
Полная версия:
Aylak Köpek
Odalarımız belli olunca ve otomobilin toz toprağını üzerimizden silktikten sonra gidip avluda yürüyüp Hasan ve eşini bekledim. Bir anda balkonun sonundan birinin beni işaret ettiğini fark ettim. Yakınlaştığında onu tanıdım. Bu her gece Pervane Kafe’ye gelen, tanıştığım gençti. Keratalar onun adını dalgasına “Don Juan” koymuşlardı.
Sıradan, züppe ve resmî yeni yetme gençlerdendi, kıyafeti gri, geniş çarliston pantolondu: altı yıl önceki modaya göre giyinmişti. Başı briyantine batmış, manikürlü tırnakları olan elinde imitasyon bir elmas yüzük parlıyordu. Selam verdikten sonra: “Üç gündür Kerec’te kalıyorum, bu gece Tahran’a dönmeyi umuyorum.” dedi. Bir miktar daha sessizce: “Ermeni bir kızın hatırına buraya gelmiştim, bu sabah gitti!” dedi.
Bu arada, Hasan ve eşi tavus kuşu gibi sarhoş bir hâlde odadan çıktılar. Çaresiz ben, Don Juan’ı onlarla tanıştırdım. Sonra birlikte gidip odadaki masaya oturduk. Hasan ve eşi görünüşe göre bu seferden memnun ve hoşnutlardı. Kadın Hasan’ın omzuna vurarak konuşuyordu: “Bizim birbirimize karşı değişik bir sempatimiz var, öyle değil mi? Sahi size anlatmadım, bir erkek kardeşim var, Hasan’ın peşine takılan Sibi gibi. Fakat o evlendikten sonra gözümden düştü! Başına ne bela geldi bilmiyorum, ben sonunda evimi ayırmak zorunda kaldım. Samimiyet ve iyi ahlakı ben çok severim… İyi ahlaka can feda!”
Bardaklarımızı kadının sağlığına kaldırdık. Don Juan kalkıp gitti, odasından birkaç kâğıtla birlikte bir gramofon getirdi ve plakları çalmaya başladı. Sonra pat diye kadını dansa davet etti, bir kez değil on kez değil, ben Hasan’ın kötü bakışlarının farkındaydım, dişini gıcırdatıyordu ve dışarıdan mübarek yüzüne bunu yansıtmıyordu.
Öğle yemeğinden sonra, çıkıp biraz hava almaya karar verdik. Çalus Caddesi’nde gezerek yürümeye başladık. Yolda Don Juan sessizce bana: “Bu gece de kalacağım.” dedi. Sonra kadını yıllardır tanır gibi onunla samimice sohbete daldı! Her şeye ve her yere dair bilgisi vardı. Kadına yalan hikâyeler de anlatıyordu, biz iki kişinin hayatımızı anlatmamıza fırsat vermeyecek şekilde!
Hasan ani bir karar vermişçesine bir şey söylemek üzere kadının yanına gitti. Fakat kadın ona ters ters bakarak: “Başını kaldır, kıyafetindeki bu leke de ne?” dedi. Hasan korkarak kenara çekildi. Don Juan paltosunu çıkarıp kadının omzuna attı. Ben onlara yaklaştım. Don Juan, caddenin kenarındaki çamurlu ırmağı ve uzaktan görünüşü yerden çıkan çalı süpürgesi gibi olan ağaçları işaret ediyor ve: “İnsanın gelip böyle yerlerde yaşaması ne iyi olurdu! Bu hava, bu ırmak, bu ağaçlar bir ay sonra canlanacaklar. Mehtaplı gecede insan ırmak kenarına gelecek, bir de gramofonu olacak… Yazık oldu fotoğraf makinemi unuttum!” diyordu.
