinden gelenler gibi pazar günkü adamaya geldiniz.” dedi.
Babam “Evet. Vay canına, burası amma rüzgârlı! İnsanın gözünü nasıl da sulandırıyor.” dedi ama boğazında öyle bir gıcıklamayala konuştu ki hiçbir rüzgâr esintisi bunu yapamazdı.
Delikanlı “Burasıyla heykeller arasında hiç şüpheli birileriyle karşılaştınız mı?” diye sordu. “Ben aşağıdaki ateşin küllerinin ordan geliyorum; bir ara orada üç adam oturmuş ve hepsi de bıldırcın yemiş. İşte burada onların tüyleri ve kemikleri var, bunları saklayacağım.” dedi. “Küller hâlâ sıcak olduğuna göre onlar gideli iki saatten fazla olmuş olamaz; gitgide daha cesur olmaya başladılar ateş yakmaya cüret edeceklerini kim düşünürdü ki? Sanırım siz kimseyle karşılaşmadınız; ama bir kişi bile görseniz haberim olsun.”
Babam kimseyle karşılaşmadığını söyledi. Sonra gülerek delikanlının durumu en az onun kadar nasıl fark edebildiğini sordu.
“Üç tane dikkat çekici işaret ve küllerin arasında üç ayrı çift bıldırcın kemiği vardı. Ayıklama işini bir adam yapmış. Bu tuhaf ama eminim sonra çözeceğim.”
Biraz daha konuştuktan sonra korucu şimdi Sunchston’a gitmekte olduğunu söyledi ve kabaca babamla birlikte yürümelerini önerdi.
Babam “Elbette.” diye cevapladı.
Daha birkaç yüz metre gitmeden “Benimle biraz sol tarafa doğru gelirseniz size mavi havuzu gösterebilirim.” dedi.
Akıntının düştüğü sert zeminden kaçınmak için sağa doğru sapmışlardı ve burada daha düz bir iniş buldular. Akıntıya geri dönüyordu ve akıntı ileride daralmaya başlıyordu. Sonra kendilerini kayalık bir havzada buldular; burası çok büyük değildi ama masmaviydi ve açıkçası derindi.
Korucu “Burası bize verilen emre göre diğer taraftan gelen yabancı şeytanları atmamız gereken yer. Sadece dokuz aydır başkorucuyum ama bu korkunç görevle henüz karşılaşmadım…” dedi ve gülümseyerek ekledi. “Ama sizi yakaladığımda bir başlangıç yapacağımı sandım. İzniniz olduğunu görünce de çok memnun oldum.”
“Bu havuzun dibinde kaç iskelet yatıyordur sizce?”
“Topu topu yedi sekiz taneden fazla değildir bence. On sekiz yıl önce üç dört tane ve sonraki yıllarda da aynı sayıda vardı; ben görevlendirilmeden üç ay kadar önce bir adam yakalandı. Ofisimde, tarihleriyle birlikte tam liste var ama korucular Sunchston’daki insanların yakalananların ne zaman mavi havuza atıldığını bilmesine asla izin vermezdi; çünkü bu, insanların huzurunu kaçırırdı ve bazıları cesette bir şey bulabilirler mi diye havuzu aramak için gece buraya gelirlerdi.”
Babam bu iğrenç yerden döndüğü için memnun olmuştu. Bir süre sonra “Buralarda sizin gibi iyi insanlar önümüzdeki pazarki adama etkinlikleri ile ilgili ne düşünüyor?” diye sordu.
Korucuların fikirleri hakkında profesörlerden duyduklarını hatırlayarak “etkinlikler” derkenki telaffuzuna hafif ironik bir ifade verdi. Delikanlı ona keskin bir bakış attı ve gülerek “Etkinlikler yeterince büyük olacak.” dedi.
Babam, “Ne güzel bir tapınak inşa ettiler. Resmi daha görmedim ama dediklerine göre dört siyah-beyaz at oldukça güzel çizilmiş. Güneş’in Oğlu’nu havalanırken gördüm ama havada ne at ne de ona benzer bir şey yoktu.” dedi.
Delikanlı çok ilgilendi. “Gerçekten onu havalanırken gördün mü?” diye sordu. “Tanrı aşkına, bütün bunların ne olduğunu düşünüyorsun?”
“Her ne ise at değildi.”
“Ama olmalı, senin de mutlaka bildiğin gibi sonradan onlardan birinden düşen bir dışkı buldular, bunu da olağanüstü şekilde korudular ve önümüzdeki pazar bunu altın bir sandık içinde gösterecekler.”
Babam bu gerçeği ilk kez öğrendiği hâlde “Biliyorum.” dedi. “Bu kutsal emaneti henüz görmedim ama sanırım daha az tatsız bir şeyler bulmuş olmalılar.”
Delikanlı gülerek “Belki bulurlardı ama atların bırakabileceği başka hiçbir şey yoktu ki. Hiç de söyledikleri gibi olamayan sadece birkaç tane garip şekilde yuvarlanmış taş.”
Babam “İyi, iyi.” diye devam etti. “Kutsal emanet ya da değil, Güneş’in Oğlu’nun öğretilerini tamamen anlasalar da bu martavalları Tanrı’nın en kutsal hediyesi olan akla hakaret olarak görüp hoşlanmayan pek çok kişi var. Bridgeford’da bu at hikâyesinden hoşlanmayan çok kişi bulunuyor.”
Delikanlı şimdi biraz daha rahatlamıştı. Sakince “Burada da var bayım ve Güneş’in Oğlu’ndan nefret edenler de var. Eğer eskiden onun anneme anlattığı gibi bir cehennem varsa onun en derin ateşlerine atılacağından şüphemiz yok. Bak, hepimizi nasıl altüst etti. Ama ne düşündüğümüzü söylemeye cesaret edemiyoruz. Çünkü Erewhon’da hiç cesaret kalmadı.” dedi
Daha az kızgınlıkla “Hepsini sizin Bridgeford halkı ve Müzikal Bankanız yaptı. Müzikal Banka müdürleri insanların kendilerinden ayrıldıklarını ve halkın bu yabancı şeytan Higgs’e – hapisteyken anneme adının bu olduğunu söylemiş- inandığını. Ama sen bütün bunları en az benim kadar biliyorsun. Siz Bridgeford profesörleri bütün bu zaman boyunca bunun böyle olmadığını bildiğiniz hâlde nasıl bu atlara ve Güneş’in Oğlu’nun gerçekten Güneş’in oğlu olduğuna inanmış gibi yapabildiniz.”
“Oğlum -aramızdaki yaş farkını hesaba katarsak sana böyle diyebilirim- biz de Bridgeford’da sizin Sunchston’da olduğunuz gibiyiz; düşündüklerimizi söylemeye her zaman cesartimiz yok. Dinlenmeyeceğimiz için bunu yapmak da çok akıllıca olmaz.
Bu ateş kendi kendine sönmeli, çünkü önüne geçilmeyecek kadar güçlendi. Higgs kendisi geri dönüp evlerin tepesinden ölümlü olduğunu söyleyecek olsa bile öldürülürdü ama kimse ona inanmazdı.”
“Eğer insanlar onu öldürmeyi seçerse gelsin; kendini göstersin, konuşsun ve ölsün. O durumda onu affederdim.”
Babam güçlü hislerle, ağzından kelimeler zorla çıktığından gülümseyerek “Bu bir pazarlık mı?” dedi.
Delikanlı kararlı bir şekilde “Evet, öyle.” diye cevap verdi.
“O zaman onun adına seninle el sıkışalım ve konuyu değiştirelim.”
Başkorucu şüpheyle ve biraz küçümsemeyle ama geri çevirmeden babamın elini kabul etti.
6. Bölüm
Baba ve Oğul Arasındaki Sohbet İlerler: Profesörün Saklı Malları
Konunun değişmesini istemek bir şey ama değiştirmek başka bir şeydir. Kısa bir sessizlikten sonra babam “Annenin sana ne isim verdiğini sorabilir miyim?” dedi.
Gülerek “Benim adım George ama bu, o düzenbazların başı Higgs’in ilk adı olduğundan başka bir şey olmasını isterdim. Bu isimden de onu taşıyan adamdan ettiğim gibi nefret ediyorum!”
Babam bir şey demedi ama elleriyle yüzünü sakladı.
Diğeri “Bayım, korkarım biraz endişelendiniz.” dedi.
Babam “Bana daha küçük yaşta benden çalınan bir çocuğu hatırlattın. Onu uzun yıllardır aradım ve en sonunda onunla tesadüfen karşılaştım; bir babanın tüm kalbiyle bulmayı dileyeceği gibi. Ama yazık! Beni, benim ona yaklaştığım gibi nazikçe karşılamadı ve iki gün sonra beni terk etti ben de onu bir daha görmedim.” dedi.
“O zaman bayım sizi yalnız bıraksam daha mı iyi olur?”
“Hayır, yollarımız ayrılana kadar benimle kal; oğlumu göremediğime göre, sen ona çok benzediğin için sanki o da benimleymiş gibi hissediyorum kendimi. Ve şimdi…” Daha fazla zayıflık göstermemek için konuyu değiştirdi: “Annenin de Güneş’in Oğlu’nu tanıdığını söylemiştin. Söyle bana, onu nasıl tanırdı?”
“Biraz sersem olmasına rağmen ondan çok hoşlanmış. Onun kendisinin Güneş’in Oğlu olduğunu söylediğine inanmıyor. Eskiden dua ettiği ve cennette onu duyabilen bir babası olduğunu söylerdi ama dediğine göre hepimiz bu görünmeyen babaya sahipmişiz.
Annem onun bize zarar vermek istediğine inanmıyor, sadece Bayan Nosnibor’ın küçük kızı ile birlikte bu ülkeden gitmek istediğini söyler hep. Balonla ilgili ortada doğaüstü bir şey olmadığı için onun üstünde pek durmaz; onun Higgs’in yapmayı bildiği bir makine olduğunu söylüyor, ama nasıl yapılacağını unuttuğumuz bir makine, tıpkı diğer birçoklarını unuttuğumuz gibi.
Bu, annemin biz bizeyken söyledikleri ama halk içinde Müzikal Banka müdürlerinin onun hakkında söyledikleri her şeyi doğrular. Onlardan korkar. Belki biliyorsundur, senin izin belgende adını gördüğüm Profesör Hanky onu canlı canlı yakmaya çalıştı.”
Babam Çok şükür ki ben Panky’yim,diye düşündü ve “Oh, korkunç! Korkunç! Hanky bile olsa buna inanamıyorum.” dedi.
“O, bunu inkâr eder ve biz de ona inandığımızı söyleriz. Bridgeford’da kaldığı sürenin kalanında anneme karşı en nazik olan ve ilgili davranan oydu. O ve annem mükemmel arkadaşlardan ayrıldılar ama annemin ne düşündüğünü biliyorum. O da Sunchston’dayken onu mutlaka göreceğim, ona karşı kibar olmam gerekecek ama bunu düşünmek bile beni hasta ediyor.”
Korucu ve Hanky’nin görüşecek olduklarını öğrendiğine endişelenen babam “Onu ne zaman göreceksin?” dedi ve Kim bilebilir belki Panky’yi de görebilir? diye düşündü.
“On beş gündür evden uzaktayım ve cumartesi gecesi geç saate kadar geri dönmeyeceğim. Onu pazardan önce göreceğimi sanmıyorum.”
Yeter artık,diye düşündü babam, o anda pazar gününün geçip gitmesinden daha önemli bir şey olamayacağını düşünüyordu. Sonra korucuya dönerek “Anlıyorum ki annen her şeye rağmen Güneş’in Oğlu hakkında çok da kötü düşünmüyor.”
“Bazen onunla dalga geçer ama oğullarından ya da kızlarından, herhangi birimiz ona karşı bir söz söylediğimizde direk tokat yeriz. Annem herkesi parmağında oynatır. Onun sözü Sunchston’da kanundur; herkes ona uyar. Birden fazla çeteyle yüzleşmiş ve babam yapamazken annem onları bastırmış.”
“Onun hakkında ne dersen inanırım. Başka kaç çocuğu var?”
“Biz, en küçüğümüz on dört yaşında olan dört erkek ve üç kızız.”
“Bütün sağlık ve mutluluklar onun, senin ve hepinizin olsun, bundan sonra ve daima.” Ve babam konuşurken istemsizce başını açtı.
Delikanlı, babamın hareketinden etkilenerek “Bayım, teşekkür ederim ama gördüğüm kadarıyla siz Bridgeford profesörleri gibi konuşmuyorsunuz. Neden bize bu kadar içtenlikle iyilikler dilediniz? Bu sizin oğlunuza benzediğim için mi yoksa başka bir sebep mi var?” dedi.
Babam çok ileri gittiğini bildiğinden korkarak “Benzediğin tek şey oğlum değil.” dedi ve “Sen de benim gibi gerçeği seven ve yalanlardan nefret eden birine benziyorsun.” diyerek sürdürdü konuşmasını.
Delikanlı ciddiyetle “O zaman bayım, itibarınızı gizliyorsunuz. Ve şu an da sizden dün geceki kaçak avcıların olabileceğini düşündüğüm korunun -orada geceyi onları izleyerek geçirmek üzere- başka bir kısmına gitmek için ayrılmalıyım. İzin belgesine birkaç mil daha ihtiyacınız olabilir o yüzden almayacağım. Onu Sunchston’da da vermenize gerek yok çünkü bu akşamdan sonra süresi doluyor.”
Bununla birlikte kibarca ama biraz da soğukça selamlayarak ve babamın yarı uzanmış elini teşvik etmeden ormana doğru ilerledi.
Babam da üzgün ve memnuniyetsiz bir şekilde geri döndü.
“Ben bunu hak ettim.” dedi kendi kendine. “O benim oğlum olamazdı; yine de eğer böyle adamlar dünyaya öyle ya da böyle gelebiliyorsa eminim dünya bu konu hakkında soru sormamalıdır. Şimdi benden ayrıldığı için her şey nasıl da kötü görünüyor.”
***Bu arada saat üçtü ve birkaç dakika içinde bir önceki gece profesörlerle yemek yediği ateşin küllerinin başına geldi. Onlarla karşılaşalı sadece on sekiz saat olmuştu ama bu, nasıl da bir asır gibi gelmişti!
Korucunun yanından ayrılmış olması iyiydi, çünkü eğer bu konu hakkında bir şey sorsa babam elbette ateş veya izinsiz avlananlar hakkında bir şey bilmiyor olacak olsa da daha fazla yanlışlığa yol açabilirdi ve idare etmekten yorgun düşmüştü; yalanlardan bıktığını söylemeye gerek bile yok.
Korunun sınırlarını belirten bazı taşlara gelene kadar tek bir canlıya bile rastlamadan ağır adımlarla yürüdü. Bunların bir mil kadar ötesine geçtiğinde onu Sunchston’a götüreceğine emin olduğu dar ve pek kullanılmamış bir patika buldu ve hemen sonra patikadan otuz kırk metre kadar ileride büyük yaşlı bir kestane ağacı görerek ona doğru gitti ve onun dallarının altına devrildi.
Çiftlik arazilerine ve evlere yaklaştığına dair bolca işaret vardı ama henüz ortada bir şey görünmüyordu ve eğer görülürse görüntüsünde şüphe uyandırıcak hiçbir şey yoktu.
Bunun üzerine açlıktan uyanıncaya ve karnını doyurmak üzere Sunchston’a sürükleyinceye kadar burada dinlenmeye karar verdi fakat gün batımına kadar oraya varmayı umuyordu. Dükkânlar kapanmadan önce bir valiz almak ve tuvalet ihtiyacını gidermek, bulabildiği tenha hanlardan birinde temiz ve konforlu bir oda tutmayı düşündü.
Altıya doğru uyudu ve uyanınca kafasını topladı. Yeni bulduğu oğlunu aklından çıkaramıyordu ama şimdi ona odaklanması iyi değildi ve aklını profesörlere verdi. Nasıl anlaştıklarını ve ondan aldıkları şeylerle neler yaptıklarını merak etti.
Kendi kendine Mallarını sakladıkları yeri bulsam ve onları alıp başka yere saklasam ne güzel olurdu,dedi.
Onları aramaya başlamadan önce, hareketlerine karar vermesi gereken başıboş salınan boğalar gibi aklını profesörlere yöneltmeye çalıştı.
Düşündükten sonra sakladıklarının şu an bulunduğu yerden çok uzakta olamayacağı sonucunu çıkardı.
Ve büyük ihtimalle önlerine çıkan ilk yere saklarlardı. “Aman Ya Rabb’im, bu ağacın neden kutsal olduğunu merak ediyorum!” diye haykırdı. Ağacı yoklarken Erewhon’lular tarafından daha yeşilken ip ya da sicim olarak kullanılan lifli yaprakta küçük masum bir kazıntı izi gördü.
Bu yaprağı yapan bitki, Yeni Zelanda’da çok sık olarak bulunan aslanağzı bitkisine ya da oradaki adıyla ketene benzer ki bu bitki büyük dağın her iki yanında da yetiştiğinden ondan geleceğin keteni olarak bahsedeceğim.
Babamın gözüne çarpan bu keten parçası, kestane ağacının köklerinden büyümüş olan güçlü sürgünün yerden çok da yüksek olmayan dalına bağlanmıştı ve oradan iki fit kadar ana ağacın oyuk olduğu yere doğru, aşağıdaki oyuğun içinde kayboluyordu.
Babam sürgüne tırmanıp ketenin bağlı olduğu büyük dala ulaşıncaya kadar biraz zorlandı ve sonra kendisini ağacın tabanından yukarı bir şey çekerken buldu. Hikâyenin kendisinden de kısa bir sürede oyuğun kırık tarafından kendi kırmızı battaniyesinin ucunu gördü ve sonra bohçanın yere düşmesiyle takır tukur sesler geldi.
Bu ses battaniyenin içine sarılmış olan tencere ve maşrapadan gelmişti. Battaniye ise her iki uçtan ve aradaki bazı noktalardan sıkıca bağlanmıştı ve babam aldıklarını düzgün bir şekilde paketleyip sakladıkları için içinden profesörleri övdü. Gülerek “Ama sanırım o dala ulaşmak için biri diğerinin sırtına çıkmış olmalı.” dedi.
Elbette külçeleri yanlarına almış olmalılar,diye düşündü. Yine de takır tukur sesleriyle beraber bazı dökülme sesleri de duymuştu. Dikkatle her düğümü çözerek ve keteni muhafaza ederek battaniyeyi açtı.
Onu açtığında güzel bir sürprizle maşrapanın tencerenin içinde ve altınların da faturayla birlikte maşrapanın içinde olduğunu gördü. İçinde çay olan kâğıt yırtılmış ve üzerinde Hanky’nin adı olan bir mendile sarılmıştı.
Külçeleri, faturayı ve mendili kendi cebine aktarırken “Rahatla vicdanım, rahatla!” diye bağırdı. “Sen benim ruhumun gözüsün! Beni gücendirirsen seni çıkarıp atmak zorunda kalırım.” Vicdanı onu korkutuyordu, bir şey söylemedi. Çaya gelince onu yırtık kâğıdın içinde bıraktı.
Sonra tencereyi, maşrapayı ve çayı hiç bozulma izi bırakmadan profesörlerin keteniyle tekrar tekrar düğümleyerek düzgünce bağladığı battaniyenin içine geri koydu. Battaniye ve içindekilerin bağlanıp tutturulduğu dala erişinceye kadar tekrar sürgüne tırmandı ve onları ağacın boşluğuna geri attı. Profesörlerin eşyalarını almak için gece yarısından önce gelmeyeceğinden emin olduğundan her şeyi yavaş yavaş yaptı.
Sadece altınları alsam, profesörler onları battaniye yapılırken birbirlerinin alıp cebine attığından şüphelenecek. Mendile gelince istediklerini düşünsünler; ama niyeti külçeleri çalmaksa Panky’nin fatura için neden o kadar endişeli olduğunu bilmek Hanky’nin aklını karıştıracak. Ne hâlleri varsa görsünler,diye düşündü.
Külçeleri, onları bulduğu yerde bıraktıkları sonucuna vardı, çünkü ikisi de altınları diğerinin almasından korktuğundan birbirine güvenmiyordu; üstelik bir terazileri olmadan da aralarında pek hoş bir bölüşme olamazdı. Ne olursa olsun, dedi kendi kendine. Altınların gittiğini gördüklerinde iyi bir kavga çıkacak.
Böylece yardımseverlikle olmayacak şeyler üzerinde kara kara düşündü. Profesörlerin saklanmış mallarını bulmak onu sanki güzel bir uyku çekmiş gibi canlandırdı. Saat yediyi geçiyordu. Daha tütün içmenin Erewhon’da erdem hâline gelip gelmediğinden emin olmadan öğrenciyken yaptığı gibi gizlice içtiği piposunu yaktı ve hızlıca Sunchston’a doğru yürüdü.
7. Bölüm
Yeni Düzene Dair İzler Her Yerde Babamın Dikkatini Çeker
Çok ilerlememişti ki patikada hızla genişleyen dönemeç ona iki mil kadar uzakta görünen iki yüksek kuleyi gösterdi ve burasının Sunchston olduğundan emin oldu. Dükkânlar kapanmadan kasabaya yetişebilmek için hızla yürüdü.
Önceki ziyaretinde kaldığı süre içinde hapiste olduğundan kasabanın çok az yerini görmüştü. Erewhon’daki ilk gecesini geçirmiş olduğu bu köye köylülerce getirilirken çok azı gözüne ilişmişti. Sağ tarafına baktığında görmüş olduğu ama gitmek istese bile yolunun üzerinde olmayan köyü ve Eski Makineler Müzesini görmüştü ama hapisten çıkarılırken gözleri bağlanmıştı. Yine de kuleler orada olsaydı onları mutlaka görmüş olacağından emindi ve bu kulelerin pazar günü kendisine adanacak olan tapınağa ait olduklarını düşündü.
Kenar mahallelerden ilerlerken kendisini ana caddede buldu. Gözüne takılanların hepsini burada anlatmaya yerim yetmeyecek ama gördükleri, Erewhon’daki alışkanlık ve fikirlerde yapılan değişikliklerin şimdiye kadar fark edebildiğinden çok daha fazla olduğunu anlamasına yetti.
Geldiği ilk önemli bina Ruhani Atletizm Üniversitesiydi ve okula bağlı olduğu anlaşılan bir dükkânın camında “Gücünüzü sınayın, her türlü sıradan günaha uygun ürünler en kısa sürede sağlanır.” yazan bir ilan gördü.
Daha çok bilinen günah türlerini hedef alan bazıları vardı ama bunlar genelde öfke sınamalarından oluşuyordu. Örneğin, hazineye para atarak biber, un ya da kiremit tozundan hangisini istersen yüzüne fışkırtırsın ve böylece soğukkanlılığının daha fazla gelişime ihtiyacı olup olmadığını öğrenirsin.
Babam bunu gücünüzü sınayın başlığının üzerine yapıştırılmış yazıdan öğrendi ama içeri girip de makinayı ya da kendi öfkesini ölçecek zamanı yoktu. Sinirliliğe karşı diğer ayartmalar canlı insanların ya da bir şekilde canlı varlıkların aracılığıyla oluyordu. Ağlayan çocuklar, çığlık atan papağanlar ve tüküren maymun gülünç şekilde düşük ücretlerle işe alınabilirdi. Güzelce çerçevelenmiş bir reklam gördü, üzerinde şöyle yazıyordu: “Dırdırcı Bayan Tantrums, Ruhani Atletizm Üniversitesi diplomalı. Sıradan dırdırın saati iki şilin ve altı peni. Sinir krizi ekstradır.”
Sonra deneyenlerden gelen bir seri ifade vardı. Örneğin: “Sevgili Bayan Tantrums, yıllardır son derece sinirli, huysuz mizaçlı, hayatı tahammül edilmez hâle getiren bir koca tarafından işkence görüyorum ona bazen öyle bir cevap veriyorum ki kişisel şiddetini bana yöneltiyor. Sizden on iki seans kurs aldıktan sonra kocam melek gibi oldu ve o zamandan beri tamamen uyum içinde yaşıyoruz.”
Bir diğeri de bir kocadandı: “Bay … Bayan Tantrums’a övgülerini sunar ve ekstra özel sinir krizlerinin, daha önce çok stres verici bulduğu bu ataklara duyarsız kılmasına dair karısının yaptığı her şeye üstün geldiğini temin ettiğine yemin eder.”
Benzeri ifadeleri olan pek çok başka yazı da vardı ama babamın hepsine bakacak zamanı yoktu. Şu ikisiyle idare etti: “En sonunda denedi. Doğru zamanda doğru şeyle yapılan küçük bir düzeltmeye paha biçilemez. Artık küfretmiyor, hiç kötü dil kullanmıyor. Bizim ruhani hazım tabletlerimizle yaklaşık yirmi dakika içinde kuzu gibi olması garanti. Basit yalanlardan cinayet düşkünlüğüne kadar ve yine nefrete eğilim, kötülük, kabalık, bilincin zayıflaması veya aşırılaşması, duygusal içgüdülerin yokluğu veya çokluğu gibi daha sıradan ahlaki şikâyet durumlarında bizim ruhsal hazımsızlık tabletlerimiz ani rahatlama ve başarı sağlayacaktır.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Othello’nun karısı. (ç.n.)
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов