
Полная версия:
İstanbul'un tarihi, kültürü ve yaşamı
Tabii ki paganizm Konstantin döneminde bitmedi. New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’nde John Mauropous tarafından 11. yüzyıl erken döneminde İsa’dan niyaz dileme anlamı taşıyan nadir bir epigram buldum: “Sevgili İsa, olur da bazı paganları cezalandırılmaktan muaf tutmak istersen benim hatırıma Platon ve Plutarkhos’un canını bağışla. İkisi de senin tanrı olarak her şeye hükmettiğinden habersiz olsalar da hem öğretide hem de yaşam şeklinde senin ilkelerine yakın duruyorlardı. Bu durumda sen karşılık beklemeden tüm insanlığı kurtarmaya gönüllü olduğun için yalnızca senin merhametine ihtiyaçları var.”
Konstantin bir hükümdardı, din adamı değildi ve dinsel anlamda kılı kırk yarmanın yeni kurduğu imparatorlukta nasıl bir ihtilaf yaratacağını çabucak gördü. Hıristiyanların inanması gereken doğru tanımı oluşturmak için harekete geçti. Ortodoksluğun kurulmasıyla birlikte muhalif inançlar sapkınlık olarak kabul edildi. Bunlardan en yıkıcı olanı İskenderiyeli rahip Arius’tan geldi. Aykırı görüşlerin birçoğunda olduğu gibi Arius’un teorisi de İsa’nın yapısıyla ilgiliydi. İnsan mıydı yoksa ilah mı ya da her ikisinden biraz mı? Arius’a göre İsa, Tanrı’nın doğasıyla benzerlik göstermiyordu, çünkü Tanrı gibi ölümsüz değildi. Tanrı tarafından özel bir amaç için yaratılmıştı, dünyanın kurtuluşu için. Ölümsüz olmamasına rağmen mükemmel bir adamdı ve bu sıfatla Tanrı’nın emrindeydi. Bir yandan da kısmen bu tarz sorunlarla baş etmek maksadıyla bizzat başkanlık ettiği kilise konsülünü İznik’te toplantıya çağırdı. Eusebius imparatorun konsül salonuna girişine çok önem vermektedir:
Ve şimdi herkes, imparatorun teşrif ettiğinin işareti verilince ayağa kalktı, imparator değerli taşlar ve altın işlemelerle bezeli mor giysisinin göz kamaştıran yansımalarıyla semavi bir tanrının meleği gibi toplantının ortasından geçerek ilerledi. Oturma yerlerinin başına yaklaştığında önce bir anlığına durdu. (…) Sıraların başına ulaştığında, kendisi için yüksekçe bir yere yerleştirilmiş dövme altın tahta oturmak için piskopos izin verene kadar bekledi. Hazır bulunanlar da ondan sonra aynısını yaptılar.
Konstantin hem asker hem de hükümdardı. Onun da teşvikiyle piskoposlar Aryan doktrinini çürüttüler ve İsa’nın Tanrı (Baba) ile aynı tözden olduğunu ilan ettiler. Bugüne dek toplu dua kitabındaki İznik Amentüsü’nü ezbere bilen Hıristiyanlar bu sebeple şöyle iddia ederler: “Tanrı’nın biricik oğlu tek rab ve ezelde Baba’dan doğmuş Mesih İsa’ya inanıyorum. O Tanrı’dan gelen Tanrı, Nur’dan Nur, Gerçek Tanrı’dan Gerçek Tanrı’dır. Yaratılmış olmayıp, Tanrı (Baba) ile aynı tözdendir.” Tarihçiler arasında tartışma konusu olan sebeplerden dolayı Konstantin ölüm döşeğine kadar vaftiz edilmeyi erteledi. Kendisine kutsal ekmek verildiğinde “Şimdi gerçeğin ta kendisi gibi kutsandığımı biliyorum; şimdi tanrısal ışığın bir parçası olduğuma inanıyorum,” diye haykırdığı söylenir.