Yakın köylerden yeni kıyafetlerini giymiş köylü adamlar vardı ve rengârenk giyimli çocuklar gelip geçiyorlardı. Kadın yorulduğunu söyledi. Don Juan ırmak kenarında bir mekânı işaret etti. Gidip taşların üzerine oturduk. Irmağın çamurlu suyu yükselmişti, zincirli dalga çıkarıp çamur ve çöpü topluyordu. Gözümüzün önünü toprak tepeler ve kırağı çalmış sıra dağlar sarmıştı. Hava biraz daha ısınmıştı. Don Juan giysisini çıkardı ve orada oturduğumuz süre boyunca âşığından, ceketinin parfümünden, aşktan, namustan ve Kafkas dansından bahsetti. Kadın da ağzı açık onun boşboğazlığını dinliyordu. Aptalca sözler söylüyordu, örneğin: “Bundan daha iyi bir pantolonum vardı, geçen hafta gittim arkadaşlardan biriyle uçağa bindim, ineceğimizde bacağım gitti yerdeki taşa çarptı. Dizimin üzeri parçalandı, lüks terzi bu pantolonu bana 25 tümene dikmişti. Bacağımın her yeri yaralanmıştı. Maktowel’ın yakınındaki Amerikan Hastanesi’ne gittim. ‘Allah sana acımış, diz bağın hasar görseydi sakat kalırdın.’ dedi. Üç gün yattım, iyileştim ancak o yukarıdan evlerin çatıları o kadar güzel görünüyordu ki! Kendi evimizi de yukarıdan gördüm. Sipehsalar Camisi’nin kubbesi de görünüyordu. İnsanlar karınca gibiydiler. Fakat uçak ineceği zaman insanın yüreği hopluyor!..”
Sonunda, yorgunluğu giderdikten sonra, kalktık ve Kerec’e geri döndük. Hasan ve Don Juan’ın keyifleri yerindeydi, Kafkas tonunda ıslık çalıyorlardı. Kadın dans etmeye geldi, ayakkabısının topuğu çıktı: “Bu ayakkabıyı iki hafta önce Bata’dan almıştım!” dedi. Hizmete hazır Don Juan, bir taş parçasıyla ayakkabının topuğunu düzeltti. O esnada kadın ona eliyle dayanıyordu.
Hasan benimle konuşmaya başladı, kafede bana söylediği şeyin aksine: “Bu bana karı olmaz mı? Bırakmam gerek. Ben bunun boğazını doyuramam. Evimiz hiç kapanmaz, özgür de olmak istiyor, fazla özgür!” dedi.
Akşamüzerine doğru misafirhaneye girdik, birkaç şişe arak, gramofon ve türlü türlü çeşitler masayı donatmıştı.
Don Juan gramofonu çalıştırdı ve peşinden kadınla dans etmeye başladı. Hasan küplere bindi ama şakaya vurarak, kinayeyle: “Canım benim doğru söyle, âşığımıza âşık mı oldun, söyle de biz de boşayalım.” dedi.
Don Juan duygusal bir keman plağı çaldı, gelip yatağa oturdu ve: “Pekâlâ! Benim kendi nişanlım var, hiç aklına geldi mi?” dedi. El çantasından üzgün bir kız fotoğrafı çıkardı. Öpüp başına, yüzüne sürdürüyordu, gözlerinden yaşlar yuvarlandı, ağlamaya hazırmış gibi.
Kadının şefkat duygusu kabardı, kalktı Don Juan’ın yanına gidip oturdu. Hasan, karısı ve Don Juan’ın dans etmelerini önlemek için hizmetliden kâğıt oyunu istedi ve Don Juan’ı belot5 oynamak için davet etti. Onlar iki kişilik belot oynamakla meşgullerdi ancak kadının keyfi yerindeydi belindeki kıpırtı durmuştu. Güya Hasan ile inatlaşmak için bir plak çaldı ve beni dansa davet etti. Dansın ortasında kadının elimi bastırdığını ve bana ilgi gösterdiğini hissettim, iki üç kere yüzünü benim yüzüme yapıştırdı.
