Читать книгу Zavallı Necdet (Saffet Nezihi) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Zavallı Necdet
Zavallı Necdet
Оценить:
Zavallı Necdet

5

Полная версия:

Zavallı Necdet

Beyaz köşkün bahçesini çeviren duvarı takip ediyordum. Şurada da on adım ileride kapı görünüyor. Pek erken… Bu zamanda ziyaret biraz muvafık değil amma, merak beni bundan geç bırakmıyor.

Kapıdan sonra uzunca bir yol ile köşke gidiliyor. Titrek bir el ile çıngırağı çektim. Bir uşak beni içeriye aldı. Köşkün önüne geldiğimiz zaman Necdet Feridun kapının önünde beni bekliyordu. Zannederim; gelmiş olduğumu pencereden görmüş olacak… Muhabbetle, samimiyetle elimi, sıkarak dedi ki:

“Kalbinin temizliğine emindim. Ruhumun kederlerini, elemlerini anladın! Hikâyemi dinlemek sonra da beni teselli etmek için geldin, değil mi? Teşekkür ederim kardeşim!”

Necdet Feridun elimden tutmuş olduğu hâlde biraz önden gidiyordu. Küçük bir sofayı geçtikten sonra diğer bir kapıdan girdi. Harem dairesine dâhil olmuştuk sanırım. Merdiveni çıktıktan sonra büyük bir salonun soluna açılan diğer bir kapıdan girdik. Muntazamca döşenmiş bir kabul salonuyla kapısı güzel çifte halılarla yarı kapalı bir hâlde bırakılmış bir yatak odası, içeride ise gayet süslü bir karyola bürümcük cibinliklerle göze çarpıyordu:

“Benim dairem…” dedi. “Ben burasını…”

O cümleyi bitiremedi, söz söylemesini meneden bir şeyin boğazına tıkanmakta olduğunu zannettim. Oda biraz karanlıkça idi, panjurları açıktı. Bir koltuğun üzerine uzandım. Necdet sigarasını yaktı. Öteden beriden konuştuktan sonra ben rica ettim. O da sergüzeştini hikâyeye başladı:

“İki üç hafta daha böylece devam etti. Gündüzleri birkaç saat piyano çalar, bazı akşamları arabalarına binerek Fener Bahçe’sine giderdi. Bahçeye hiçbir zaman çıkıp oturmaz, yalnız gezmezdi. Köşklerinin balkonuna ise hiç çıkmazdı. Ya ben; hakikaten pek tuhaf olmuştum. Kalemden iki ay izin aldım. Artık hiçbir şeye ehemmiyet vermiyordum. En büyük arzum, emelim, Meliha’yı tetkik etmek… O sırada seviyor muydum, bilmem… Çehresini o zamana kadar yakından asla görmemiştim. Onun için buna sevda denilemezdi. Ben iptidaları buna Fransızların ‘kapris’ dedikleri asabiyet neticesi bir ‘heves’ namını vermiştim. Aldanmışım, pek çok aldanmışım!

Bir sabah gayet erken uyandım. Güneş; ilk ziyalarını ufka henüz serpiyordu. Şu köşedeki pencerenin panjurunu açtım, pembe köşkün sarmaşıklı odasını gözden geçiriyordum. Nazarlarıma pencereler, duvarlar hail olmuyordu. Görüyordum. Hayalimde Meliha olmak üzere canlandırdığım o latif cismi, o güzel vücudu görüyordum. Zarif olmak üzere tasavvur ettiğim karyolasını kaplayan muslin örtüler, beyaz keten çarşaflar üzerine sarı saçları perişan bir surette yayılmış; pembe, küçük dudakları yarı açık; güya semada uçuşan aşk meleklerine tebessüm ediyor, semadan renk alan gözleri kapanmış, sarı uzun kirpikler birbirine girerek o çehreye başka bir letafet vermiş.

Yüzüme niye hayretle bakıyorsun? Bu şiirle karışık sözlerimi ezberlenmiş saçmalar mı sanıyorsun? Bunlar; birdenbire, ansızın hatıra gelen şeylerdir. Aşkın, insanı şair edebileceğine inanmaz mısın? Eğer inanmıyorsan hata ediyorsun!

