Полная версия:
Kozmik hafıza
Buna bir başka şey daha eklenmişti. Bilim insanlarının hayvan türlerinin ve dolayısıyla insanın kökeni ile ilgili açıklamalarında bile nasıl zayıf bir temele dayandıkları giderek daha fazla açığa çıkıyordu. Bir süre için, “adaptasyon” ve “hayatta kalma mücadelesi” gibi fikirler, türlerin kökeninin açıklanmasında belirli bir ilgi uyandırmıştı. Ancak insan, bunların peşinden gitmenin hayallerle uğraşmak olduğunu öğrenmişti. Weissmann’ın liderliğinde bir okul kurulmuştu ki, bu, bir organizmanın çevreye uyum sayesinde elde ettiği özelliklerin kalıtım yoluyla aktarılabileceğini ve bu şekilde organizmaların dönüşümünün gerçekleşebileceğini yadsımıştı. Dolayısıyla her şey “hayatta kalma mücadelesi’’ne atfedildi ve “doğal seçmenin gücü”nden söz edildi. Bu görüşe tamamıyla zıt bir görüş ise, tartışmasız olgulara dayanarak, “hayatta kalma mücadelesi”nin, mevcut olmadığı vakalarda bile gündeme getirildiğini ortaya koyan kişiler tarafından sunulmuştu. Hiçbir şeyin bununla açıklanamayacağını göstermek istemişler, “doğal seçmenin güçsüzlüğü”nü ifade etmişlerdi. Ayrıca, son yıllarda de Vries, bir ömürden diğerine değişikliklerin sıçramalar sayesinde, yani mutasyonla meydana gelebileceğini deneysel olarak gösterebilmiştir. Bu sayede, Darwinciler tarafından, hayvan ve bitki formlarının sadece kademeli olarak değiştiğine duyulan inanç sarsılmıştı. Bu kişilerin on yıllar boyunca üzerine abideler diktiği zemin, ayaklarının altından öylece kayıp gitmekteydi. Hatta bundan daha önce, düşünen bilim insanları bu temeli terk etmek zorunda olduklarını anlamışlardı. Genç yaşta ölen, W. H. Rolph, 1884’te, Biologische Probleme, zııgleich als Versuch zur Entwicklung einer rationellen Ethik (Rasyonel Etiğin Gelişimine Yönelik Bir Teşebbüs ile Biyolojiye dair Sorunlar) adlı eserinde şöyle diyordu: “Sadece doymak bilmezliğin ortaya konuluşu sayesinde, Darwin’in yaşam için mücadele ilkesi kabul edilebilir olur. Çünkü sadece bu bağlamda, bir yaratığın, statükoyu korumak için ihtiyacı olandan daha fazlasını elde ettiği, bunun için fırsatın verildiği yerde aşırı büyüdüğü olgusu için bir açıklama sağlayabiliriz… Darwinciler’e göre, bir yaratığın hayatını idame ettirişinin tehdit edilmediği yerde hayatta kalma mücadelesi yoktur, oysa benim için mücadele her yerde ve her an hazırdır. Yaşam başlı başına bir mücadeledir, hayatta kalma için bir mücadele olmayıp, yaşamın çoğalması için bir mücadeledir.”