Hasan fırsattan istifade oyunda Don Juan’a zehrini kusuyordu. Bağırıp çağırıyordu, sinirlenmişti. Dans bitince kadın gidip, Hasan’a ıslak bir sille vurdu ve: “Git defol! Bu ne öfke? Ne ayıp. Git kaybol, tıpkı bir ceset!” dedi.
Hasan ona dik dik baktı, boğazı düğümlenmişti. İstemsizce kravatını düzeltmek için elini kaldırdı ama yakası açıktı. Don Juan oyunu bıraktı ve tekrar kadınla dans etmeye başladı. Ben çaktırmadan Hasan’ı izliyordum, kalktığını, odadan çıktığını gördüm. Don Juan bir tango plağı koydu.
Hasan odaya girdi, etrafına bir baktı, gelip benim elimi tuttu ve odanın dışına çekti. Elinin titrediğini hissettim: Avlunun gaz lambasının altında şakaklarında damarları kabarmıştı, gözleri açık ve alt dudağı sallanmıştı. Tam da onu okulda gördüğüm laubali hâline dönmüştü. Elimi tutarken kesik kesik: “Dün gece bana ‘ben sadece seni düşünüyorum’ dedin, onu benimle tanıştırman senin hatan! Sen görmüştün, tanıyordun ama o benim iznim olmadan eşimle dans ediyor. Bu medeniyete ters değil mi? Sen ona bu şımarık, çocuksu tavırlarını bırakmasını söyle. Sahte yüzüğünü benim kadınımın gözüne sokuyor, on bin tümen sevgilime harcadım diyor! Âşık oluyor, gramofon plağının önünde ağlıyor. Benim eşek olduğumu sanıyor. Dans ederken neden benden izin istemiyor? Hepsini görüyorum, ben ondan daha akıllıyım. Ben de aşk acıları çektim. Bak, onu benimle sen tanıştırdın. Bu kadının çok özgür olduğunu biliyorsun. Onunla fazla yaşayamayacağımı da biliyordum ama artık gidiyorum, burada ayak bağı olmayacağım.” diye konuştu.
“Vay arkadaş! Bir gece bin gece olmaz. Şimdi git yüzüne bir avuç su çal, şeytanın eşeğinden in. Arak içtin saçmalıyorsun. Yılın ilk gecesine bakıp konuşmak kötüye alamettir.”
Fakat benim cevabım kötü etki yaptı. Hasan bir şeyden alevlenmişçesine aceleyle kendi odasına gitti, kadının çantasından para aldı, şehre gitmek üzere hizmetliden özel taksi çağırmasını istedi. Çünkü hızla hareket etmeyi düşünüyordu. Tam da misafirhanenin önünde bir araç duruyordu. Deli gibi etrafına baktı uykulu şoförün başına gitti, uyandırdı ve: “Derhâl şehre gitmeliyim, ne istersen veririm. Acele et!” dedi.
Hasan paltosunun yakasını yukarı kaldırdı. Gidip, Ford’un içine oturdu. Şoför gözlerini ovuşturuyor, araca doğru yürüyordu. Ben şoföre: “Saçmalıyor, sarhoş oldu, git uyu.” dedim.
Şoför de Allah’tan istemişçesine, uyumaya geri döndü. Bir anda değişken Hasan’ın karısı kaşlarını çatarak geldi, otomobilin yanına gelip Hasan’a başını uzattı ve: “Geberesice! Sen adam değilsin, ölü tuzun dökülsün cesedini götürsünler!” Yüzünü bana çevirerek: “En başından ona acıyordum âşık değildim. Bu, kardeşimin karısı gibi bir kadına layıktır.” Tekrar Hasan’a dönerek: Kalk, kalk buraya gel odaya, seninle konuşacaklarımı tamamlamam gerek. Beni burada çölün ortasında bırakmak mı istiyorsun? Kahrolasıca!” diyerek serzenişte bulundu.