Evet, ne diyordum, nazarlarım oraya, Meliha’nın ta karyolasına, o güzel vücudu üstünde uyutan karyolaya kadar gidiyordu.

O sırada yeşil sarmaşıklar arasından bir baş, sarı, kıvırcık saçlardan ibaret bir taçla süslenmiş güzel bir baş göründü. O, ta kendisi, Meliha… Güneşin ufuklara yaldızlar saçarak doğuşunu seyrediyordu. Meliha’yı böyle açık bir hâlde ilk defa görüyordum. Sarı saçları tabii olarak kıvırcıktı.

Dikkatle seyrettim. Şimdiye kadar hayalimde Meliha olmak üzere tasavvur ettiğim çehre bunun yanında söndü. Gözden kayboldu. Kalbim şiddetle atıyordu. Gözlerim güya zaafa uğramıştı. Titrek ellerimle pencerenin kenarına dayanarak başımı dışarı çıkardım. Eski âşıkane vakalarımda ekseriya muvaffakiyetle neticelenmiş olan bir tecrübede bulunacaktım. Saçlarımı parmaklarımla taramakta olduğum hâlde gözlerimi Meliha’ya dikmiş, bakıyordum. İstiyordum ki gözlerimiz birbiriyle karşılaşsın! İstiyordum ki nazarlarımız birbirine çarparak bayılsın. O zaman ben yalvaran, imdat arayan bir vaziyet alacak, sonra meftun, gülecektim. Bu bir tecrübe, itikadımca kati bir tecrübe idi ve o ne suretle mukabele ederse o tecrübenin neticesi sayacaktım.

Ben bu âşıkane darbeyi tamamıyla hedefe isabet ettirmeye hazırlanırken o, kayıtsız bir hâlde beyaz muslin gecelik entarisinden çıkardığı kollarına başını dayamış, yüzüne nurlar serpen güneşi seyrediyordu.

Ben böyle beş dakika asabi bir buhran içinde o tarafa baktıktan sonra Meliha; nazarlarının istikametini benim pencereye çevirdi ve nazarlarımızın birbiriyle karşılaştığını hissettim. Güneşin ziyası güya gözlerimi kamaştırmıştı. Gülmeye gayret ettiğimi hissediyordum. Meliha kayıtsız bulunuyordu. Kendisine çevirdiğim ateşli bakışları ufak bir mukabeleye bile layık görmeyerek yine kayıtsızlıkla içeri çekildi. O anda gözlerim karardı. Bu tecrübe bana bir hakikat, bir hüküm tebliğ ediyordu. Meliha beni muhabbetine layık gömüyor, sevmiyordu. Hemen o dakikada şiddetli bir asabi buhran beni yakaladı, boğuluyorum sandım. Güya iki demir el boğazımı tutmuş, sıkıyordu, bağırmak istedim, sesim çıkmadı. İmdat çağırmaya çalıştım, muvaffak olamadım. Hemen şuraya, şu kanepenin üzerine yığılmışım. O sırada, kan ter içinde kaldığımı anlıyordum. Gözlerimi açtığım zaman kendimi yatakta buldum. Zavallı validem başımın ucunda bekliyordu.

“Ne oldum?” diye sordum.

O, mahzun, müteessir bir ifade ile:

“Hiçbir şey, biraz sıtma. Merak etme oğlum!” cevabını verdi.

Hâlimde bir fenalık görüyordum. Ağırca bir hastalığa tutulmuş olduğumu anlıyordum. Çağrılan hekim; sorulan suallere:

“Sıtma.” cevabını verdi. “Ehemmiyete değer bir şey değil. Bir haftalık istirahat, biraz perhiz, azıcık dikkat elverir. Ziyadece soğuk algınlığı var.”

Mamafih ben hâlimi layıkıyla anlıyordum. Derdimi teşhis etmiştim. Beni güya aldatmaya çalışan hekimin bu sözleri ruhumu sıkıyordu.

Yatakta bir hafta kaldım. Validemin, hemşiremin dikkatleri beni tedaviye kifayet ediyordu. Bununla beraber kendimde biraz zafiyet hissediyordum.

Hemşire ile yalnız kaldığımız zaman kalbimi kemiren o meşum darbenin intikamını almak isterdim:

“Senin azametli hanımefendi ne yapıyor? Nezaketine doğrusu diyecek yok. Yüz adım ötede bir hasta mevcut iken piyano çalmak… Teşekkürlerimi tarafımdan tebliğ edersin olmaz mı?” derdim.

