Читать книгу Salon Köşelerinde (Safveti Ziya) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Salon Köşelerinde
Salon Köşelerinde
Оценить:
Salon Köşelerinde

3

Полная версия:

Salon Köşelerinde

Eliyle bir köşede duran kadınları göstererek

“Sonra bunların elinden kurtulamam, beni parçalarlar! Benimle eğleniyorsunuz, fakat zararı yok, ben bundan şikâyetçi değilim, çünkü beni de eğlendiriyorsunuz; benim aşk felsefeme göre kadınları eğlendirmeyi başarmak ilerisi için büyük bir ümittir.” dedi

Palmiyelerin altında duran kanepeye yaklaşmıştık. Madam Daven yorgun bir edayla kendini oraya attı, yelpazesiyle yanını göstererek dedi ki:

“Şimdi oturunuz da güzel güzel konuşalım.”

Düz, parlak ve gayet kalın pembe atlastan tuvaleti o kadar sade, o kadar sadeydi ki ne bir dantela ne bir kurdele parçası; hiçbir şey o sadeliği bozmuyordu. Yalnız, göğsüyle kollarının içinden ince bulutlar gibi pembe pembe muslinler dışarı doğru düşüveriyor; bunlar gayet nazik olan tenine âdeta bir şeffaflık veriyordu. Beline aynı renkte kurdeleden bir kemer takmış, kemerin yan tarafına da bir demet menekşe iliştirmişti.

Bu demetten bir iki menekşe çıkardı. Bunları dişleriyle koparıp dudaklarının arasında bir müddet oynadıktan, parçaladıktan sonra, ağzının şirin bir hareketiyle o zavallı menekşe parçalarını birer birer ufalayıp attı. Gülerek dedim ki:

“Şu hâliniz tabiatınızı ne güzel gösteriyor, bilseniz! Bir şeyi evvela göğsünüzde, kalbinizin üzerinde taşırsınız; sonra onu dişlerinizle parçalar ve dudaklarınızın ufak, tabii, elde olmayan, belki sizce de hissedilmeyen bir hareketiyle ayaklar altına atarsınız! İşte siz! Siz bu hareketlerle tamamıyla kendinizi açıklıyorsunuz!” Cevap verdi:

“İhtimal ki haklısınız, fakat bir müddet kalbimin üzerinde bulunmak için, daha sonra böyle yerlere atılmaya razı olanlar pek çoktur, dersem bana inanır mısınız?”

“Hatta iman ederim!..”

O aralık el ele tutuşmuş yüzlerce kadın erkek gülüşerek, birbirini çekerek önümüzden geçiyorlardı. Bu alay, önce sağdan sola doğru koşuşurken birdenbire bir ses “Sola!” komutunu verince hep birden sola döndüler. Kadınlar, kızlar, kendilerini büsbütün bırakmışlar, âdeta sürükletiyorlar, erkekler düşmemek, kadınların eteklerine ayaklarını dolaştırmamak için önlerine bakarak ilerliyorlardı. Bu çılgın, bu pürneşe dans alayı aralıksız önümüzden geçiyordu:

“Ne güzel!” dedim. O:

“Gerçekten pek güzel!” dedi; sonra kaşının ucuyla öteden gelen Miss Lydia’yı gösterdi.

“İşte kalbinizin hâkimi geliyor! Selama hazırlanın!” Ve ayağını ayağının üzerine atarak güzel başını kanepenin kenarına doğru bıraktı. Yelpazesiyle çenesini gizleyerek uzun ve gaddar bir kahkaha salıverdi.

“Ne tabiat Ya Rabb’i!” diyordu. “Ne tabiat!” Ben de elimde olmadan ona uyarak gülüyor ve soruyordum:

“Allah bilir ki ne demek istediğinizi anlayamıyorum?”

“Bırakın Allah aşkına, demincek nasıl vals ettiğinizi görmedim mı zannediyorsunuz?”

Eteğini okşayarak, kanepenin üzerinden mendilini, yelpazesini alarak ayağa kalktı. Ben hâlâ yerimden kımıldamamıştım. Ciddi bir tavırla dedi ki:

“Size gayet ciddi bir şey söyleyeyim mi, Şekip? Emin olunuz ki on beş güne kalmayacak, siz bu çirkin kızı çıldırasıya seveceksiniz!..”