Hasan sersemlemiş bir hâlde ayağa kalktı, odaya gitti, yatağa düştü, ellerini yüzüne kapattı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve şöyle söylüyordu: “Hayır, hayır, hayatım anlamsızlaştı… Şehre gidiyorum… Benim hayatım bitti… Beni delirttin… Gitmeliyim, yeter artık!.. Şimdiye kadar benim hayatımın sadece bana ait olmadığını, sana da ait olduğunu sanıyordum. Hayır… Yarı yolda ineceğim, kendimi derenin üzerinden aşağı atacağım… Yeter artık!”
Hasan sadece aşk romanlarındaki sıradan cümleleri tekrar etmiyordu, üstelik onların oyuncusu olmuştu. Bu insan görünüşe göre inatçı, benden çekiniyor ve kendini doymuş, kıdemli ve yüksek göstermeye çalışıyordu. Bir anda kendi kontrolünü kaybetti. Yamyamlaşmış ve çaresizleşmişti, âşığından aşk ve şefkat dileniyordu. Bütün bu çaresiz, işkence görmüş et yığını yatağın üzerinde bir dağ gibi yuvarlanmıştı, acı çekiyordu! Bir tür kendini beğenme acısıydı ve aynı zamanda gülünç ve komik bir hâldeydi. Kadın, kendisinin daha üstte olduğundan emin olduğu için, zaferini yüksek sesle bağırıyordu. Aşağılayıcı şekilde elini beline koymuştu ve: “Git kaybol, aptal! Bu kadar aptal olduğunu bilmiyordum.” dedi yüzünü bana çevirdi: “Şuna bakın, tıpkı bir ceset! Beyefendi benim ısrarlarımla azıcık kendine çeki düzen verdi. Bakın ne hâle düşmüş! Bu kadar aptal olduğunu bilmiyordum yoksa asla gelmezdim, yazık. Yolculukta iyi ahlak belli olur! Bakın nasıl da yatağa düşmüş. Bu doğal hâli. Canını alsalar, ceset! Ne hata yaptım! İyi ki erkenden anladım, asla bununla yaşayamam!” diyordu. Eliyle “geber” anlamına gelen aşağılayıcı bir hareket yaptı. Hasan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Durumun ince bir noktaya geldiğini fark edince odadan çıkıp onları baş başa bıraktım. Don Juan’ın odasına gittim; her şeyi döküp kaldırdığını, iğnenin plağın sonuna gelip, nık nık ses yaptığını gördüm.
Don Juan kaçmış rengiyle, körkütük sarhoş yatağa düşmüştü. Onu dürttüm. O da: “Ne oluyor? Kavga mı ettiler? Benim suçum ne? Kendisi bana ilgi gösterdi, seni seviyorum dedi, yok, sana sempati duyuyorum dedi. Bu Hasan ölü gibi. Dans ederken benim elimi bastırıyordu ve tekrar beni öptü. Benim ona karşı hiçbir düşüncem yoktu. Bu kadından binlercesini verseler de nişanlımın saçının bir telini vermem. Belot oynamadan önce dışarı çıktığımı görmedin mi? Kadının kırmızı dudak izini yüzümden silmek içindi.” dedi. “Hayır, o kadar da basit değil, sonuçta ben de görüyordum.” demem üzerine Don Juan ise: “Ağız yakmıyor ki. Hikâyesi önce üzgün melek, günahsız kuş, iffet heykeli ve saf, temiz kadınların hikâyeleri gibidir. O zaman taş kalpli inatçı bir genç ortaya çıkar. Onları kandırır! Ben bilmem! Hayal kırıklığına uğramış kızlar neden hep taş kalpli gençlere kanıyorlar, diğer kızlara ibret olmuyor? Ama bu kadın yedi katil genci suya götürür susuz döndürür…”
Don Juan, kendisini yargılamaya gelince hiç oralı olmuyordu, ona göre tamamen doğaldı. Anlattığı lafların önünün arkasının olmadığını, yeni yetme tavırlarınının, hareketlerinin, şımarık yalanlarının ve yersiz dalkavukluğunun, renginin atmasının ve öz bakımının tamamen istemsizce, kendi çevresinin tarzıyla uyuşan bir körlüğün zorlamasından kaynaklandığını anladım. O, kendisi bilmese de gerçekten de kendi muhitinin bir Don Juan’ıydı.