Dünyanın Ticaret MerkeziDünyaya neredeyse 1000 yıl hükmetmesini mümkün kılan politik ve askeri hâkimiyeti takdir edebilmek için, Bizans İmparatorluğu’na sanat ve mimari açıdan bakmak iyi olur. Ticaret açısından da aynı derecede önemli bir merkezdi. Yahudi bir tüccar olan Cordoba’dan Tudela’lı Benjamin (Bünyamin) diye birinin 12. yüzyıldaki tasviri, ticaretin tarihe karışmış dünyasını hatırlatıyor:
Envai çeşit tüccar Babil ve Mezopotamya’daki Shinar’dan, İran ve Medea’dan, Mısır’ın tüm krallıklarından, Kenan diyarından, Rus Krallığı’ndan, Macaristan’dan, Peçeneklerin diyarından (Romanya), Hazar’dan (Kafkasya), Lombardiya ve İspanya’dan geliyor. Burası çalkantılı bir şehir; tüm ülkelerden insanlar buraya kara ve denizyoluyla ticaret yapmak için geliyorlar. Bağdat dışında dünyada böyle bir yer yok. Dükkân ve pazarlardan gelen kirayı, kara ve denizyoluyla gelen tüccarlardan alınan vergileri hesaba kattıktan sonra kentin günlük gelirinin 20 bin altın olduğu söyleniyor.
Konstantinopolis’in ihtişamının, gücünün ve görkeminin altında yatan sebepleri anlamak için en eski zamanlardan beri Avrupa ve Asya arasındaki sağlam konumundan nasıl istifade ettiğini bilmek gerekir. Dünyanın sahip olduğu varlığın üçte ikisinin bu muhteşem kentin zapt edilemez duvarları içinde toplandığı söyleniyor. Kervanlar, Konstantinopolis’e Semerkant, Buhara, Maveraünnehir, Horasan ve İran gibi önemli bölgelerden bütün Ortadoğu’yu geçerek kara yoluyla ulaştılar. Bazı durumlarda onların yüklü develeri kente Antakya ve Halep gibi ticaret merkezlerini geçerek geldi. Kuzey steplerinden gelen karların eriyerek taşırdığı Rusya’daki o büyük nehirler Dinyeper ve Don, Moskova ve Kiev krallıklarından Karadeniz’deki Trabzon gibi liman kentlerine kereste ve kürk taşıdılar ve Konstantinopolis kıyıları boyunca sıralanmış limanlar en doğuda Bengal Körfezi ve en kuzeydeki Vikinglerin ülkesi kadar uzak diyarlardan yelken açarak gelen gemilerdeki vergiye tabi yükleri boşaltmakla uğraştılar.
Bilinen dünyadaki hammaddeler -eşine az rastlanır ağaçlar, lüks mallar, değerli taşlar ve metaller- şehrin atölye ve ambarlarına çıkarıldı. İpek ve deri Peşaver’den (şimdiki Pakistan), tütsü Arabistan’dan geldi. Biber, hindistancevizi, karanfil, tarçın ve mücevherat Hindistan ve Çin’den gemiyle getirildi. Afrika’dan köleler, pamuk, mısır, altın, fildişi, kehribar ve abanoz ağacı Kızıldeniz’in yukarısındaki ticaret yolu boyunca İskenderiye’nin Akdeniz’deki limanı üzerinden tedarik edildi. Balık, Kuzey Denizi kadar uzaklardan, yünlü ürünler Brugge’den, bal, kürk, deri ve köleler Doğu Avrupa’dan, keten Mısır’dan, pamuk ise Suriye ve Ermenistan’dan denizyoluyla gemilere yüklenerek geldi.
Konstantinopolis’teki zanaatkârlık, Avrupa ve Yakın Doğu’nun yanına bile yaklaşamayacağı bir seviyeye geldi. Bizans’ın meşhur olduğu tezhip sanatını icra etmek için renklendirici olarak safran, şap, çivit ve tutkal ithal edildi. Usta zanaatkârlar, değerli metalleri işleyen el işçileri, nakkaşlar, taş oymacıları, mozaik işçileri, kâtipler, dokumacılar, kadın terzileri, boyacılar ve düğmeciler Marmara ve Haliç arasında kârlı bir ticaret yaptılar. Ve tabii ki insan gücü sınırsızdı. İmparatorluğun doğu sınırında nüfus yoğunluğu oldukça fazlaydı; başkente iş için yeni insanlar akın etti. Bizans İmparatorluğu da antik dünyadaki Yunanistan ve Roma gibi kölelik sistemi üzerine kurulmuştu.