Bu olguların ışığında, sağduyulu kişilerin kendilerine şunu itiraf etmeleri gerekir: “Düşüncenin maddeci evreni bir dünya telakkisinin oluşturulması için uygun değildir. Eğer kendimizi bu yaklaşıma dayandırırsak, zihinsel ve manevi fenomenler hakkında hiçbir şey söyleyemeyiz.” Bugün, zaten çok sayıda bilim insanı, oldukça farklı fikirlere dayalı olarak kendileri için bir dünya görüşü kurmaya çalışmaktadır. Sadece, botanikçi Reineke’nin, Die Welt als Tat (Eylem Bağlamında Dünya) adlı eserinin anımsanması yeterlidir. Buna karşın, bu tür bilim insanlarının, saf maddeci fikirler arasında özgün bir biçimde yetişmedikleri ortaya çıkmaktadır. Yeni idealist bakış açılarının ifade ettikleri yetersizdir, kendilerini bir süre için tatmin edebilir, fakat dünyanın bilinmeyenlerini daha derinden incelemek isteyenler için bu geçerli değildir. Böyle bilim insanları, zihnin ve ruhun1 gerçek bir tefekküründen doğan yöntemlere yaklaşmayı başaramaz. Mistisizme ya da “gnosis” ya da “teozofi”ye karşı en büyük korkuyu beslerler. Bu örnek açıkça, yukarıda söz edilen Verworn’un eserinde şöyle ortaya çıkar: “Bilimde bir ekşime olmuştur. Herkese açık ve şeffaf görünen şeyler, bugün gölgelenmiştir. Uzun süre sınanmış simgeler ve fikirler (ki bunlarla kısa bir süre öncesine kadar herkes her adımında tereddütsüz işlem görmüş ve çalışmıştır) sallanmaya başlamış ve onlara kuşkuyla bakılır olmuştur. Temel telakkiler, örneğin madde ile ilgili olanlar sarsılmış görünüyor ve en sağlam zemin bile bilim insanının ayağı altından kaymaya başlamaktadır. Bazı sorunlar, tek başına, tıpkı bir kaya sağlamlığında ayakta durmaktadır; bunlar şimdiye dek bilimin tüm girişimlerinin, tüm çabalarının çözmekte etkisiz kaldığı sorunlardır. Bu bilginin ışığında umutsuzluğa düşen kişi, boyun eğercesine kendini mistisizmin kollarına atar, ki bu her zaman, çaresiz entelektüel başka hiçbir çıkış yolu bulamadığında, son sığınak olmuştur. Duyarlı insan ise daha ileriye gidebileceği yeni temeller yaratmak için yeni simgeler ve girişimler arar.” Günümüzün bilimsel düşünürünün, telakkileştirme alışkanlığından ötürü “mistisizm” hakkında entelektüel karmaşa ve belirsizlik çağrıştırması dışında, başka bir şey düşünecek bir konumda olmadığı görülebilir. Böyle bir düşünür, ruhun yaşamına ilişkin hangi telakkilere ulaşmaz ki! Yukarıda sözü edilen eserin sonunda şunu okuyoruz: “Tarihöncesi insan, ölüm sırasında beden ve ruhun ayrılması fikrini oluşturdu. Ruh kendini bedenden ayırdı ve bağımsız olarak varlığını sürdürdü. Rahatlık bulamadı ve gömme törenleri yoluyla önüne set çekilmediği takdirde bir hayalet olarak geri döndü. İnsanlar korku ve hurafe yüzünden dehşete düşmüşlerdi. Bu düşüncelerin izleri zamanımıza kadar ulaştı. Ölüm korkusu, yani ölümden sonra ne olacağına ilişkin korku günümüzde çok yaygındır. Psikomonizmin bakış açısından tüm bunlar nasıl da farklı görünüyor! Kişinin psişik deneyimleri sadece belirli düzenli bağlantılar var olduğunda meydana geldiği için, bu bağlantılar herhangi bir biçimde kesintiye uğradığında sona erer, tıpkı bir gün içinde sayısız kez meydana geldiği gibi. Ölüm sırasında bedendeki değişikliklerle birlikte, bu bağlantılar tamamen durur. Dolayısıyla, bireyden geriye hiçbir duyu ve telakki, hiçbir düşünce ve duygu kalmaz. Bireysel ruh ölmüştür. Fakat duyumlar, düşünceler ve hisler yaşamaya devam eder. Bunlar ölen bireyin ötesinde başka bireylerde, aynı koşulsal düzenlerin var olduğu her yerde yaşamaya devam eder. Bunlar bireyden bireye, kuşaktan kuşağa, insanlardan insanlara aktarılır. Bunlar ruhun ebedi dokuma tezgâhında örgü örer. Bunlar insan Ruhu’nun tarihini işler. Böylece hepimiz ölümden sonra, manevi gelişimin birbiriyle bağlantılı büyük zinciri içindeki halkalar olarak yaşamımızı sürdürürüz.” Fakat bu, bir dalganın kendisi kaybolurken, neden olduğu dalganın başkalarında sürmesinden daha farklı bir şey midir? Kişi, sadece birinin etkisinde var olmayı sürdürdüğünde, gerçekten ayakta kalmış olur mu? İnsan tüm fenomenlerle hatta fiziksel yapıda olanlarla bile bu tür bir ortaklık şeklinde ayakta kalmayı paylaşmaz mı? Maddeci dünya görüşünün kendi temellerini çürütmek zorunda olduğunu görebilirsiniz. Fakat henüz yenilerini ortaya koyamaz. Sadece, mistisizm, teozofi ve gnosis’e ilişkin doğru bir anlayış bunun yapılmasına olanak sağlayacaktır. Kimyager Osterwald birkaç yıl önce Luebeck’de- ki Bilim İnsanları Kongresi’nde, “materyalizmin aşılmasından” söz etmişti- doğa felsefesini ele alan yeni bir süreli yayın başlattı. Bilim daha yüce bir dünya görüşünün meyvelerini almaya hazırdır. Bütün dirençler sonuçsuz kalacaktır; özlem dolu insan ruhunun gereksinimlerini göz önüne almak zorunda kalacaktır.
Giriş
Akaşa Kayıtları’ndanİnsan olağan tarih aracılığıyla, insanlığın tarihöncesinde deneyimle- diklerinin ancak ufak bir kısmını öğrenebilir. Tarihsel belgeler sadece birkaç binyıla ışık tutar. Arkeoloji, paleontoloji ve jeolojinin bize öğretebilecekleri son derece sınırlıdır. Ayrıca, dışsal kanıta dayalı her şey güvenilmezdir. Kişinin sadece, bizden fazla uzak olmayan bir olay ya da topluluğun imgesinin, yeni tarihsel kanıtlar keşfedildiğinde nasıl değiştiğini göz önüne alması yeterlidir. Kişi sadece farklı tarihçiler tarafından aynı şeyin betimlemelerini kıyaslasa bile kısa sürede, bu konularda nasıl belirsiz zeminlerde gezdiğini anlayacaktır. Dışsal duyular dünyasına ait olan her şey zamana tâbidir. Buna ek olarak zaman, zamanda başlamış olanı yıkar. Öte yandan, dışsal tarih zamanda korunmuş olana bağlıdır. Hiç kimse, dışsal kanıtla tatmin olunduğu takdirde, esasın korunmuş olduğunu söyleyemez.
Zamanda var olan her şeyin kökeni ebedi olandadır. Fakat ebedi olan duyusal algıya açık değildir. Buna karşın, ebedi olanın algılanma yöntemleri insanın önünde açıktır. Kendisinde uyuyan güçleri geliştirebilir, öyle ki ebedi olanı tanıyabilir. Lucifer Gnosis dergisinde yayımlanan, Wie erlangt man Erkenntnisse der hoheren Welten? (İnsan Yüksek Dünyaların Bilgisine Nasıl Ulaşır?) başlıklı denemelerde bu gelişmeden söz edilmiştir. Söz konusu denemeler, aynı zamanda, insanın, kendi kavrayış gücünün yüksek bir düzeyinde zaman ile yok olan şeylerin ebedi kökenlerine nüfuz edebileceğini de gösterecektir. İnsan, geçmişin bilgisi söz konusu olduğunda, artık dışsal kanıtla sınırlı olmadığı takdirde, bu yolla kavrayış gücünü genişletir. Bunun üzerine, olaylarda duyularla algılanamayanı, zamanın yıkamadığı o kısmı görebilir. Geçiciden, geçici olmayan tarihe nüfuz eder. Bu tarihin, sıradan tarihe göre farklı yazı tipleriyle yazıldığı doğrudur. Bu, gnosis ve teozofıde “Akaşa Kayıtları” olarak anılır. Kendi dilimizde bu kayıtların ancak belli belirsiz bir tasarısı verilebilir. Çünkü bizim dilimiz duyular dünyasına tekabül eder. Kendi dilimizde betimlenen hemen her şey, duyular dünyasının niteliğini alır. Kendi deneyimi aracılığıyla, ayrı olan manevi bir dünyanın gerçekliğine dair kendisini henüz ikna edemeyen, “inisiye2 olamamış” bir kişi için inisiye, kolaylıkla hayalperest biri olarak görülebilir.
Spiritüel dünyada algılama yeteneğini kazanan kimse, geçmiş olayları kendi ebedi nitelikleri içinde bilir. Bunlar onun önünde tarihin ölü bir kanıtı olarak durmayıp, bütünüyle canlı bir biçimde ortaya çıkarlar. Bir anlamda, olmuş olan şey onun önünde cereyan eder.
Bu tür canlı bir belgenin okunması konusunda yetiştirilenler, dışsal tarih tarafından temsil edilene kıyasla çok daha uzak bir geçmişe dönüp bakabilirler; doğrudan spiritüel algı temelinde, tarihin açıkladığı şeyleri çok daha güvenilir biçimde tanımlayabilirler. Olası yanlış anlamalardan kaçınmak için, spiritüel algının yanılmaz olmadığını söylemek gerekir. Bu algıda hata yapabilir, doğru olmayan, dolaylı, hatta yanlış bir biçimde görebilir. Bu alanda hiç kimse, her ne kadar yücelmiş olsa da, hata yapmaktan muaf değildir. Dolayısıyla, bu tür spiritüel kaynaklardan yayılan bilgiler tutarlı olmazsa, buna itiraz edilmemelidir. Fakat gözlemin güvenilirliği, burada, dışsal duyular dünyasında olduğundan çok daha fazladır. Çeşitli inisiyeler, tarih ve tarihöncesi hakkında anlattıkları şeylerde, temelde fikir birliğinde olacaklardır. Bu hususta binyıllar içerisinde varılan fikir birliği öylesine tamdır ki, tek bir yüzyılda bile dışsal tarihçiler arasında var olan uzlaşma bununla kıyaslanamaz. İnisiyeler esas olarak, bütün zamanlarda ve bütün yerlerde özde aynı şeyleri betimlerler.
Bu sunuşun ardından, Akaşa Kayıtları’ndan birkaç bölüm verilecektir. İlkinde, Amerika ve Avrupa kıtaları arasında Atlantis denilen kıtanın hâlâ var olduğu dönemde meydana gelen olaylar tanımlanacaktır. Dünya yüzeyinin bu kısmı bir zamanlar kara parçasıydı. Bugün ise Atlas Okyanusu’nun zeminini oluşturur. Platon, bu topraklardan geriye en son kalan, Avrupa ve Afrika’nın batı tarafındaki Poseidon Adası’ndan söz eder. W. Scott-Elliot tarafından yazılan The Story of Atlantis and Lost Lemuria’da (Atlantis ve Yitik Lemurya’nın Öyküsü) okuyucu, Atlas Okyanusu’nun zemininin bir zamanlar bir kıta olduğunu, bunun yaklaşık bir milyon yıl boyunca bizim modern uygarlıklarımızdan kesinlikle çok daha farklı bir uygarlığa sahne olduğunu ve bu kıtadan geriye kalanların3 da İÖ 10. binde battığı olgusunu bulacaktır. Bu kitabımızda, Scott-Elliott tarafından açıklananlara ek olacak bilgilerin verilmesi amaçlanıyor. Kendisi daha çok dışsal çevreyi, Atlantisli atalarımız arasındaki dış olayları betimlerken, buradaki amaç, bunların manevi yapıları ve yaşadıkları koşulların içsel niteliği ile ilgili bazı ayrıntılar vermektir. Dolayısıyla okuyucu, neredeyse üzerinden 10 bin yıl geçen ve binlerce yıl süren bir döneme hayalinde geri gitmelidir. Fakat burada açıklananlar, sadece bugün Atlas Okyanusu’nun suları ile kaplı kıtada değil, günümüz Asya, Afrika, Avrupa ve Amerikası’nın çeşitli bölgelerinde de meydana geldi.
Bugün hâlâ, burada verilen bilginin kaynakları hakkında sessizliğimi korumak zorundayım. Bu tür kaynaklar hakkında bir şeyler bilen bir kişi, bunun niçin böyle olması gerektiğini anlayacaktır. Fakat çok yakın bir zamanda bu sessizliğin bozulmasını olanaklı kılacak olaylar meydana gelebilir. Teozofi hareketinde gizlenen bilginin ne kadarının kademe kademe aktarılabileceği, tamamen kendi çağdaşlarımızın tutumuna bağlıdır.
1
Atlantisli Atalarımız
Bizim Atlantisli atalarımız, bilgisi tamamen duyular dünyası ile sınırlı olan günümüz insanının hayal edebileceğinden çok daha farklıydı. Bu fark sadece dış görünümü değil, spiritüel yetenekleri de kapsıyordu. Bunların bilgisi, teknik becerileri ve gerçekten de tüm uygarlığı, bugün gözlemlenebilenden farklıydı. Atlantis insanlarının ilk dönemlerine geri gittiğimizde, kendimizinkinden oldukça farklı zihinsel bir kapasite buluruz. Mantıksal akıl, matematiksel işlem gücü -ki bugün üretilen her şey buna dayanır- ilk Atlantis insanları arasında kesinlikle mevcut değildi. Öte yandan, onlar oldukça gelişmiş bir hafızaya sahiptiler. Bu hafıza onların en önemli zihinsel yeteneklerinden biriydi. Örneğin Atlantisliler, bizim gibi bazı kuralları öğrenip de bunları uygulamak suretiyle hesap yapmıyorlardı. Atlantis dönemlerinde “çarpım tablosu” hiç bilinmeyen bir şeydi. Hiç kimse, üç kere dördün on iki ettiğini zihninde tutmuyordu. Bu tür bir hesaplamayı yapmaları gerektiğinde bunun üstesinden gelebiliyorlardı, çünkü aynı ya da benzer durumları hatırlıyorlardı. Bunun daha önceki olaylarda nasıl olduğunu anımsıyorlardı. İnsan sadece bir organizmada yeni bir yetenek geliştiğinde, eski bir yeteneğin gücünü ve keskinliğini yitirdiğini anlamalıdır. Günümüz insanı Atlantis insanından mantıksal akıl yürütme, sentez yapma konusunda üstündür. Öte yandan hafızası gerilemiştir. Günümüzde insan telakkilerle düşünür; Atlantisliler imgelerle düşünüyorlardı. Bir imge, vizyon halinde belirdiğinde, daha önce zaten deneyimlemiş oldukları benzer imgeleri anımsıyorlardı. Değerlendirmelerini buna göre yönlendiriyorlardı. Bu nedenle o dönemdeki tüm öğretiler, daha sonra olagelenden farklıydı. Çocuğun aklını keskinleştirmek için onun kurallarla donatılması öngörülmüyordu. Bunun yerine yaşam kendisine, daha sonra özel koşullar altında hareket etmesi gerektiğinde olabildiğince anımsayabilmesi için, canlı imgelerle sunulmuştu. Çocuk büyüdüğünde ve hayata atıldığında, yapması gereken her şey için, eğitimi süresince kendisine sunulan benzer bir şeyi anımsayabiliyordu. Karşılaştığı yeni durum daha önce gördüğüne benzer olduğunda, en iyi biçimde bunu çözebiliyordu. Tamamen yeni koşullar söz konusu olduğunda ise Atlantisliler deneyime dayanmak zorundaydı, ki bu açıdan modern insan kurallarla donanmış olduğu için, çok daha korunaklı bir konuma sahiptir. Kendisi için yeni olan bu tür durumlarda bunları kolaylıkla uygulayabilir. Atlantislilerin eğitim sistemi, tüm yaşama tekbiçimlilik kazandırıyordu. Uzun dönemler boyunca olaylar tekrar ve tekrar aynı biçimde yürütülüyordu. Sadık hafıza, günümüz hızlı gelişimine uzaktan bile benzeyen herhangi bir şeyin gelişimine izin vermiyordu. İnsan her zaman daha önce “gördüğünü” yapıyordu. İnsan yaratmıyordu; insan anımsıyordu. Çok şey öğrenmiş olan değil de, daha çok şey deneyimlemiş ve dolayısıyla çok fazla anımsayabilen kişiler yetki sahibi oluyordu. Atlantis döneminde, birisinin önemli bir konuda belirli bir yaşa ulaşmadan önce karar vermesi mümkün değildi. İnsanlar sadece uzun süreli deneyimleri anımsayabilenlere güven duyarlardı.
Burada söylenenler, inisiyeler ve onların mister okulları için geçerli değildi. Çünkü inisiyeler kendi dönemlerinin gelişim düzeylerinin ilerisindedirler. Bu tür mister okullarına kabul edilmek için en önemli unsur, kişinin yaşı değil, daha önceki “enkarnasyon”larında yüksek bilgeliği almak için gerekli yetileri kazanıp kazanmadığıdır. Atlantis döneminde inisiyeler ve bunların temsilcilerine duyulan güven, bunların kişisel deneyimlerinin zenginliğine değil, kendi bilgeliklerinin ne kadar eski olduğuna dayanıyordu. İnisiye söz konusu olduğunda, kişilik önemli olmaktan çıkar. Kendisi tamamen ebedi bilgeliğin hizmetindedir. Dolayısıyla belirli bir döneme özgü nitelikler kendisine uygulanmaz.
Atlantisliler arasında (özellikle de ilk dönemlerde), mantıksal düşünme gücü mevcut değilken, oldukça gelişmiş hafızalarında, yaptıkları her şeye özel bir nitelik kazandıran bir şeye sahiptiler. Fakat bir insan gücünün doğasıyla diğerleri her zaman bağlantılıdır. Hafıza, mantığa kıyasla insanın derindeki doğal özüne daha yakındır ve bununla bağlantılı olarak başka güçler gelişmişti ki, bunlar çağdaş insanın güçlerine kıyasla insandan daha alt düzeydeki doğa varlıklarına daha yakındı. Böylece Atlantisliler yaşam gücü olarak adlandırılan şeyi kontrol edebiliyorlardı. Tıpkı günümüzde insanların kömürden ısı enerjisi elde edip bunu bizim taşıma araçlarımız için itme gücüne dönüştürmesi gibi, Atlantisliler de organizmaların öz enerjisini kendi teknolojilerinin yararına nasıl kullanacaklarını biliyorlardı.
Aşağıda sunulandan hareketle bu konuda bir fikir oluşturulabilir: Bir tohum tanesinin çekirdeğinin içini düşünün. Bunun içinde, uyuyan bir enerji yatar. Bu enerji, sapın, çekirdeğin içinden fışkırmasına neden olur. Doğa tohumun içinde yatan bu enerjiyi uyandırabilir. Modern insan bunu kendi iradesiyle yapamaz. Tohumu toprağa ekmeli ve uyanmayı doğanın güçlerine bırakmalıdır.
Atlantisliler bir başka şeyi daha yapıyorlardı. Bir tohum yığınında -ki enerjinin teknik güce nasıl dönüştürüleceğini biliyorlardı- tıpkı modern insanın bir kömür yığınındaki ısı enerjisini bu tür bir güce dönüştürebilmesinde olduğu gibi. Atlantis döneminde bitkiler, sadece besin maddesi olarak yararlanılmak üzere değil, bunların içinde yatan enerjinin ticaret ve sanayinin hizmetine sunulması için de yetiştiriliyordu. Tıpkı bizim kömürde saklı olan enerjiyi lokomotiflerdeki hareket enerjisine dönüştürmek için mekanizmalara sahip olmamız gibi, Atlantisliler de içinde bitki tohumlarını yaktıkları ve içinde yaşam gücünün teknik olarak kullanılabilir güce dönüştüğü mekanizmalara sahiptiler. Atlantislilerin yerden kısa bir yükseklikte uçan taşıma araçları, Atlantis döneminin dağ zincirlerinin yüksekliğinden daha düşük bir yükseklikte yol alıyordu. Direksiyon mekanizmalarına sahiptiler ve bunların yardımıyla da bu dağ zincirlerinin üzerine çıkabiliyorlardı.
Zamanın geçmesiyle birlikte dünyamızdaki bütün koşulların fazlasıyla değiştiğini kavramak zorundayız. Bugün, Atlantislilerin yukarıda sözü edilen araçları tamamen kullanışsız olacaktı. Onların kullanılması, yeryüzünü çevreleyen hava katmanının şimdikine göre çok daha yoğun olmasına bağlıydı. Şimdiki bilimsel inançlarla, insanın havadaki bu tür bir yoğunluğu kolaylıkla hayal edip edemeyeceği ise bizi burada ilgilendirmemelidir. Bizatihi doğaları nedeniyle, bilim ve mantıksal düşünce hiçbir zaman neyin mümkün olduğuna ya da olmadığına kesinlikle karar veremez. Bunların tek işlevi, deneyim ve gözlem ile ortaya çıkanı açıklamaktır. Yukarıda sözü edilen hava yoğunluğu, okült deneyim açısından, günümüzde duyular tarafından algılanan herhangi bir olgunun olabileceği kadar kuşkuya yer bırakmaz.
Fakat eşit derecede, hatta belki daha fazla kesin olan bir diğer olgu da, o dönemde bütün dünya üzerindeki suyun günümüze kıyasla çok daha ince olduğudur. Bu incelikten ötürü su, Atlantisliler tarafından kullanılan öz enerjisi sayesinde teknik kullanımlara yönlendirilebiliyordu ki, günümüzde bu olanaksızdır. Suyun artan yoğunluğunun sonucunda, suyu hareket ettirmek ve yönlendirmek olanaksız duruma geldi, ki bundan da Atlantis dönemi uygarlığının bizimkinden radikal biçimde farklı olduğu açıkça ortaya çıkıyor.
Ayrıca, bir Atlantislinin fiziksel yapısının çağdaş bir insanınkinden oldukça farklı olduğu da aşikârdır. Bir Atlantisli kendi bedeninde doğuştan var olan yaşam gücünün kullanabileceği suyu, bugünün fiziksel bedeninde mümkün olandan oldukça farklı bir biçimde içine alıyordu. Bir Atlantislinin kendi fiziksel gücünü bilinçli olarak, bugünün insanından tamamen farklı bir biçimde kullanabilmesi işte buna dayanıyordu. Bünyesindeki fiziksel güçleri, yapmakta olduğu iş için gereksindiği takdirde arttırma olanaklarına sahipti. Atlantislilerle ilgili doğru bir görüşe sahip olmak için, bunların yorgunluk ve gücün tükenmesi ile ilgili telakkilerinin günümüz insanınkine göre oldukça farklı olduğu bilinmelidir.
Bir Atlantis yerleşim birimi, betimlemekte olduğumuz her şeyden anlaşılacağı gibi, çağdaş bir kente kesinlikle benzemeyen bir nitelikteydi. Bu tür bir birimde, tam tersine, her şey hâlâ doğa ile uyum içindeydi. İlk Atlantis dönemlerinde -yaklaşık üçüncü alt-soyun ortalarına doğru-bir yerleşim birimi içindeki evlerin ustaca iç içe örülmüş dallarıyla, ağaçlardan yapılan bir bahçeye benzetilebilir. O dönemde, insanın el işçiliği doğadan hareketle gelişiyordu. Ve insan kendisini tamamen doğa ile ilişki içinde hissediyordu. Dolayısıyla, toplumsallık anlayışı da bugünküne göre oldukça farklıydı. Sonuçta, doğa bütün insanlar için ortaktır. Atlantisliler doğayı temel alarak kurdukları şeyleri, tıpkı günümüz insanının kendi ustalığının, kendi zekâsının kendisi için yaratmış olduğu şeyleri kendi özel mülkiyeti olarak değerlendirmesinin sadece doğal olduğunu düşünmesi gibi, ortak mülkiyet sayıyorlardı.