***Sabah odanın kapısını çaldılar, kapıyı açtım, Hasan’ın eşi elinde valizle içeri girdi ve: “Şimdi Kazvin’e, kız kardeşimin yanına gideceğim. Hasan’ın gece gittiğini biliyor muydunuz? Ben sizinle vedalaşmaya geldim.” dedi. Ben de: “Çok üzgünüz! Ancak bekleyin beraber gidip Hasan’ı bulalım.” dememin üzerine kadın: “Asla, ben artık Hasan’ın yüzüne bakmaya hazır değilim. Gassal6, onun cesedini götürsün! Kardeşimin yanına gidiyorum. O beni kandırdı, buraya getirip, sonra da gece kaçıyor!” diye söylendi.
Cevap vermemi beklemeden odadan çıktı.
Beş dakika sonra, Don Juan elinde sanki içinde sadece gramofon olan bir valizle, vedalaşmak için odanın önüne geldi. “Sen nereye gidiyorsun şimdi?” diye sordum.
“İşim var şehre gitmem gerek, dün gece boşuna kaldım” dedi. O da vedalaştı ve gitti. Ali ve havuzu kaldı!
Fakat benim gitmek için acelem yoktu. Serçeler ötüşerek mahmur gözlerle uyanmışlardı. Bahar esintisi onları sarhoş etmişti sanki. Dün geceki tuhaf olayları düşünmeye daldım ve bu olayların da baharın sarhoş edici esintisiyle ilişkili olduğunu ve arkadaşlarımın da serçeler gibi sarhoş olduklarını fark ettim.
Orucu bozduktan sonra dolaşmak niyetiyle misafirhaneden çıktım. Bizi Kerec’e getiren otomobilden daha kötü bir lokanta aracı gördüm, zahmetle ve gürültüyle misafirhanenin önünden geçiyordu. Bir anda içindeki yolcuya gözüm takıldı: camın ardında, birbirinin önüne oturmuş samimice sohbet eden Don Juan ve Hasan’ın karısını gördüm. Otomobilleri, Kazvin yoluna doğru gidiyordu.
***ÇIKMAZ
Şerif, şaşkın gözleri, sıkı beyaz dişleri ve siyah bir tutam saçının düştüğü dar alnıyla ömrünün 22 yılını yolculuk yaparak geçirmişti. Şaşkın gözlerle, takma dişleri ve kelleşen kafasından yamalanmış gibi görünen geniş alnıyla, daha kötü ve daha kör bir şekilde doğduğu yere dönmüştü. 43 yaşında, askerlik döneminin ardından defterdarlık, muhasebeye yardım gibi işlerden sonra Abade’ye7 maliyeci olarak atanmıştı; doğup, çocukluğunu geçirdiği şehre. Şerif on iki yaşına geldiğinde, babası tahsil görmesi için onu Tahran’a göndermişti. Bir süre sonra maliyeye girdi ve şu ana dek şehirler arasında göçmen ve gezgin bir hayat yaşamaktaydı. Artık tevafuk olarak ya da kendi isteğiyle Abade’ye müracaat etmiş, hevessizce kendisine miras kalan evde ya da idarede zaman öldürmekle meşguldü.
Sabahları çok geç uyanıyordu, amacı bedenine değer vermesi ya da rahatlama isteği değil, sadece zaman geçirmekti. Bazen içinden gelmez, asla işe gitmezdi çünkü her şeye karşı dikkatsiz ve özensiz hâle gelmişti. Bu nedenle, yüzsüz, akıllı, hırsız iş arkadaşlarının hepsinden geride kalmıştı. Onun hayatta geri kalmasına sebep olan şey, arak ve tiryak değil, aksine yaradılışındaki aklı ve merhametli kalbiydi. Geçinmek için devlet parasına ihtiyaç duymuyordu, zirababası ona ömrünün sonuna kadar yetecek miktarda, geçimini sağlayacağı bir miras bırakmıştı. Eğer savurmasaydı, arzularının peşinden gitmeseydi, ihtiyacından da fazlasına sahip olurdu. Ancak gezip dolaşamadığından dolayı ve diğer taraftan da idarenin masasında oturmak onun için ikinci bir alışkanlığa ve bir tür takıntıya dönüştüğü için işinden olmak istemiyordu.