Ortaçağda Bizans’ın veya o zamanki adıyla Roma İmparatorluğu’nun dünya nezdinde muazzam bir itibarı vardı. İlk yıllarında müttefikliklerini kuvvetlendirmek için evlenmek üzere kızlarını Bizans’a veren önde gelen Venedikli doçlar Bizans İmparatoru’nun verdiği kaftanla yetkilendiriliyorlardı. Tüccarlar gibi Ortodoks manastırları da imparatorluğun din ve kültürünü Küçük Asya’dan Balkanlar üzerinden İtalya’ya, hatta İtalya’nın en uzak noktası Sicilya’ya kadar yaydılar.
Geride KalanlarŞehirde, sokakların ana hatları onun planladığı gibi kalmış olsa da 1600 yıldır Büyük Konstantin’in adını taşıyan somut kanıtlardan çok azı mevcut. Tam şehrin ortasından geçtiği için Mese adıyla anılan yolun güzergâhı değişmedi. Mese, Yunancada “orta” anlamına geliyor. Osmanlılar ismini “Divan Yolu” olarak değiştirdikleri Mese’yi şehrin ana caddesi olarak korudular, zira burası sultanların devrinde Topkapı Sarayı’ndaki divana çıkıyordu. Ne kadar yoğun olursa olsun Divan Yolu, Sultanahmet’ten başlayıp Kapalıçarşı civarına kadar yol boyunca sıralanan Osmanlılara ait türbe ve mezarlardan dolayı kendine özgü cazibesi olan bir sokak. Sağ kolda eski bir mezarlığın arkasında bulunan Balkan Türklerinin işlettiği çay bahçesinde çay içmek hoşuma gidiyor.
Yakınlarda 19. yüzyılın ilk zamanlarında hüküm sürmüş yenilikçi 2. Mahmut’un türbesi var. Türbeyi çevreleyen mezarlık, Osmanlı padişahlarının aile fertleriyle imparatorluğun son asrındaki 10 yıllık çöküş döneminin saygın kişilerinin harikulade anıt mezarlarına ev sahipliği yapıyor. Ünlü yazarların kabirleri, mermer mürekkep hokkası ve tüylü kalemlerle donatılmış. Bir amiralin gemi şeklindeki kabri göze çarpıyor. Yolun aşağısına doğru, Türklerin “Çemberlitaş” adını verdiği, mermer bir kaide üzerine oturtulmuş, somaki mermerinden 6 adet silindirden oluşan Konstantin sütunu “Yanan Sütun” yakın dönemde temizlenmiş ve onarılmıştı. Çekidüzen verilmiş olmasına rağmen yine de yok olan bir nesnenin geride bıraktığı üzgün görünümlü bir parçayı andırıyor. Başlangıçta sütunun üzerine oturtulmuş Apollo giysileri içindeki Konstantin’in heykeli 1106 yılında meydana gelen bir fırtına esnasında tahrip olmuş ve sonraki yüzyıllarda da başka kötü durumlara maruz kalmıştır. Bugün adı bir tramvay durağına verilmiştir.
“Havarilerin Eşiti” Konstantin kendisi için Kutsal Havariler Kilisesi’nin (12 Havari Kilisesi) bir bölümü olarak Venedik’teki San Marco Katedrali ve diğer Bizans kiliseleri için emsal oluşturan haç şeklinde bir bina, bir mozole yaptırdı. Konstantin, Büyük Saray’da mor bir kefene sarılıp altın bir tabut içinde üç ay boyunca teşhir edildikten sonra buraya gömüldü. Haleflerinden bir kısmı da aynı şekilde buraya defnedildi. Fatih Sultan Mehmet, kendi imparatorluk camisi için İstanbul’un yedi tepesinden birinin üzerinde bulunan kutsal havarilerin bölgesini seçti. Kutsal havarilerin kilisesi yıkıldı; malzemeleri de caminin yapımında kullanıldı. Fatih’in camisi 18. yüzyılda meydana gelen bir deprem sırasında tahrip oldu. Şimdi yerinde duran cami de o tarihte yapılmıştır. Bizans kraliyet ailesinin bir kısmının kemiklerinin bulunduğu somaki mermerinden lahitleri Arkeoloji Müzesi’nin arazisinde görebilirsiniz. Bir keresinde bunlardan birinin klima ünitesini saklamak için kullanıldığını görmüştüm.