Atlantislilerin yukarıda tanımlandığı gibi manevi ve fiziksel güçlerle donanmış oldukları fikrine aşina bir kişi, daha da erken dönemlerde insanın görüntüsünün bugün görmeye alışık olduğu şeyi ancak birkaç özellikte anımsattığı noktasını da anlayacaktır. Sadece insanlar değil, doğal çevre de zaman içinde çok büyük ölçüde değişmiştir. Bitki ve hayvan türleri farklılaşmıştır. Doğası yeryüzüne ait olan her şey, değişime tâbidir. Dünyanın bir zamanlar yerleşik olan bölgeleri yıkıldı; diğerleri ortaya çıktı.
Atlantislilerin ataları, başlıca kısmı günümüz Asya’sının güneyinde yer alan ve artık kaybolan bir bölgede yaşadılar. Teozofı yazılarında bunlar Lemuryalılar olarak anılır. Çeşitli gelişme aşamalarından geçtikten sonra, bunların büyük bir kısmı dejenere oldu. Bunlar da bodur insanlara dönüştü ki, bunların soyundan gelenler hâlâ dünyanın bazı kısımlarında yaşarlar ve vahşi kabileler olarak anılırlar. Lemurya halkının ancak küçük bir bölümü gelişmesini daha ileriye götürebildi. Bu kesimden Atlantisliler ortaya çıktı.
Daha sonra, yeniden benzer bir durum meydana geldi. Atlantis halkının büyük bir kısmı dejenere oldu ve bunların ufak bir kesiminin soyundan gelenler de Ariler denilen soy olup, günümüzdeki uygar insanlığı kapsarlar. Manevi bilimlerin terminolojisine göre, Lemuryalılar, Atlantisliler ve Ariler insanlığın kök-soyları’dır. Bu tür iki kök-soyun Lemuryalılar’dan önce geldiği ve gelecekte Arileri diğer ikisinin izleyeceğini gözünüzde canlandırdığınız takdirde, elde edilecek sayı toplam yedidir. Lemuryalılar, Atlantisliler ve Ariler için yukarıda belirtildiği şekilde her zaman, biri diğerinden ortaya çıkar. Her kök-soy, öncekilerden oldukça farklı fiziksel ve zihinsel özelliklere sahiptir. Örneğin, Atlantisliler özellikle hafızayı ve bununla bağlantılı her şeyi geliştirirken, düşünce yetisini ve buna ait her şeyi geliştirmek de içinde bulunduğumuz dönemde Arilerin görevidir.
Her kök-soyda ayrıca çeşitli aşamalardan geçilir. Bunların sayısı her zaman yedidir. Bir kök-soyu ile özdeşleşmiş bir dönemin başında, bunun başlıca özellikleri genç bir halde bulunur; yavaş yavaş olgunluğa ulaşır ve nihayet bir dejenerasyona girer. Bir kök-soyun halkı, böylece yedi alt-soya bölünür. Fakat bir alt-soyun, bir yenisi geliştiğinde hemen yok olduğu düşünülmemelidir. Bunlardan her biri kendi varlığını, diğerleri gelişirken uzun bir süre koruyabilir. Dolayısıyla yeryüzünde yan yana yaşayan, ama farklı gelişme aşamaları gösteren topluluklar her zaman var olmuştur.
Atlantislilerin ilk alt-soyu, Lemuryalıların yüksek bir evrimsel potansiyele sahip olan son derece gelişmiş bir kesiminden ortaya çıkmıştı. Hafıza yetisi Lemuryalılar arasında sadece ilkel biçimde ve kendi gelişim süreçlerinin son döneminde ortaya çıkmıştı. Bir Lemuryalının, deneyimlediği şeye ilişkin fikirler oluşturma yetisine sahipken, bu fikirleri koruyamadığı düşünülmelidir. Kendi kendisine yansıttığını hemen unutuyordu. Buna karşın, belirli bir uygarlıkta yaşıyordu ve örneğin araç gereçleri, inşa edilmiş binaları vs. vardı – bunu kendi düşünce güçlerine değil de kendisinde yatan zihinsel bir güce borçluydu ki bu da içgüdüseldi-. Fakat insan bunun günümüzün hayvani içgüdülerine benzediğini düşünmemelidir, bu çok daha farklı bir türdeydi.