Başvuru yaptıktan sonra Şerif’in gözüne her şey dar, sınırlı, yüzeysel ve küçük görünüyordu. Herkes ona yıpranmış, eskimiş, beti benzi atmış görünüyordu. Ancak çatallarını hayatın karnına saplamışlardı, korkulara, evhamlara ve hurafelere… Bencillikleri artmıştı. Bazıları az çok arzularına ulaşmışlar, göbekleri öne çıkmış ya da şehvetleri ayaklarından çenelerine kadar yayılmıştı. Yahut da yaşam sancısı ortasında dikkatleri dolandırıcılık, kölelerine baskı yapma, pamuk, tiryak, buğday hasadı, çocuklarının kundağı ve eski şişliklerine odaklanmıştı. Kendisi de yaşlanıp güçsüzleştiğinden ötürü doğduğu şehre bir tiryak mangalı ve bir şişe arakla dinlenmek üzere geri dönmemiş miydi? Küçük kız kardeşi son görüşmelerinde gözüne o kadar körpe ve canlı bir genç gibi görünmüştü ki… Şimdi evliydi, çok kere doğum yapmış, çürük çarık yemişti. Anlamlı bir sessizlikle Şerif’in kendi yaşlılık aynası sayılabilecek şekilde, kız kardeşinin gözlerinin köşesinde karga pençesi izi gibi oluklar görünüyordu. Güya kinayeyle adına Abade8 dedikleri kızıl topraklı ve harabe şehri bile ona göre tehditkâr bir hâl almaktaydı.
Belki dünya değişmemişti, sadece yaşlılık ve ümitsizlik neticesinde her şey gözünde gençlikteki çekiciliğini, büyüleyici güzelliğini kaybetmişti. Diğerleri yaşarken, sadece onun elleri boş kalmış, yıllar geçmişti ve her yıl gücünün bir miktarı, fark edilmeden görünmez gözeneklerden dışarı çıkmıştı. Birkaç kötü hatıra, bir iki rezillik ve beyhude çabalar dışında ona kalan bir şey olmamıştı. O, sadece cesedini bu delikten o deliğe sürüklemişti. Şimdi de daha iyi günler için bir beklentisi yoktu.
İdarede Şerif’in vaktinin tamamı, rengi solmuş kahverengi masanın başında, maliye dairesinin üst katındaki odada geçmekteydi. Esneyerek, Larousse sözlüğünün sayfalarını çevirip resimlerine bakar, sigara içer ya da üstünkörü idarenin evraklarıyla ilgilenir ve altına büyük bir imza atardı. Ancak idarenin dışında, geceleri toplanıp kumar oynayan idare başkanlarının aksine, o iş arkadaşları ve diğer idare yöneticileriyle ilişki kurup kaynaşmazdı. Kenara çekilip, bir köşeye oturmayı tercih ederdi. Evde zamanını bahçe yapıp, sebze ekerek geçirirdi. Çoğunlukla nargile yakıp içmeye zaman harcardı. Ondan sonra Golam Rıza, pirinç mangalı ateşler ve söğüt ağacının altında, havuzun yanındaki deri sofranın üzerine koyardı. Şerif, nargile parçalarını taşıdığı bin kenarlı kutusunu dikkatle açar, nargile parçaları ve küçük arak şişesini düzenli bir şekilde etrafına yerleştirir ve vakit geçirmekle meşgul olurdu. Bazen Golam Rıza uysal, sessiz ve başı eğik bir şekilde gelir, ona nargile verirdi; sanki dinî bir ritüeli icra eder gibi.