7
Jüstinyen ve Theodora: İmparatorluk Döneminin Konstantinopolis’inde Bir Gezinti
Hagia Sophia Kilisesi, görünen o ki Konstantinopolis’in kutsal merkeziydi; ancak şehrin halka açık merkezi “Hipodrom”, yani Türkçedeki adıyla “At Meydanı” idi. Genişliği 130 metre, uzunluğu 450 metre olan Hipodrom, en parlak döneminde 40 sıralık ve 100 bin kişilik oturma kapasitesine sahipti. Adından anlaşılacağı üzere burada at yarışları yapılıyordu ve Konstantinopolis’in ilk sakinleri spora, özellikle de at yarışına deli oluyorlardı. Hipodrom ayrıca halka açık gösterilerin gerçekleştirildiği bir yerdi. Konstantinopolis halkı oldukça mücadeleciydi. MS 532’de gerçekleşen Nika İsyanı; Yeşiller, Maviler, Kırmızılar ve Beyazlar adlarını taşıyan tüccar loncaları arasındaki çekişmeye tanık oldu. Ayaklanma sırasında İmparatorluk Sarayı ve Ayasofya büyük çapta zarara uğradı ve Büyük Jüstinyen tahttan indirilme noktasına kadar geldi. Jüstinyen afalladı; fakat sert bir mizaca sahip eşi Theodora, Jüstinyen’i dirençli olması için ikna etti. İlerleyen sayfalarda göreceğiniz gibi Prokopius, zaman zaman Theodora’nın aleyhinde bir tavır içinde olsa da, bu sefer onu kahramanca takdim ediyor:
Güne doğan her erkek er ya da geç ölecektir [dedi Theodora]; peki bir imparator kaçak olmaya nasıl razı olabilir? Ben şahsen ne kendi rızamla imparatorluk pelerinimi çıkarmak ne de bu ünvanla çağırılmadığım günü görmek isterim. Eğer siz efendim, paçanızı kurtarmak istiyorsanız bu konuda hiçbir sıkıntı yaşamayacaksınız. Zenginiz, işte deniz burada, gemilerimiz de. Öncelikle şunu idrak edin ki eğer güvenliğiniz sağlanırsa ölümü tercih etmediğiniz için pişmanlık duymayacaksınız. Ben şahsen eski bir sözden yanayım: Mor, asaletin kefenidir.
Jüstinyen kuvvetlerini tanzim etti ve gücünü yeniden elde etmek için harekete geçti. İsyancıları ele geçirmeyi kararlılıkla aklına koymuştu. Birliklerine, içinde insanlar olduğu halde hipodromun kapılarını kapatmalarını emretti. Arkasından gelen toplu bir katliamdı. Jüstinyen’in emriyle 300 binden fazla insan kıyıma uğradı.
Asil Çiftİmparator Jüstinyen, Trakya’nın Roma eyaleti Balkanlarda doğdu. Anadili muhtemelen ilk milenyumun sonundan oldukça önceki bir zamanda unutulan Trakya diliydi. Kendisinden önce imparator olan amcası ve hamisi Jüstin, Trakya köylülerindendi ve muhtemelen okuma yazma bilmiyordu. Jüstin’in üzerinde “onu okudum” anlamındaki “LEGI” ibaresi kazınmış ahşap bir mührü vardı. Kelimenin üzerinden mor mürekkeple geçiyordu ve yalnızca imparatorun mor rengi kullanma hakkı olduğu için herhangi bir dökümanda görüldüğünde kimin onayından geçtiği açıkça belli oluyordu. Ölmekte olan klasik Yunan kültürünün varlığını sürdüren ustalığıyla yapılabilen, eski Roma İmparatorluğu’nun uzak bir eyaletindeki Balkan köylü hayatının çamur ve samanından pek de uzak olmayan bir imparatorun açıkgözlülüğü, derin ihtirası ve servetiyle desteklenen Ayasofya Kilisesi, yalnızca beş yılda tamamlandı ve 26 Aralık 537’de kutsandı.
Jüstinyen’in köylü geçmişine rağmen bu güçlü imparatorluğun başına geçmiş olması kadar İmparatoriçe Theodora’nın soyu da şaşırtıcıdır. Theodora, çocuklarınızın annesi olmasını isteyeceğiniz tarzda bir kız değildi. İmparatoriçelerden çok azı ayı bakıcısı bir babaya ya da sirkte akrobat bir anneye sahip olmasıyla gurur duyabilirdi. Lakin Theodora’nın ebeveynleri böyleydi işte. 6. yüzyıl tarihçilerinden Bizanslı Prokopius’un resmi tarih kayıtlarından çıkarmak zorunda kaldığı tüm sıradışılıkları içeren Bizans’ın Gizli Tarihi kitabındaki Theodora’nın hikâyesi, dünyadan geçmiş bir hükümdarın en küçük düşürücü tasvirlerinden biridir. Theodora’nın ilk zamanlarına ilişkin Bizans’ın Gizli Tarihi kitabından bir paragraf şöyle söyler:
Şimdi bir süredir Theodora bir erkekle yatacak veya bir kadın gibi ilişkiye girecek kadar olgun değildi ama insanlığın döküntülerini tatmin eden -ki onlar köleydiler ve efendilerini tiyatroya kadar takip edip bu tarz yabani deneyimleri yaşama şansı buluyorlardı- bir erkek fahişe gibi davranıyordu. Önemli bir zamanını bedenini bu tarz olağan dışı alışverişlere adadığı bir genelevde geçirdi… Ama olgunluğa erişir erişmez o ortamın kadınları arasına katıldı ve atalarımızın piyade olarak adlandırdığı bir fahişe oldu. Genç kadının bir nebze bile iffeti yoktu ya da hiç bir erkek yüzünün kızardığını dahi görmemişti, bilakis hiç tereddüt etmeden en utanç verici isteklere bile razı olurdu.
Tarihçi John Julius Norwich, Prokopius için “kibirli yaşlı münafık” diyordu; ancak Prokopius’un tüm bunları uydurmuş olduğuna inanmak hayli güç. Doğrusunu söylemek gerekirse birçok açıdan Konstantinopolis’in kutsal bir şehir olmakla beraber çirkin bir yanı da vardı. Yeats’in söylediği gibi Bizans’ın bütün bu kadın ve erkekleri, tüm zamanlarını tanrısal sırların mest edici tefekkürü içinde geçirmiyorlardı elbette.
Jüstinyen, belki de Konstantin’den sonra gelen Bizans imparatorlarının en büyüğüydü. Ayasofya’yı inşa etmenin yanı sıra bir yönetici olarak da yorulmadan çalıştı. Saray memurları ondan söz ederken “uykusuz adam” diyorlardı; bitmez tükenmez enerjisiyle her daim işinin başındaydı. Devlet bürokrasisini yeniden organize etti, rüşvet ve yolsuzluğu ortadan kaldırmaya çalıştı, eyaletlerdeki sivil ve askeri otoriteyi birleştirdi. Belki de en önemli çalışması Jüstinyen Yasaları olarak bilinen bir dizi Roma kanununu ciltler halinde sistematik ve ansiklopedik olarak yazdırmaktı. Vizigotlar ve Vandallar gibi Alman istilacılara kaptırmış oldukları imparatorluk topraklarını tekrar ele geçirmekle ilgili büyük hedefine, Roma’nın geleneksel askeri meziyetlerini bünyesinde toplamış olan General Belisarius’un önderliği sayesinde ulaşıldı. 534 yılında Kuzey Afrika’yı, 20 yıl süren bir savaştan sonra da İtalya’yı yeniden Bizans’ın kontrolüne geçirdi.
HipodromAyasofya’dan hipodroma doğru yürüdüğünüzde, sağ kolda veya başka bir deyişle hipodromun batı kanadında, Muhteşem Süleyman’ın sadrazamı İbrahim Paşa’nın şahsına ait sarayın da içinde bulunduğu Türk ve İslam Eserleri Müzesi vardır. Süleyman’ın en gözde ve sevgili karısı Rus kökenli -daha kesin bir deyişle Rutenya veya Ukraynalı- Roxelana gibi, en yakın arkadaşı İbrahim de, imparatorluğun en kudretli konumuna gelen bir Rum asıllıydı ve Süleyman’ın kız kardeşi Hatice’yle evliydi. Zaman içinde boyundan büyük işlere kalkıştı; Süleyman 13 yıllık sadrazamlığının ardından İbrahim’i öldürttü ve bütün varlığına el koydu. Bugünkü haliyle bile oldukça büyük olan saray, o zamanlar şimdikinin iki katı büyüklüğündeydi. İçinde kilim, kaligrafi, minyatür ve benzerlerinin bulunduğu olağanüstü bir koleksiyon bulunmaktadır. Ayrıca bir kahvehane ve pazarlık yapma konusunda endişeli olanlar için fiyatların sabit tutulduğu bir dükkân vardır.
Hipodrom bugün diğer yerlere ulaşmayı sağlayan bir geçiş yolundan ziyade, kendi içinde küçük bir merkezdir. 19. yüzyıl sonunda inşa edilen İmparator 2. Wilhelm’in emsalsiz çeşmesi, Kuzey Avrupa hantallığı ile Osmanlı mimari biçimlerini örnek alan kıymetli bir yapıdır. Bir Osmanlı mimarı akşam yatmış, sabah da Almanca konuşarak uyanmış gibidir adeta. Bir yanında İbrahim Paşa Sarayı, diğer yanında Sultanahmet Camisi’ne giden batı kapısının önündeki kafeler ve hediyelik eşya dükkânları ile uzun ve oval bir yarış pisti gibi tahayyül edilebilecek uzun ince şerit, alanın merkezinden geçer ve “spina”, yani “hipodromun omurgası” olarak adlandırılır.
Spina’nın ortasında Konstantin’in Mora Yarımadası’ndaki Delfi’den getirttiği Yılanlı Sütun bulunmaktadır. Yılanlı Sütun’a gelmeden önce ise antik Mısır Dikilitaşı’nı görürsünüz. 800 ton ağırlığındaki bu devasa dikilitaş gemi yolculuğuna dayanamamış ve yalnızca üstteki üçte birlik kısmı Konstantinopolis’e sağlam şekilde getirilebilmiştir. Dikilitaş, Batı Roma İmparatorluğu’nun nihai çöküşünden ve Doğu’nun ya da Bizans’ın yükselişinden önce, hem Doğu’ya hem de Batı’ya hükmeden Roma imparatorlarından sonuncusu olan müstesna kişilik Büyük Theodosius tarafından Hipodrom’a dikilmişti.
Burada özellikle bakmaya değer olan, dikilitaşın üzerinde durduğu mermer kaidedir. Bu taş blok üzerine, hipodromun doğu cephesinde bulunduğu varsayılan kraliyet locası Kathisma’daki imparator ve ailesinin tören sahneleri yontulmuştur. Kabartmalar aşınmış olmasına rağmen, dikilitaşın kuzey cephesinde, zamanında muhteşem bir mühendislik becerisiyle yapılmış olan obeliskin taşınması ve dikilmesine nezaret eden imparatoru görebiliyoruz. İşçiler omuzladıkları halatlarla sütunu sürüklüyor, diğerleri de halatları sarmak için kullanılan bir vinci çeviriyor. Batı cephesinde, Romalı kıyafetlerine, harmani ve benzerlerine bürünmüş kraliyet topluluğunun (bizim “Bizanslı” olarak adlandırdığımız bu kişilerin ilk birkaç yüzyıllık dönemde kendilerini Romalı [Rhomainoi] olarak kabul ettiklerini hatırlatalım) arasından öne çıkan Pers başlığı takmış, diz çökmüş bir grup köle, İmparator Theodosius’a saygılarını sunuyor. Theodosius’un yanında Batı’daki eş-imparatoru II. Valentinianus ve sırasıyla, biri Batı’nın diğeri de Doğu’nun imparatorları olacak oğulları Honorius ve Arcadius bulunmakta. Güney cephesinde ise hepsi bir araba yarışını izliyorlar. Kalabalık arasından çehrelerini görüyoruz. Alt kısım boyunca da dans eden genç kızları ve müzisyenleri görüyoruz.
Anıtın en sevdiğim bölümleri imparatorlukta hiçbir şeyin, hatta hükümdarların yaşamlarının dahi güvence altında olmadığı bir yapının havasıyla ilgili fikir veren Theodosius’un mızraklı ve dağınık sakallı muhafızlarının ifadeleri. Roma, Bizans, Osmanlı veya diğer herhangi bir imparatorluğun ihtişamı ve görkemi bizde nasıl bir etki bırakmış olursa olsun, gerçek, Mao Zedong’un “Politik kudret bir silahın namlusundan ya da bir bıçağın ucundan çıkar,” sözlerinde saklıdır. Bu taşlarda ölümsüzleşen Valentinian, Galyalılar ile girdiği bir güç savaşında mağlup oldu ve 15 Mayıs 392 tarihinde 21 yaşındayken özel dairesinde ölü bulundu. John Julius Norwich, Byzantium: The Early Years (Bizans: İlk Yıllar) adlı eserinde şöyle yazar: “Ölümünün bir intihar olduğunu kanıtlamak için çok zahmete girildi.”
Hipodrom, her ne kadar imparatorluk başkentinin iz bırakan bir hatırası olsa da Konstantinopolislilerin “Kutsal İmparatorluk Sarayı” olarak adlandırdığı, hiçbir masraftan kaçınmadan dekore edilmiş, geniş bir alana yayılan ve birbirine bağlı bir dizi binadan oluşan bu taş yığınından geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştır. Büyük Saray, Marmara Denizi ve Haliç’e doğru inen ormanlık bir yamaç üzerine kuruluydu. Bir yanda bahçeler ve kiliseler güzellik ve kutsallık taşıyor, diğer yanda yazlık evler, çeşmeler, binicilik okulu ve polo sahalarıyla havuz ve dekoratif göletler ferahlatıcı bir etki bırakıyordu. Bizans’ın yüksek tabakasının güvenli ve konforlu hayatını sürdürmek için ahırlar, mutfaklar ve ambarlar mevcuttu. İmparatorlar ve maiyetindekiler burada, imparatorlar arasında en kültürlü ve belki de doğuştan en zarif isme sahip Konstantin Porphyrogenitus’un Book of Ceremonies (Törenler Kitabı) adlı eserinde detaylıca bahsedilen dinsel ve resmi törenlerle belirlenmiş bir hayatı sürdürüyorlardı. Tarihe karışan bu dünya, gözle görülür olmayanı tasavvur edecek gezginler için işte buradadır.
8
Kutsal Şehir
W.B. Yeats İstanbul’a hiç gelmedi, ama Bizans Sanatı ile ilgili okumalarından esinlenerek yazdığı şiirler ‘Bizans’ı bu kutsal şehrin ebedi simgesi yaptı. Yeats’in Bizans sanatıyla tanışması Palermo ve Ravenna’da gördüğü mozaikler vesilesiyle oldu. Şiirleri yoluyla kutsallaştırdığı şehri kendi gözleriyle görmemiş olması ironik görünse de bir bakıma buna ihtiyaç da duymamıştır. Dünyadaki varlığını, sanat ve mimarisiyle halen sürdüren Bizans, İrlandalı ustanın o harika şiirlerinin yarattığı etkiye benzer bir nevi ebedi bir hediye, ilham veren bir mucize ve görkem anlayışı barındırır. Yeats, Bizans’ın hiyeratik mozaik sanatından etkilendi ve onun bu sanatta tasvir edilen kişilerle ilgili sihirli sözleri, parlayan binlerce küçük renkli kareyle tasvir edilenin ruhani ifadesiyle birleşti. Yeats’in “Tanrının kutsal ateşinde duran bilgeler / Bir duvardaki altın mozaikte durur gibi” dizeleri, resmedilenle anlamı arasındaki ilişkiyi çok güzel anlatıyor.
Bizans sanatı ve onu taklit eden 13. ve 14. yüzyıllara ait erken dönem İtalyan dini sanatı, daha sonra modernizmden önceki Avrupa sanatının tipik bir örneği olacak yaşamın taklit edilmesinden ziyade barındırdığı salt durağan ve yapay nitelikleriyle kendini göstermektedir. “Sailing to Byzantium” şiirinin son kıtası bu büyük yapmacıklığı yakalamaktadır:
Çıkacak olsam bir kez tabiattan,Tabii bir şeyden gövdeli bir şekil almayacağım aslaYunanlı kuyumcuların çekiçle ve mineyle işlenmiş altındanUykulu bir imparatoru uyanık tutmak amacıylaYaptıklarından başka; KondurduklarındanBaşkasını ya da, altın bir dala,Geçmiş, geçen ve geleceğin ne olduğunu şakısın diyeBizans’ın Lortlarına ve Leydilerine.2Yeats’in imgeleri ziyaretçilerin taht odasındaki suni ağaçlarla ilgili tasvirlerinden esinlenmişti; küçük mekanik altından kuşların konup şarkı söylediği yakut, zümrüt, turkuaz ve safirden yapılmış meyvelerle kaplı altın ve gümüş dallardı bunlar.
İmparatorluk Şehri KonstantinopolisMimari çizimler ve dijital örnekler bize imparatorluk zamanında Konstantinopolis’in nasıl görünüyor olabileceğiyle ilgili net bir fikir veriyor. Ayasofya’nın kuzeyinde ve biraz aşağısına doğru, Kutsal Bilgelik Kilisesi Ayasofya’dan sonra en önemli ikinci kilise olan Kutsal Barış Kilisesi Aya İrini “Hagia Eirene” var. Aya İrini şu haliyle Topkapı Sarayı’nın duvarlarıyla çevrilmiş olsa da o kadar değişmemiş. Ayasofya’nın önündeki meydanın yerinde daha önceden sıra kemerli bir forum veya agora varmış gibi görünüyor. Büyük Konstantin bu planı 4. yüzyılda hazırlatmıştı. Agoranın batı ucunda, imparatorluktaki tüm mesafelerin ölçüldüğü “Milyon Taşı3” adındaki mermer nişan durmaktadır. Nişan bugün hâlâ burada, ancak yıpranmış ve içler acısı bir görünüme sahip; önünden geçen tramvay yolu ise onu meydandan ayırıyor. Zemin, yüzyıllar içerisinde depremler, molozların toplanması ve yeni yolların yapımı sebebiyle yükselmiş olduğu için bir zamanlar meşhur olan nişanın zeminini görmek için küçük bir kuyunun dibine doğru eğilip bakmanız gerekiyor.
Şehir surları içindeki Altın Kapı’ya uzanan Mese’nin başladığı nokta da burasıdır. Binlerce kilometre ötedeki Roma’ya giden yol da buradan başlar. Hemen yakınında Yerebatan Sarnıcı vardır. Bizanslılar büyük ölçekte, 336 sütunlu bir nevi yeraltı tapınağı inşa etmişlerdi. Bu antik yontmaların kalıntıları günümüz İstanbul’unda zaman zaman kötü kullanıma maruz kalıyor. Burada, iki adet devasa “Gorgon Başı”, sütunların kaidesi olarak kullanılmış. Birisi yerde yan yatmış, diğeri ise baş aşağı duruyor. 1545 yılında Fransız antikacı Peter Gyllius semt sakinlerinin katlardaki deliklerden su çekmek için kova daldırdıklarını ve hatta bazen de aynı deliklerden balık tuttuklarını gözlemleyip yeniden keşfedene kadar burasının varlığı tamamen unutulmuştu. Yumuşak bir ışıklandırma ve new age müzik, burayı sıcak bir İstanbul gününde dinlenmek için inebileceğiniz mükemmel bir yer haline getiriyor ve herkesin hoşuna gidecek mistik bir hava veriyor.
Arkeologlar, Sultanahmet’te yeni keşiflerde bulunmaya devam ediyorlar. Bunlardan biri olan Büyük Bizans Sarayı, Ayasofya’nın hemen aşağısında. Four Seasons Oteli arkasındaki kazılar da halen devam ediyor. 1935’te Büyük Saray’da yapılan kazılardan çıkarılan mozaikler ve heykel parçaları Torun Sokak’taki Mozaik Müzesi’nde sergileniyor. Buraya Arasta Çarşısı’ndan ulaşım sağlanıyor. Mermerleri büyük olasılıkla Sultanahmet Camisi’nin kaplamalarında kullanılmış sarayın eski hükmü kalmamış ama yüzyıllardır hafızalardaki yerini koruyor. Civardaki binaların teraslarından görülebilen taş, Marmara Adası’ndaki taş ocağından getirilmiş. Anlaşılan o ki mermerler antik dönemden ta bugüne kadar adanın tükenmeyen maden ocaklarından çıkarılmış. Bir keresinde caminin avlusundaki taşları incelerken bu mermer blokların büyüklüğü ve asimetrik şekilleri karşısında hayrete düştüm, sanki işçiler devasa blokları çıkardıktan sonra belli bir ölçüye göre küçültüp yerlerine oturtmuş gibiydiler.