Yine uzun bir kahkahadan sonra elini uzatarak “Şimdilik adio!” dedi, iki adım yürüdükten sonra döndü, hâlâ gülüyordu. Dedi ki:

“Bakınız ne kadar iyi kalpliyim, size bir haber daha vereceğim, iki ay sonra da…”

Gözlerini kırptı. Sol elini kaldırdı. Parmaklarını oynatarak uzağı gösterdi, pembe dudaklarıyla zayıf bir ıslık çalarak

“Uçtu… u… u…” dedi ve durmadan gülerek pembe atlas tuvaletinin alaycı hışırtısıyla ilerledi, kalabalığa karıştı. Gözden kayboldu!

İşte o zaman düşündüm; gönlümün pek harap olduğunu anladım; artık sevemiyordum… Bu karışık, kararsız, mağrur kadınları sevemiyordum. Bir buçuk sene evvel yanında her türlü çılgınlığı yapmaya hazır olduğum şu kadının yanında şimdi zerre kadar duygulanım, heyecan hissedemeyişimin sebeplerini incelemek istedim. Ah, acaba benim kalbim, başka erkeklerin, başka gençlerin kalbine benzemiyor muydu? Niçin en ufak, en adi bir sebeple bütün bağlılığım sona ermeye yüz tutuyor?.. Bir gün evvel sevdiğim, taptığım, yolunda her fedakârlığı yapmaya kendimi hazır hissettiğim bir kadından bir söz, bir tavır yahut adi bir his için nefret edercesine soğuyordum? Ah ben ne arıyordum?.. Nasıl bir kalp, nasıl bir sevgi, nasıl bir kadın hayal ediyordum? Artık bıkmış, usanmıştım; bir romanın malum kısımları gibi sürüp giden o belirli, o bilinen devrelerden geçmeye mahkûm salon sevdalarından artık tiksinmiştim. Ya müsrif, havai bir eşin intikamını almaya yahut ihtiyar, hasta bir kocanın vazifesindeki noksanları, ihmalleri karşılamaya alet olmayı adi, pek adi buluyordum…

Fakat ne istiyordum? Acaba nasıl bir sevgi, nasıl bir kadın hayal ediyordum?

Gönlümde, bütün o şehvetli, o titretici aşklar hakkında derin bir nefret hissi uyanmıştı. Artık bu aşk koleksiyonları yapan üzücü, harap edici kadınlardan; âlemi, huzurlarında tapınmak için diz çökmüş görme isteği uğruna bütün aşk heyecanlarını ekmek kırıntıları gibi avuç avuç salondan salona serpen bu üzücü, harap edici kadınlardan nefret etmiştim. Hissediyorum ki bütün kalbim, bütün ruhumla saf, hissî, tabii, samimi ve masum bir aşk özlüyordum; bir aşk, bir sevda ki belirli bir maksattan, her türlü ümitten arınmış olsun!..

Bir sevgi ki itiraf edilmeden, içyüzü bilinmeden, sırları açıklanmadan öylece kalbimde bir yer bulsun ve sevdiğim kadın onu hissetmekle mağrur ve mesut olabilsin… Öyle bir sevda ki beni geceleri yıldızlara karşı dilsiz ve hayran, karanlıklara karşı şaşkın ve kendinden geçmiş bıraksın… Güzel bir müzik dinlerken onunla ağlayayım, dünyanın, tabiatın güzelliklerini onunla seveyim, sevebileyim… Bir kadın ki beni düşündürsün, acı versin, istemeyerek, bilmeyerek kederlendirsin… Bir kadın ki karşı konulması, yok edilmesi mümkün olmayan engeller beni kendisinden ayırsın, söyleyemeyeyim, aşkımı mümkün olup da cüret edip de ona söyleyemeyeyim; o kadar mukaddes, o kadar muhterem… O kadın o derece her şeyin üstünde olsun!

İşte ben bunu, bu kadını, bu ızdırabı, bu ölümü, kısacası bu aşkı istiyordum ve bunun için kalbimde bir boşluk, bir haraplık duyuyor, tamir edilemeyecek bir viranlık hissediyordum.

Yavaşça omzuma dokunan bir el beni bu kederli düşüncelerden ayırdı. Kolunda -bu yaz İstanbul’a gelmiş ve Nedim’in, aziz dostlarından bir güzel yaverin büyük aşkı yüzünden bir türlü geri dönmeye karar verememiş olan-Amerikalı Miss Lilian Clark’la güzel Fernan karşımda duruyordu.