Golam Rıza, evin demirbaşlarından sayılan, yaşlı, ezik bir adamdı ve bir köpek gibi sahibine karşı sadakatini korumuştu. Dostunun yolunda hiçbir fedakârlıktan kaçmayan, o eski iyi yüzlü, zararsız insanlardandı. Şerif’in kuruntularını bilen bir tek o vardı ve istediği gibi davranabiliyordu. Çünkü Şerif’in temizliğe karşı aşırı bir takıntısı vardı, sürekli elini yüzünü yıkardı ve her şeye dikkat ederdi. Golam Rıza, su bardağı, havlu ve yorganın yıkanmasına ayrı bir özen gösterirdi ve efendisinin isteğini yapmış olmak için odaları da süpürürdü.
Şerif, misafir gibi ağırlanması, nargile keyfi ve oymacılığı bitince bal peteği ve hatta her seferinde olmadık yere çıkardığı seyahat tavlasını dikkatle temizleyip özel bir imtina ile seyahat çantasına geri koyardı. Sonra kutsal bir şey gibi tafta ile ciltlettiği fotoğraf albümünü ihtiyatla çıkarır, sanki albüme bakmak nargile keyfini tamamlıyormuşçasına sayfalarını çevirirdi. Bu albüm, onun yaşamının, bütün geçmişinin sinemasıydı. Seyahatleri boyunca tanıştığı bütün arkadaşları ve kişilerin fotoğrafları bu albümdeydi ve onun aklında eski ve etkileyici hatıralarını canlandırıyordu.
Şerif’in zihnen dinlenmesi de orta hâlli insanların bilgi sınırını oluşturan Hafız’ın divânı, Sâdi’nin külliyâtıyla olurdu. Ancak tekdüze hayatının acı tecrübeleri boyunca, insanlara karşı nefret duyuyor, onlarla iletişim kurarken mesafeli olmayı, kendini koruma aracı olarak kullanıyordu. Bununla birlikte, eğittiği bir kekliği vardı ve ayağına zil bağlamıştı. Kaybolmaması için de zayıf bir köpeği kekliğe bekçi olarak tutuyor, boş kaldığı zamanlar kendisine arkadaş oluyorlardı. İnsanların riya dolu hayatından, hayvanların karşılıksız, özensiz ve çocuksu dünyasına sığınmış gibiydi ve onların dostluğu ve ilgisinde hayatta mahrum kaldığı basit hisleri ve şefkati arar gibiydi.
***Bir akşamüstü Şerif masasında kalın bir dosyayı incelemekle meşguldü. Kapı açıldı, Tahran’dan Abade Maliyesi üyesi unvanlı yetkili genç içeri girdi, sipariş listesini Şerif’in eline verdi. Şerif başını dosyadan kaldırıp onu görünce, şaşaladı. Tepetaklak olmuş bir şekilde zorla o hâlinin değişmesini engelleyebildi. Kalbine asılan görünmez bir dizenin tekrar çekilmesi gibi yıllar içinde kabuk bağlayan bir yara yeni baştan açılmıştı. Dünya gözünde kapkaranlık oldu, gözlerinin önüne kederli ve puslu bir perde indi ve bu perde üzerinde berbat ve acı dolu bir manzara resmedildi. Böyle bir şey mümkün müydü? Şerif bu genci derin bir rüyada, gençlik dönemindeki bir rüyada görmüştü. Hayatının en iyi dönemini onunla geçirmişti. Yirmi bir yıl önce bu olay gerçekleşmişti ve sonra o, bu dünyaya ait olmayan, kırılgan, ince bir şey gibi gözlerinin önünden kaybolmuştu.
Şerif, inanamıyordu. Kendisi yaşlı ve yıkık hâlde ölümü beklerken nasıl olmuş da bu genç, gittiği meçhul dünyadan gelip, daha genç ve daha mutlu bir şekilde gözünün önünde dikilmişti. Arkadaşının acılı hatırasıyla ilgili belirsiz duygular kalbini sıkıştırdı. Zahmetle tükürüğünü yuttu, çıkıntılı gırtlağı hareket etti ve yine ilk baştaki yerine yerleşti.