Bazen daha ziyade izahat almak ümidiyle:

“Kibirli hanımefendi hastalığımdan hiç bahsediyor mu?” diye sorardım. Hemşire mahzun bakışlarını gözlerime dikerek yavaşça:

“Hayır.” cevabını verirdi.

İşte o zaman sinirlerim yine coşar, isyan ederdi. Kırılmış olan emellerimin intikamını almak için:

“O sarı çıyan azametine yedirir mi?” derdim. Şu çirkin, soğuk sıfatı onun hakkında kullandıktan sonra bilsen ne kadar müteessir olurdum. Meliha’nın sözü açıldığı gün rahatsızlığım artardı. Mamafih onun sözünü etmekten de yine lezzet duyardım. Bir sabah hemşireye yine bu sözü açmıştım.

Ben köpürüp de birtakım münasebetsiz kelimeler püskürdüğüm sırada bana dedi ki:

“Ağabey! Yoksa siz Meliha Hanım’ı seviyor musunuz?”

Artık o sırada ihtiyarım elimden gitmişti. Demek ki hakaretle mukabele gören aşkım; kırılan, mahvolan, perişan olan emellerim kadınlara, kızlara eğlence vesilesi oluyordu. Artık ne yaptığımı bilmiyordum. Sesim çıktığı kadar:

“Yıkıl karşımdan terbiyesiz!” dedim. “Benim gönlüm o kadar sefil midir ki sarı çıyanların istihzasına vesile olsun! Meliha ismini bundan böyle ağzına almayacaksın!”

Zavallı kardeşim; uğradığı şiddetli tekdirden fevkalade müteessir olarak odadan çıktı. Ben uzanmış olduğum koltukta aşkımın felaketini düşünürken… Evet; aşkımın felaketi! Artık emin olmuştum. Ben âşıktım. Aşkın en şiddetli hasretleriyle, çarpıntılarıyla, heyecanlarıyla âşık idim. Fakat ümitsiz bir sevda! Neden? Sebebini tayin edemiyorum. Lakin bir şey, bir ses, sanki nereden geldiği bilinmeyen gizli bir ses bana diyordu:

“Sen talihsizsin!”

O aralık valide içeri girmiş; benim öyle düşüncelere dalmış olduğumu mahzun mahzun seyrediyormuş; yavaşça bana dedi ki:

“Ne düşünüyorsun Necdet? Yavrum! Validen seninle müzakere etmeye gelmişti.”

“Müzakere mi?” cevabını verdim. Hatırıma o sırada neler gelmişti. Mesela Meliha’nın validesiyle bizim valide arasında kararlaştırılmış bir izdivaç… Bana kabul için ihtarda bulunulacak, ben biraz nazlanacağım. Sonra ısrar edecekler. Ben de kabul etmiş bulunacağım. İşte o zaman karanlık bulutlar altında kalmış olan saadet ufkumda yeni güneşler doğacak, bahtiyarlık yüz gösterecek.

Şu düşüncelerin verdiği neşe ile.

“Emrinizi bekliyorum!” cevabını verdim.

“Oğlum; sen evlenmenin öteden beri aleyhindesin, bilirsin ki ben validelik vazifesini ifa için seni evlendirmeyi ne kadar istedim, razı olmadın! Serbest, kayıtsız yaşamayı arzu ediyorsun. Pekâlâ. Buna bir şey denilmez. Fakat şu hâlde o hakla, o sırayı diğerlerine terk eylemelidir. Mesela hemşiren…”

Sözünü keserek hemen dedim ki:

“Bu mukaddimeye ne lüzum var anneciğim? Hemşiremin münasip bir talibi çıkmış ise müzakereye ne hacet? Siz saadetimizi tabii temine çalışırsınız. Benim evlenmemem buna mâni değil, bir erkek için evlenmek her zaman kabildir. Fakat kızlar… Öyle değil mi anne? Hemşire artık yirmi yaşını geçiyor. İzdivaç çağı gelmiştir. Fakat isteyen kim? Onu hâlâ anlayamadım.”

“Meliha Hanım’ın büyük biraderi Ferid Saffet Bey… Viyana’dan geleli beş altı gün olmuş. Bugün istediler. Ben kararımı seninle müzakerem neticesine bıraktım. Demek ki sen de münasip görüyorsun.”

“Ferid Saffet Bey’i yakından tanımam, biraz aşinalık var ama hakkında isabetli bir rey verebilecek derecede hususi hâllerini bilmiyorum, fakat siz tabii tahkik etmişsinizdir. O cihet başka… Ancak bu izdivaca benim mevkiim mâni olamaz.”

Sözü daha ziyade uzatmaya bende kuvvet, kudret kalmamıştı. Korkuyordum ki ihtiyarımı kaybederek sesim çıktığı kadar: “Beni verem etmek mi istiyorsunuz? Hâlimi görmüyor musunuz? O kibirli, o azametli kızı sevmekte olduğumu, ölerek, çıldırarak sevdiğimi hissetmiyor musunuz? Yoksa yaramaz çocuklar gibi, bana falanı alın, yoksa kendimi öldürürüm, diye feryat etmemi mi bekliyorsunuz?” diyecektim.

Istıraptan, teessürden titremekte olan ellerimle panjuru açtım. Piyano sesi geliyordu. Yine o elemli musiki, yine o ölüm havası, sinirleri buhrana, kalbi heyecana getiren hazin nağmeler, mezardan aksedercesine kederli iniltiler…”

***

Ertesi gün kendimi biraz daha rahatsız buluyordum. Vücudumda dehşetli yorgunluğa benzer bir hâl, bir kararsızlık, tuhaf bir kesiklik vardı.

İki gün sonra valide bana şu haberi getirdi:

“Söz verdik.” dedi. “Pazartesi günü nikâh; daha altı gün var, vücutça iyisin değil mi? Oğlum! Evimizin erkeği sensin! Bu nikâhta bulunacaksın ya iki gözüm?”

“Tabii bulunurum.” cevabını istemeyerek verdim.

Hemşireyi biraz sıkmak istiyordum. Yanıma geldiği zaman birdenbire:

“Sizin baldız hanım ne kadar da keyifli piyano çalıyorlardı.” dedim.

Zavallı hemşire mahcubiyetinden kendisini dışarı attı.

O gün elbisemi giydim. Biraz gezmeye çıkmak istiyordum. Bir arabaya binerek Fener’deki Sebastiyano Oteli’ne gittim. Oradaki ağaçlık benim pek hoşuma gider. Çam ağaçlarının altına doğru ilerliyordum.

“Necdet Bey! Teşrif buyurur musunuz?” diye bir ses işittim. Başımı çevirdim. Ferid Saffet Bey… Selamlaştık. O, rahatsızlığımı işittiğinden, gelip beni tasdi edeceğinden filandan bahsederken ben yine ümitlerim üzerine hayal kâşaneleri kurmakla meşguldüm.

Beni Ferid Saffet Bey’in huzuru da sıkmaya başlamıştı. Bundan böyle sık sık mülakatlar vadederek yanından kalktım. Diğer bir tarafa gittim.

Köşke geldiğim zaman kararımı vermiştim. Valideye işi anlatacağım. Her iki valide arasında konuşulduktan sonra muvafakat… Ah evet; Meliha da razı olursa resmen isteyeceğim. Fakat işi valideye nasıl açmalı? Ne demeli? Kızın zem etmedik hiçbir cihetini bırakmamıştım. Şimdi ne diyecektim? Burası beni çok düşündürüyordu.

İki gün de böyle düşünce ile geçti. Perşembe günü sabahleyin hizmetçi kız ufak bir zarf getirdi:

“Pembe köşkün uşağı…” dedi. Sözünün alt tarafını söylemeye vakit bırakmadım:

“Pekâlâ, anladım.” dedim. Elinden zarfı kaptım.

O zarif zarfın içinde bir kartvizit çıktı. İptida Fransızca “Ferid Saffet” kelimeleri gözüme ilişti. “Oh! Oh bizim enişte beyden.” diyordum. Kartın arkasında şu kelimeler yazılı idi: “Tasdi ettim, af buyurunuz! Peder sizinle mühim bir meselenin müzakeresi için mülakat temenni ediyor. Vaktiniz müsait ise bendehaneyi lütfen teşrif buyurunuz.”

Nezaket icabı gitmek gerekti. Gittim. Pembe köşke doğru ilerlemeye başladım. Ferid Saffet Bey beni selamlık kapısında karşıladı. Pederinin huzuruna çıktık. Zaten arada bir aşinalık vardı. Bana fevkalade iltifat buyurdular. Nihayet biraz mahcup bir tavırla dediler ki:

“Beyefendi oğlumuz; bundan sonra her iki aile bir vücut sayılabilir. Binaenaleyh bizim sırlarımız artık birbirimize gizli kalamaz. Sizi zaten pek sever, takdir ederdim. Ahlakınızdaki temizliği de işiterek iftihar eylerdim.”

Of, bu mukaddimeler ne kadar uzayıp gidiyordu! Kalbim de ne kadar şiddetle çarpmaya başlamıştı! Söylenecek bir sözü, dili altında dolaşıp duran bir cümlesi var, onu bir türlü söyleyemiyor.

Biraz tereddütle sözünde devam ederek dedi ki:

“Evet; gıyabınızda hüsnühâlinizi işitmekle iftihar ederdim. Şimdi aramızda hasıl olan akrabalık şerefi o iftiharı bir kat daha arttıracaktır. Buna şüphe yok.”

Kulaklarıma inanamayacağım geliyordu. Akrabalık! Aman Yarabbi; ne işitiyordum; akrabalık… Ben kendimden bahsedildiğine katiyen emindim. Ah, bu söz, bu akrabalık sözü kalbimi ne tatlı bir neşe içinde bırakmıştı. Ben artık dikkatle sözün nihayetini bekliyordum. O muhterem zat; zapt edemediğim bahtiyarlık eserlerini bir kere layıkıyla süzdükten sonra sözüne devam etti:

“İbrahim Şemsi Bey’i tanır mısınız?”

Böyle bir suale hedef olacağımı ümit etmiyordum. Alıklaşmışım. Tereddüdümü defetmek için izah etti:

“Erkânıharbiye binbaşılarından İbrahim Şemsi Bey’i?”

“Evet; tanırım. Hem pek güzel, layıkıyla tanırım. Mektebi Sultani’de altı sene birlikte tahsil gördük. Altı senelik bir hayat; insanı layıkıyla tanımak için kâfidir. Ben kendisini pek severim. Mektebi Sultani’den çıktıktan sonra asker olmak istedi. Harbiye mektebinde sınıfının daima birincisi olduğunu işitirdim. Tahsili fevkalade mükemmeldir. Hele Almanya’da beş sene devam eden askerliği güzel hatıralar bırakmıştır. Bunu yine kendi arkadaşlarından işitmiştim.”

Ben bu sözleri ezber edilmiş bir ders okur gibi söylüyordum. Biraz evvelki sualin bende hasıl eylediği şaşkınlığın tesirini defetmek için böyle uzun sözler söylemek lazımdı.

“İktidarının derecesini bendeniz de işittim. Tamamıyla muvafık. Fakat asıl öğrenmek istediğim cihet; ahlakıdır…”

“Ahlakı… Ahlakı… Emin olunuz, hiçbir leke getirmez. İbrahim Şemsi kâmil bir insandır. Mektepte geceli gündüzlü altı senelik hayatımızda kendisinden kırılmış bir kimse görmedim. İnsanı utandıracak hiçbir hâlini işitmedim. Hele kalbinin temizliği… İbrahim Şemsi; şimdiki gençlerde pek az tesadüf edilecek gayet temiz bir kalbe maliktir. Af buyurursunuz amma bu kadar tafsilatı neden almak istiyorsunuz?”

“Şimdi bendeniz de orasını izah edeyim bey oğlum. İbrahim Şemsi Bey; kerimem cariyenizi istetmiş. Bu izdivacı cümlemiz münasip bulduk. Ancak sizin sınıf arkadaşınız olduğunu akşam Saffet söylüyordu. Kati kararımızı sizden alacağımız izahattan sonraya bıraktık. Demek ki siz de münasip görüyorsunuz! Hatırıma bir şey de geliyor. Bilmem muvafık bulur musunuz? Her iki nikâhı bir arada akdetmiş olsak, bendenizce daha şerefli olurdu…”

Artık bundan sonrasını hatırlayamıyorum. Demek son ümit de işte şu dakikada mahvoluyordu. Hele “Cümlemiz münasip bulduk.” kelimeleri nazarımda büyüdü; o derece büyüdü ki gözlerimin önünde ufuksuz keder âlemleri, hudutsuz endişe dünyaları açıldı. Başım döndü, döndü. Gözlerim karardı, karardı. O karartı arasında görüyordum: Meliha gelinlik beyaz saten elbisesiyle İbrahim Şemsi’nin koluna girmiş gidiyor; İbrahim Şemsi bütün ümitlerimi, bütün emellerimi, of; bütün saadetlerimi, bütün hayatımı almış götürüyordu. Arkalarından koşmak, onlara yetişmek için yerimden fırlamışım. Sonralarını artık hatırlayamıyorum. Bizim köşkün kapısından girerken gözlerimin karardığını, midemin dehşetli bir surette bulandığını hissettim. Odama kadar çıkabilmeye güçlükle muvaffak oldum. Orada bir ölü gibi halıların üzerine düşüp uzanmışım.

Yere birdenbire düşmemden hasıl olan şiddetli gürültü üzerine koşup geldiler. Bende asabi buhran başlamıştı. Sinirlerim zapt edilemeyecek bir surette titriyor, boğazımın damarları geriliyor, gözlerim kararıyordu:

“Ben ölüyorum!” diye bağırmış ve bayılmışım. Ayıldığım zaman bütün aile efradının odada bulunduğunu ve kederli gözlerinin benim üzerime dikilmiş olduğunu gördüm. Onlarda gördüğüm bu çok elemli hâlden vaziyetimin fena olduğunu anladım.

Hekim henüz gelmemişti. Sinir buhranı yine şiddetle devam ediyordu. Kolonyayla kollarımı, ayaklarımı ovuyorlardı.

Yine o âlem gözlerimin önüne geldi: Beyaz saten gelinlik elbisesiyle Meliha’yı görüyordum. “Cümlesi münasip bulmuş.” Öyle mi? Demek Meliha da münasip görmüş. O da kalbimin en son ümidini mahvetmeye yürümüş, gidiyor, öyle mi, onu takip etmeli değil mi? Yerimden kımıldamak istedim; beş altı kol beni zapt etmeye çalışıyordu ve sinirlerim kuvvetli bir elektrik cereyanına tutulmuş gibi dehşetle, şiddetle titriyordu. O gelinlik beyaz elbisesiyle Meliha hayalimden kayboluyor, gözlerim kararıyor, bir karanlık, derin bir karanlık arasından onların; Meliha ile İbrahim Şemsi’nin kol kola gittiklerini görüyordum. Yerimden kalkmak istedim, muvaffak olamadım:

“Ölüyorum!” diye haykırdığımı biliyorum. Gözlerimi kapadım, hâlsiz, kudretsiz, kuvvetsiz, düşüp bayıldım. O baygınlık içinde etrafımda mevcut olanların ağlamakta olduklarını işitiyordum, sahi ölüyor muydum? Yoksa ben ölmeye mahkûm muydum?”

***

Necdet Feridun burada durdu. Devam etmek için kendisinde kuvvet kalmamıştı. Rum hizmetçi kızın getirdiği kahve çoktan soğumuştu. Şu sergüzeştin her ikimizin üzerinde hasıl eylediği tesir bize kahveleri içmeyi çoktan unutturmuştu. Necdet kahveleri tekrar ısmarladı. Bir puro yaktıktan sonra koltuğa gömüldü.

Yavaşça ve tereddütle diyordu ki:

“Zannederim, sinir buhranı yine başlayacak, alametler görünüyor, işte görüyor musun, boğazımın damarlarını görüyor musun? Nasıl geriliyor, sertleşiyor. Bu, sinir tutacağına delalettir. İşte, işte, ellerimde titriyor. Yatak odamdan kolonya şişesini alır mısın?”

Ben ne yapacağımı şaşırmıştım. Yatak odasından kolonya şişesini hemen aldım, geldim. Kendisinin tarifi üzerine bileklerini, boğazını kolonya ile ovmaya başladım.

Sinir buhranı biraz geçer gibi oldu. Fakat biçare Necdet’e öyle bir yorgunluk, çok yorulmuşlarda görülen öyle bir gevşeklik gelmişti ki… Daha ziyade rahatsız etmemek için kendisinden müsaade istedim. Bana özür dileyerek diyordu ki:

“Beni mazur gör! Bu hâl elde değil. Bugün sergüzeştimi tamamlamak istiyordum. Çünkü ikinci bir defa bu azaba düçar olmanı istemezdim. Bitiremedim. Artık diğer bir güne… Olmaz mı kardeşim?”

“Evet, ben de gitmek için müsaadeni rica edeceğim. Bugün öğleden evvel idarehanede bulunmak lazım. Diğer bir gün; olmaz mı?”

“Seni teşyi edemeyeceğim, beni mazur gör!”

Rum hizmetçi kız beni dışarıya çıkardı. Düşünmeye dalmıştım. Neler düşünüyordum! Kapıdan çıkmak üzere iken:

“Vay ne güzel tesadüf; Necdet Bey’i görmeye mi gelmiştiniz? Beyefendi, nasıl?”

Baktım; İbrahim Şemsi Bey… Necdet kadar sevdiğim, altı senelik mektep hayatının çok kıymetli bir arkadaşı İbrahim Şemsi… Elini elime aldım. Samimiyetle sıktım:

“Saadetini tebrik ederim.” diyordum. “Necdet bana hepsini hikâye etti.”

Bu cümleyi söz bulabilmek için söylemiştim. Necdet bana o hazin macerayı söylerken anlamıştım ki İbrahim Şemsi’nin saadeti; zavallı Necdet’in felaketini mucip olmuş, işte onu böyle harap, perişan etmiş, bitirmişti. Fakat İbrahim Şemsi’nin ne günahı vardı?

“Teşekkür ederim.” dedi. “Tebrikiniz pek geç, fakat samimiyeti itibarıyla çok kıymetli… Ancak o saadeti, o bahtiyarlığı ben Necdet Feridun’a borçluyum. Zavallı çocuk; bilsen azizim ne kadar üzülüyorum! Şu merak, bu garip hastalık kendisini günden güne bitiriyor. Bütün aile, hepimiz üzerine titriyoruz. Şu meraktan kurtarabilmek için ne gibi vasıtalara başvurduğumuzu bilsen, gülmekten bayılırsın! Geçenlerde bir kitapta okumuştum. Keman sesi sinir buhranını yatıştırmak için çok tesirli imiş, refikam şimdi her sabah o uykudan uyanmadan kemanını çalmaya başlıyor. O tatlı nağmelerle kendisini uykudan uyandırıyor. Ne dersin? Bu tecrübede fevkalade muvaffak olduğumuzu söyleyecek olsam inanır mısınız? Evet; sizi temin ederim, Necdet o ses ile uyandığı günler hiç ıstırap çekmiyor. Buhran eseri görmüyor. Sizi yolunuzdan alıkoydum ama affedersiniz, değil mi?”

Hayretim dakikadan dakikaya artıyordu. Cevap vermiş olmak için dedim ki:

“Biraz evvel, yine rahatsızlığı tutmuştu.”

“Bunda mutlak bir sebep olmalı!”

“Hayır! Hiçbir şey… Hiçbir sebep yok… Biraz hazımsızlık… İşte o kadar… Bundan böyle görüşürüz, değil mi?”

Artık cevap vermeye bile lüzum görmedim; kendisini hürmetle selamlayarak köşkten dışarıya çıktım, istasyona doğru âdeta koşmaya başladım. Yolda ne düşündüğümü, ne garip mütalaalarda bulunduğumu tasvir etmek kabil olamaz. Ben Necdet’in bulunduğu mevkii düşünüyordum. Felaketine acıyordum. Zavallı Necdet; zavallı çocuk.

***

O günlerde idare işleri o kadar artmıştı ki vakit bulup da Necdet Feridun’a bir daha gidemedim. Sergüzeştinin neticesini, bunun ne kadar hazin olduğunu anlıyordum. Cesaretim kırılmıştı. İkinci defa yine gitmek, onu görmek için kendimde bir türlü kuvvet bulamıyordum. On beş gün kadar geçmişti sanırım. Göztepe’nin o sıcak havası, ara sıra esen o ılık rüzgârı bana bazen gece uykusunu kaybettirirdi. O zaman Necdet Feridun’un hâli gözlerimin önüne gelirdi: Şiddetli bir aşk, gizli bir aşk, anlatılamayan bir hazin sevda… Yalnız bir gönülde kalan, yalnız bir gönlü harap eden, bitiren çok kuvvetli bir sevgi… Sevilenin, sevildiğinden bile haberi yok belki… Sabahları beyaz gecelik elbisesiyle saçları perişan bir hâlde Vagner’in, Mozart’ın en yanık, en hazin nağmelerini hafif hafif esen rüzgârlara serperken seven uyanıyor ve çok müessir feryatlar içinde gözlerini açtığı zaman sevdiği karşısında, gül yanaklarına çok yaraşan tatlı, hafif bir gülüşle gülüyor. Ne saadet değil mi? Hayır;

saadet değil, bedbahtlık… Çünkü bir saniye sonra o aşkın ebediyen söndüğünü, bu sevgilinin artık ebediyen kendisinin olamayacağını anlamaktan hasıl olan bir acı ile, bu acının kalbine açtığı çok derin bir yara ile ümitsiz, bitkin titriyor.

Bunu, bu hazin macerayı düşünmek bile insanın tüylerini ürpertmeye kifayet eder.

Bir gün matbaada masanın önünde oturuyordum. “Sevdiğim” redifli bir gazeli, “Fuzuli’nin bir gazelini tahmis” başlıklı bir saçmayı, “Tiyatroda bir gece” isimli bir hikâyeyi gözden geçiriyor, bunları okumak için kaybettiğim zamana acıyarak birer birer sepete attığım sırada ufak bir zarf gözüme ilişti. Diğerlerinden evvel onu açtım. Necdet Feridun’dan idi. Şu satırları okudum:

“… Şimdiye kadar bekledim, gelmedin! Buna ne mana vereyim? Yoksa ıstırabımdan korktun mu? Bu akşam seni köşkte bekliyorum. Yarın Midilli’ye doğru seyahat için hareket etmek arzusundayım. Mutlak beklerim!”

Filhakika Necdet’i on beş günden beri aramamam münasebetsiz oldu. O gün akşamüzeri köprüden bindiğim vapur hareket ettiği zaman Necdet Feridun’un Midilli’ye seyahatinin sebeplerini zihnimde araştırıyordum. Belki merakını defetmek için bir seyahate lüzum gösterilmiştir.

Tren Feneryolu İstasyonu’nda durduğu zaman Necdet’i orada ayakta gördüm. Beni bekliyordu:

“Gelmemiş olsaydın darılacaktım.” diyordu. “Seni yolundan çevirmek için işte burada bekliyordum. Fakat ona hacet bırakmadın!”

Ellerimi samimiyetle sıktıktan sonra sözüne devam etti:

“Birdenbire böyle bir seyahat icrasına kalkışmama bilmem ne mana verdin?”

“Buna verdiğim mana gayet sade… Küçük bir kapris, senin de benim de bildiğimiz sinir…”

“Evet, evet sinir, pek doğru bulmuşsun!”

Necdet acı acı güldü:

“Sergüzeştimi sana tamamıyla hikâye etmeden buradan gitmeyi arzu etmedim.”

“Teşekkür ederim!” diyordum.

“Fener Bahçesi buraya yakındır. Yavaş yavaş oraya kadar gidebiliriz. Bilmem yoksa yorgun musun?”

“Hayır… Fener’de güneşin batışını da seyretmiş oluruz.”

Kol kola girdik. Demir yolunu takip ettik. Yavaş yavaş yürüdük. Köşkün önüne geldiğimiz zaman Necdet, uşağa bazı şeyler söyledi. Ben ağır adımlarla ilerliyordum. Biraz sonra bana yetişti. Yine beraberce yürümeye başladık. Diyordu ki:

“Seyahatim münasebetiyle İbrahim Şemsi ile bizim enişte bey yemekte bulunacaklar. Arzu ettiğimiz gibi konuşamayız. Fener’de; güneş batarken muhite yaydığı o garip mahzunluk içinde sergüzeştimi anlatmak ve bitirmek istiyorum. Eğer o sergüzeşt bununla bitecekse… Heyhat, hiç zannetmem.”

bannerbanner