Fernan dedi ki:

“Seni aşk dolu hayallerinden ayırdığım için affını dilerim. Miss Clark’ın sana söyleyeceği varmış, buraya kadar birlikte gelmemi emrettiler de…”

Ayağa kalkıp kolumu takdim etmeme vakit bırakmadan Miss Lilian sormaya başladı:

“Nedim Bey nerede? Niçin gelmedi? Acaba gelir mi? Sakın rahatsız olmasın? Kuzum, benden saklamayınız…”

“Rahat olunuz, miss.” dedim. “Sıhhati yerindedir, yalnız bu akşam nöbetçidir zannederim, yoksa bu baloyu, hele sizi görmek vesilesini feda etmezdi.”

Güzel miss kaşlarını çattı.

“Beni aldatıyorsunuz!” dedi. “Nedim dün nöbetçiydi. İki akşam sırasıyla nöbetçi olamaz. Mutlaka başka bir davete gitti. Benim burada olduğumu bildiği hâlde başka yere gitti, fakat nereye gitti? Elbet siz bileceksiniz…”

Canım sıkılmaya başladı, bu rahatsız edici sevdazededen kurtulmak istedim.

“Dün gündüz nöbetçiydi.” dedim. “Şimdi de gece nöbetçisidir. İnanmazsanız, şurada arkadaşlarından birine sizi takdim edeyim, kendiniz sorunuz, anlayınız.”

Kaşlarını daha çok çattı! Ağlar gibi bir sesle dedi ki:

“Ne can sıkıcı şey; işte bütün gecem berbat oldu! Bense ne kadar eğlenecek, danslar edecektim!..” Sonra elimi sıktı, yalvarırcasına gözlerime baktı. “Rica ederim…” dedi. “Siz onu görürsünüz değil mi? Bu gece hiç kimseyle dans etmediğimi kendisine söyler misiniz?”

“Kusur etmeyeceğimden emin olunuz, miss!” dedim. Bu aralık birinin kolunda Miss Lydia geliyordu. Lilian ona doğru ilerledi, önünde durdu, beni takdim ederek dedi ki:

“Şekip Bey, en aziz dostlarımdan…” Miss Lydia güldü.

“Fakat ben Şekip Bey’i tanıyorum, azizem!” dedi Miss Lydia Lilian hayret etti.

“Nasıl, tanışıyor musunuz?.. Yaa, nasıl oldu da bana söylemediniz?”

“Tanışmamız pek yeni, henüz bu gece görüştük.”

“Dans ettiniz mi?”

“Şüphesiz.”

“Öyleyse vah vah, sizi seyredemediğime çok üzüldüm!”

Orkestra Strauss’un bir valsini çalmaya başlamıştı. Koca salonda bir hareket, bir telaş, bir kıyamet uyandı. Miss Lydia’nın, Miss Clark’ın etrafını ellerinde karneleriyle birçok genç sardı:

“Matmazel, bu vals, kulunuza vadedilmişti.”

“Hayır dostum, bu vals benimdi; size vadedilen öbürüdür.”

“Miss, akşamdan beri beklemekteyim.”

“Bu sefer de mi başkalarıyla oynayacaksınız, miss?”

Bu ısrarlı istekler arasında Miss Lydia kavalyesinin kolunu bırakarak bana doğru yöneldi.

“Zannederim bu valsi size vadetmiştim, Şekip Bey?” Bu söz, kalbimin üzerinden hafif bir titreme geçirtti. Kirpiklerim birbirine karıştı. Gözlerimi bir pembe duman kapladı. Hemen ilerledim. Hiçbir şey söylemeyerek beline sarıldım ve derhâl dönmeye başladık.

Bir çift acemi oyuncunun, bir aralık bize çarpmalarına ramak kalmıştı. Lydia’yı şiddetle göğsüme doğru çektim; dudaklarım alnının kenarına şakaklarındaki dağınık saçlara tesadüf etti.

“Affedersiniz.” diyebildim. “Size çarpacaklar diye korktum da…”

“Zarar yok, yalnız sizin yüzünüz acıdı zannederim…” Bir müddet yine konuşmadan vals ettik, sonra konuşmaya başladık:

“Ne güzel hava! İnsanı elinde olmadan oynatıyor.”

“Bu havayla sabaha kadar vals ederim.”

“Ben sizin gibi latif ve mahir bir valsözle hangi havayla olursa olsun ömrüm oldukça vals edebilirim!”

“Ömrümüz oldukça mı? Ooo, pek çabuk yorulursunuz! Hele benimle…”

“Niçin hele sizinle?.. Anlayamadım.”

“Beni daha iyi tanırsanız anlarsınız.”

Daha seri dönmeye başladık. Lydia’nın etekleri her dönüşte beni sarıyor, hafif, titrek bir temastan sonra ayrılıyor, yine sarıyor, yine çekiliyordu. Dansın hızından seslerimiz heyecan dolu, nefeslerimiz sık ve kesikti, bununla beraber devam ediyorduk.

“Genç kızlardan korkarım demekte haklı olduğumu tasdik edersiniz ya?”

“Hiçbir şeyi tasdik etmem, yalnız bazı genç kadınlardan daha fazla korkmanızı size tavsiye ederim.”

Cevap verecektim. Ne söyleyeceğimi bilmediğim hâlde bir cevap verecektim, o dakikada bıyıkları tıraşlı, maymun suratlı bir İngiliz yanımıza yaklaştı, bizi takip ederek İngilizce dedi ki:

“Miss, vaadinizi unutmayınız.”

Lydia derhâl omzumdan elini çekti ve resmî bir tebessümle bana, “Mersi mösyö.” dedi. İngiliz de gayet hafif bir selamla beraber üzerime belirsiz bir bakış fırlatarak “Pardon!” diye mırıldandı ve hemen valse başladılar. Ben belli belirsiz bir hüzün içinde, olduğum yerde kalmıştım. Elimde olmadan gözlerimle onları takip ediyor, adamın valsinde bir kusur, bir noksan arıyordum. Lakin kâfir İngiliz o kadar latif vals ediyordu ki âdeta kıskandım. Hatta bir aralık sağa vals ederken birdenbire yönünü değiştirerek sola vals etmeye, sırayla bir iki defa sağa, bir iki defa sola dönerek “boston” diye tabir ettikleri valsi büyük bir ustalıkla oynamaya başladı.

İşte o zaman derin bir üzüntü hissettim: Off, böyle senelerden beri, çocukluktan beri cemiyet içinde yetişip büyüyen, bu yaşayışa, bu tavra, duruşa doğuştan, soydan sahip olan bu adamlarla, bunların zarafetiyle mücadele etmek nasıl mümkün olacaktı? Beş on sene sürekli vals etmeden bu maharet nasıl, nasıl kazanılabilirdi? Senelerce bu siyah elbise giyilmeyince, bu beyaz boyun bağı bağlanmayınca, bu zarafet, bu tabii zarafet, bu sadelik içindeki fevkalade zarafet nasıl ortaya çıkardı? Kendimi pek küçük, pek âciz, pek eksik, pek zavallı görmeye başladım.

Üstümden başımdan, noksan zarafetimden utanıyordum. İngiliz’de öyle hususi bir şıklık, o derece asil bir duruş vardı ki ümitsizliğe kapılıyordum ve mahzun mahzun bıyıklarımın ucunu çekiştiriyordum. Birdenbire, arkamda bir yelpazenin sallandığını hissettim. Şiddetle döndüm. Madam Daven karşımdaydı.

Dedi ki:

“Seviyorsunuz… Kıskanıyorsunuz!.. Zavallı çocuk, lakin bilmiyorsunuz ki siz ondan bin kere daha sevimlisiniz.” Tebessüm etti, saygıyla eğildim.

“Beni ümitlere düşürüyorsunuz, madam; kimseyi sevmiyorum, kimseyi de kıskanmıyorum. Yalnız şu İngiliz’in oynayışına hayran oluyorum; bostonu ne güzel dans ediyor.”

Başını salladı.

“Bir şey değil, güzellik valsin kendisindedir. Emin olunuz ki bir iki defa tecrübe etseniz, siz bu maymun heriften daha güzel oynarsınız.”

“Hiç zannetmem, madam.”

“Bahşeder misiniz? Yarın çayınızı gelin bizde içiniz. Ben size bostonu göstereyim, bakın ne kadar çabuk öğreneceksiniz. Size hocalık edişim kibrinize dokunmaz ya?”

Minimini elini avucuma alarak sıktım.

“Teşekkür ederim, azizim.” dedim. “Zaten her konuda ben sizin hayran, minnet dolu öğrencinizim. Cemiyet içinde beni siz yetiştirdiniz, hiçbir zaman bu iyiliğinizi unutamam!”

Yanakları memnuniyetinden pembe pembe oldu. Ellerini çekmeyerek gözleriyle tebessüm etti.

“Ooo, Şekip Bey, çok fazla alçak gönüllülük gösteriyorsunuz; sizi tanıdığım zaman zaten mükemmeldiniz!”

Ve derhâl maksada dönerek

“O hâlde karar verildi, yarın saat beşte sizi beklerim. Biraz dedikodu eder, çay içer sonra da boston ederiz. Yarın kimlere gideceksiniz?”

Biraz düşünür gibi yaptım; dedim ki:

“Madam Jackson’a gitmeyeli bir asır oldu, yarın günüdür, biraz uğramak niyetindeyim. Tabii Madam Dölans’a da giderim. Akşam yemeğine de Rustov’lara davetliyim. Gelgelelim bunların hepsini bir yana bırakıp yemek zamanına kadar sizinle bulunmayı tercih edeceğim.”

Sevinçle ellerini çırptı.

“Ben de Rustov’lara davetliyim hatta, müjdelerim; dans dahi edilecek, o hâlde sizi yarın altı buçuğa kadar alıkoyarım, saat sekizde yine bize gelirsiniz, Rustov’lara eşim de gidecek, hep beraber gideriz. Olmaz mı?”

“Memnuniyetle!” dedim. Elini öptüm. Ayrıldık.

Artık baloda durmak, Miss Lydia’yı bir daha görmek istemedim. Çıkıp gitmek üzere ilerliyordum. Geçeceğim salonun kapısında Lydia bir iskemleye oturmuş, yelpazeleniyordu. Dudaklarının üzerinde, şakaklarında, gözlerinin altında ufak ufak billuri ter taneleri parıldıyor; yelpazeyi salladıkça gür, dalgalı, kumral saç yığınının ötesinden, berisinden sıyrılıp kaçan teller uçuşuyordu. Bir müddet durdum, bu genç kızı dikkatle incelemeye koyuldum: Güzel değildi, âdeta hiç güzel değildi. Yumuk çehresinde göze çarpacak hiçbir şey yoktu. İnce ince kumral kaşları, biraz ucu kalkık düz burnu, kalınca dudakları, daima yarı kapalı yeşil gözleriyle bu çehre pek düzgün ve sevimli, fakat hiç güzel değildi. Her parçasını ayrı ayrı tetkik ettikçe hepsinde küçük birer kusura tesadüf ediyordum, lakin hepsi bir araya gelince öyle güzel bir uyum, öyle bir çekicilik vardı ki insan elinde olmadan tutuluyordu. Bu çehreye kendine has bir gariplik, bir başkalık, bir hususilik veren şey, teniyle saçlarıydı. Gayet kumral, gayet sık, gayet gür olan bu saçlarda o kadar incelik, parlaklık, toplanışında o derece düzgünlük, zarafet görülüyordu ki bunların elle taranıp o hâle getirilmiş olduğuna ihtimal verilemezdi. Sanki bu saçları, Tanrı böylece, bu biçimde, bu vaziyette yaratmış! Bu saçlar, bu tazenin vücudundan ayrı, büsbütün ayrı, büsbütün başka bir parça zannedilirdi. Hele ensesinin düzlüğü… Gerdanının beyazlığı ve biçimi… Ensesinden yukarı doğru kaldırılmış saçların intizamı, parlaklığı… Pembe kamelyalar kadar düz, taze ve âdeta şeffaf duran ince latifliği Lydia’ya hakikaten bir harikuladelik veriyordu. Raksın verdiği hararetle de yanakları kızarmıştı. Göğsü hafif hafif kımıldıyordu.

Ben bunları tetkik ettiğim sırada gönlümde öyle bir usanç duyuyordum ki birkaç defa kendi kendime,

Ben de amma tuhaf olmuşum, hislerimi inceleyeceğim diye kendi kendime sahte üzüntüler icat ediyorum.dedim, gelgelelim Lydia’dan gözümü ayıramıyordum. Çıplak omuzlarının, açık göğsünün kısacası dekolteli hâlinin zarafet ve letafeti beni pek fazla hislendiriyordu. Bu kadar güzel dekolte, bu derece parlak ve tahrik edici omuzlar görmemiştim.

İnkâr edilemezdi! Evet, bu kızda bir başkalık, bir benzersizlik vardı. Başını tutuşu, gözlerini süzerek bakışı, tavırlarının sadeliği, ağırlığı, kibarlığı bu genç kızın yaradılışında bir seçkinlik, bir fevkaladelik olduğunu gösteriyordu.

Ah! Kim bilir bu çehrenin kalbi nasıl bir kalp; nasıl başka bir kalp, ne türlü ihtiyaçlar, ne türlü emel ve ihtiyaçlarla dolu bir kalpti? Diyordum ki; “Ruhun aynası olan gözlerin arkasında gizlenen kalp de tanınması, içine girilmesi mümkün olmayan, kapalı bir kalptir. Bu kalp, pek çok kişi için bir bilmece, çözülmesi gereken bir bilmece, hâlinde kalacaktır.”

İncelemem bu dereceyi bulunca göğsümden doğru bir şeyin uyandığını, oynadığını duydum. Tarif edemeyeceğim, anlatamayacağım bir şey!.. Zannediyorum ki göğsüm latif bir serinlik, bir boşlukla genişliyor. Sonra birdenbire yine göğsümde bir küçülüş, bir daralış hissettim. Kalbim kasılıyor, boğazıma bir şeyler tıkanır gibi oluyordu.

“Aman, budalalık!” dedim ve geniş bir nefes almak istedim. Mümkün olmadı. Kalbimin üzerinde bir tıkanıklık, bir ağırlık duyuyordum. Nefes alamıyordum. Bir iki defa birbiri ardınca yutkundum. Alnımda toplanan soğuk terleri sildim. Başımı salladım. Çok şampanya içtiğime hükmediyordum ve kendi kendime hiddetle,

Bende de hiç ölçülülük yoktur ki!diyordum. Hâlbuki iki kadehten fazla şampanya içtiğimi hatırlamıyordum. Artık oradan çekilmeye, biraz hava alarak şu sıkıntımı defetmeye karar verdim. İlerlemek üzereydim ki Lydia yerinden kalktı. Dudaklarında hafif bir tebessüm, göz kapaklarında o daimî, o latif kasılmayla ağır ağır bana doğru yürüyordu. Yanıma gelecek zannettim. Hâlbuki o ağırbaşlı bir hareketle beni geçti. Sonra dönüp gözlerini daha fazla süzerek, başını biraz ilerleterek bana baktı.

“Aa…” dedi. “Az kaldı sizi tanıyamıyordum. Nasıl, güzel eğleniyor musunuz?”

Ve cevabımı beklemeden ağır ağır yürüdü, gitti…

Bir müddet arkasından bakakaldım. Giyinişinde bile bir hususiyet vardı… Gayet sade, gayet ince, nazik bir tuvalet: Açık mavi yanardöner canfes üzerine ince ince kıvrılmış gayet bol bir mavi tül geçirilmiş, belinde koyu mavi kalın atlas bir kurdele birkaç defa gelişigüzel sarılıvererek bir kemer teşkil etmiş, kemerin arka tarafına pırlanta ve firuzeyle süslü büyük bir toka iliştirilmişti. Bu tokanın altında atlas kurdelenin iki ucu eteklerine kadar sallanıyordu. Kollarında, göğsünde, elinde hiçbir şey, gereksiz bir süs eşyası, yoktu. Yalnız saçının arka tarafına, en kabarık yerine yine firuzeyle pırlantadan ince, düz bir broş takılıydı. Dirseğinden yukarısına kadar ellerini örten podösüet beyaz eldivenlerde buruşarak düşmemek için yine yer yer firuzeli elmaslı hafif, görünmeyecek kadar hafif, birer altın bilezikle tutturulmuştu.

Özetle Lydia’yı, her gören, bir bakışta Batı medeniyetinin zarafeti içinde doğup büyümüş nadir, ince ve nazik bir çiçeğe benzetirdi. Ben o dakika hiçbir şeye benzetecek hâlde değildim. Yalnız dalgın bakışlarımla onu takip ediyordum.

O bir kerecik bile arkasına dönmeden, etrafa bakmadan yürüyordu. Dans başlayacağı için etrafını birçok genç sardığı hâlde hiçbirine bakmıyor, arada başını sallıyor, karnesini uzatıyor, istekli bir el oraya bir şey işaret ediyordu… Ben bunları uzaktan görüyor ve niçin bilmem onlara katılıp bir vals de ben istemeye cesaret edemiyordum. Göğsümde yine o serinlik, o boşluk ve ardından o tıkanıklık peyda oluyordu. Nihayet sanki üzerimdeki bu üzüntüyü dökmek istiyormuşum gibi omuzlarımı silkerek

“Ooo!” dedim. “Aptallaşmanın âlemi yok, şimdi de bu İngiliz kızıyla mı uğraşacağız!..”

“Pade patinör” dedikleri bir dans oynanıyordu. Hemen gittim bildiklerimden gayet çılgın, gayet hırçın, gayet şen bir tazenin önünde eğildim.

“Matmazel…” dedim. “Bu dansı bütünüyle bana bağışlayınız.”

“Pek geç hatırınıza geldim!” dedi. “Gelgelelim ben iyi bir kızım, dostlarımı gücendirmek istemem.”

Dans ediyorduk. Kızcağız bana birtakım şeyler, birçok şeyler soruyordu. Galiba ben de cevap veriyordum, fakat ne diyordum, bilmem. Gözlerimle, o kadar kişinin, o kadar kalabalığın arasında onu, Miss Lydia’yı arıyordum. Niçin arıyordum? Hiç… Bir şey için değil. Yalnız bakacaktım, kiminle dans ediyor görecektim; merak bu ya… Başka ne maksadım olabilirdi?..

Lakin göremiyordum ve göremediğim için ızdırap duyuyordum. Bir dakika, Lydia’nın büyük salona geçmiş olması ihtimali zihnimi gıcıklıyor. Derhâl oraya gitmek lüzumunu hissettim.

“Haydi öbür salona geçelim, orası daha tenhadır.” dedim. Cilalı parke üzerinde yavaşça kayarak öbür salona geçtik. Lydia oradaydı, fakat oynamıyordu. Annesinin yanına oturmuş, gözlüğünü gözlerine, o süzgün, o daima yarı kapalı duran gözlerine yaklaştırmış, dansı takip ediyordu. Arkasında bir sıra genç eğilmişler, mütebessimane bir şeyler söyleyip gülüşüyorlardı.

Dönüp hiçbirisiyle doğrudan doğruya konuşmuyor, lakin uygun bulur gibi hafif hafif baş sallıyor, arada bir tebessüm ediyor ve durmadan halkı incelemekle meşgul bulunuyordu.

Bir aralık annesine bir şeyler söyledi, ikisi de aynı kararda olduklarını gösterir bir tebessümle başlarını eğdiler. Bilmem ben niçin şaşırmıştım.

Valsözüm iyi oynamadıkça, bir eksik, bir yanlış yaptıkça âdeta hiddetleniyordum. Hatta bir aralık gücenmiş bir tavırla,

“İşte yine usulü kaybettik!” dedim. O çılgın çılgın güldü. “Ne yapalım?” dedi. “Bunun için matem tutacak değiliz ya!..”

“Lakin herkese karşı gülünç oluyoruz, matmazel!” Yine gülmesine devam etti.

“Ne kadar naziksiniz, azizim! Fakat müsterih olunuz, bizimle kimsenin meşgul olduğu yok. Hiç merak etmeyiniz!”

O dakikada, gönlümün o perişanlığı arasında bu ikaz bana bir hakaret tokadı kadar cana dokunur geldi. Fena hâlde kızardığımı duydum, gözlerimi bir alev bürüdü. Meçhul bir mahcubiyet, bir küçüklük altında izzetinefsimin kırıldığını, ezildiğini hissediyordum. Kesik bir sesle

“Evet, hakkınız var.” dedim. “Pek hakkınız var!..”

Samimi olan teessürler, ciddi olan mahzunluklar yayılır derler; pek doğrudur. Şimdi ikimize de bir mahzunluk, bir durgunluk gelmişti, sanki bilmeyerek, haberimiz olmayarak irade dışı dans ediyorduk. Müzik kesildiği zaman âdeta bir kurtulma hissiyle nefes alarak durduk. Matmazeli yerine kadar götürdüğüm sırada dedi ki:

“Biliyor musunuz, bu gece benimle hiç neşeli değildiniz! Evvela sürekli olarak cenkleştiniz! Sonra da suratınızı bir karış astınız! Bunu başka biri yapmış olsaydı hemen, Allah’a ısmarladık der, onu olduğu yerde bırakır kaçardım.”

Biraz düşündükten sonra ilave etti:

“Ve öyle yapmadığıma hata ettim, çünkü işte hüznünüz bana da geçti!”

“Beni affediniz, matmazel.” dedim. “Ne garip mahluk olduğumu bilirsiniz, yine bu gece başımda bahar var!”

Bu defa kahkahalarla güldü.

“Azizim, başında baharı olan evinde oturur!”

Ben de gülmeye mecbur oldum.

“Ya başımdaki baharı burada topladımsa?”

Ufacık parmaklarıyla iki yanından eteklerini tuttu, bir dizini indirerek uzun bir reverans yaptı.

“O hâlde…” dedi. “Vakit kaybetmeden eve dönmeli.” Ve sevinçli bir gülüşle karışık ilave etti:

“Adio mahzun bey, neşeli olmaya gayret ediniz.”

“Adio!”

Artık durmadım, bir daha dönüp o telaşlı, o gürültülü salonlara bakmadım; kapıya doğru ilerledim… Birçok kişi daha çıkıyordu. Bir müddet durmaya mecbur oldum ve bilmem nasıl oldu, elimde olmadan döndüm; gözlerim onu, yine Miss Lydia’yı aradı ve derhâl buldu.

İşte orada, ayakta mermer direğin yanında, ellerini eteğinin ortasında çaprazlamış, yine maymun çehreli zarif İngiliz’le ince ince tebessüm ederek, ağır ağır başını sallayarak, mütemadiyen gözlerini süzerek konuşuyordu…

“Pardon! Pardon!” diye birkaç kişiyi itip geçerek Pera Palas’ın mermer merdivenlerine kendimi attım. Makferlanımın numarasını verdiğim hademenin gelmesini beklediğim sırada içerden, neşeli melodiler arasında grand villa valsi işitiliyordu. Tekrar salona girmek, yine herkesi itip geçerek ona, Lydia’ya kadar ulaşmak, yalvarır, perişan bir sesle bu valsi, bütün bu valsi bana bağışlamasını istirham etmek, tekrar onu kucaklayarak onunla birlikte kendimden geçercesine dans etmek, onun saçlarının temasıyla sersem olmak, omuzlarını, sinesini bir daha seyretmek istedim. Bu arzu, bir şimşek hızıyla zihnimden geçti. Bir iki defa ayağımı merdivenin basamağına koydum, indirdim; nihayet, “Ne olursa olsun.” dedim. “Gidiyorum.”

“Mösyö, Mösyö, paltonuz… Beş kuruş vereceksiniz…”

O vakit kendime geldim. Cinnetimi anladım. Hiçbir söz söylemeyerek, artık hiçbir şey düşünemeyerek düzensiz hareketlerle makferlanımı omzuma taktım. Bastonumu aldım. Bir rüyada gibi hissiz, idraksiz, bir arabaya kadar yürüdüm.

Arabanın kapısını açan uşağın yardımıyla içeri girdim. Araba hareket edinceye kadar bir şey düşünmemeye, bir şey arzu etmemeye gayret ediyordum. Araba birdenbire hareket etti. Köşesine büzüldüm. Yine düşüncelerimin hazin yollarına nefsimi teslim etmemek için açık pencereden saplanmış, boş gözlerle sokağa bakmaya başladım: Tepebaşı Tiyatrosu’ndan birçok maske, gülüşerek, bağrışarak, şakalaşarak çıkıyordu. Biraz ötede iki kişi bir araya gelmiş gizli gizli konuşuyor, daha ötede bir maske bir kadını kolundan çekip sürüklemek istiyor, şurada bir fenerin demirine yaslanmış bir belediye çavuşu sönük bir gözle arabacılara bakıyor, daha ilerde bir alay maskara önlerine bir laterna katmışlar oynayarak, sıçrayarak gidiyor… Düşündüm ki; Bunlar, bu merhamete değer gördüğüm mahluklar bahtiyar, hayattan kendi idrakleri derecesinde istifade etmektedirler. Biraz sonra her biri kendi sahiplenme ihtiyacına yetecek kirli bir kucakta mesut bir uykuya dalacak. Asıl merhamete ihtiyacı olan, asıl zavallı, yine ben, bu anlaşılmaz, bu memnun edilemez kalbimle yine bendim ve biliyordum ki bu gece uyuyamayacak, ateşli bir ümitsizlik humması içinde sebepsiz, kendi iradem, kendi arzumla hayatın usancını hissetmekte, muzdarip olmakta devam edecektim…

bannerbanner