Şerif bu genci iyi tanıyordu. Onun şimdiki yaşlarındayken kendisiyle aynı okuldaydı. Dostu ve sınıf arkadaşı Muhsin’le sadece bedenen görünüşü aynı değildi; sesi, istemsizce yaptığı hareketleri, derin bakışı, yakasını düzeltmesi bile kaybettiği arkadaşınınkiyle aynıydı. Fakat yüzünde bir güvensizlik ve endişe vardı. Ruhunun, sıradan insanların hayat kurallarına bağlı olduğu görülüyordu. Bu açıdan çocuksu ve dengesiz bir hâli vardı.
Şerif sipariş kâğıdını gözünün önüne getirdi ancak okuyamıyordu. Satırlar gözünün önünde dans ediyordu. Sadece onun adı olan Mecit yazısını okudu. Daima işleri pahalıya patladığı ve şanssızlık onu takip ettiği için kendi kendine mırıldandı: “Bu olmak zorundaydı!” Şaşırdığı zaman bu cümleyi içinden tekrarlardı.
Monoton hayatında, önceden hazırlanmış ve düzgün bir şekilde saatin akrebi gibi hareket eden, klişe gördüğü günlerin içerisinde, bu olay çok tuhaf görünüyordu. Biraz tereddüt ettikten sonra ızdırabın şiddetinden titreyen, olumlu yanıt bekleyen bir tutum ile Mecit’e babasının adını sordu. Mecit’in, Muhsin’in oğlu olduğunu anladıktan sonra, babasıyla kardeşten daha samimi olduklarını, aynı okulda okuduklarını ve daireden iş arkadaşı olduklarını söyledi ve ekledi: “Merhum babanızın üzerimde kardeşlik hakkı var. Siz benim oğlum sayılırsınız, sizi kendi evime davet etmeyi görev bilirim.”
Sonunda mesai vakti bitmeden önce Mecit’i evine götürmeye karar verdi. Eşyaları ve seyahat yatağını idarenin hizmetlisi aldı ve Şerif’in evine doğru yola koyuldular. Kırmızı güllü duvarlar ve etrafına dizilmiş birkaç harabenin arasından geçtiler. Şerif, suyu ve ağaçları olan bahçenin büyük bir alanını kaplayan orantısız bir havuzun da bulunduğu büyük, itibarlı evine girene kadar yol boyunca onunla babası ile olan arkadaşlığı ve yakınlık dereceleri hakkında konuştu. Bu bahçe, şehrin kuru ve ruhsuz manzarasının karşısında sahra ortasındaki vaha evi sayılırdı.
Şerif her zamankinden daha emin adımlarla ve daha memnun bir hâlde yürüyordu. Ayrıca bu aniden ortaya çıkan sahip çıkmayı da sadece vefat eden arkadaşına karşı bir görev olarak görmüyor bundan keyif de alıyordu. Ölen arkadaşına karşı bir tür minnet ve ahde vefa gösterdiği anlaşılıyordu ki o arkadaş, ölümünden yıllar sonra tekrar monoton hayatına katlanmasına yarayacak bir değişiklik getirmişti. İlk defa kaderinden memnundu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Tahran Eyaleti’nde şehir. (ç.n.)
2
İran’da bulunan alkollü geleneksel bir içecek. (ç.n.)
3
İran para biriminin halk arasında kullanılan adı. (ç.n.)
4
İran’da bir şehir.
5
Fransız kart oyunu. (ç.n.)
6
Ölü yıkayan kişi. (ç.n.)
7
İran’ın Fars Eyaleti’nde bir şehir. (ç.n.)
8
Abade, Farsçada kelime olarak “müreffeh, gelişmiş” anlamına gelmektedir. (ç.n.)
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов