
Полная версия:
Zor İş
Eleni’nin kocası da çok iyi biriydi. İliya. İriyarı, yakışıklı bir adam… Oldukça ciddi bir görünüşü vardı. Kimsenin eğrisinde doğrusunda olmayan biri… Kendi işine bakıyordu sadece. Babam kendisinden son derece memnundu. Evde kendisinden söz açıldığında sık sık şöyle dediğini hatırlıyorum: “Çok iyi adam… Çok iyi de; şu içkiyi de içmese…” Sözü tam burada kesiyordu ama sanki bu içki içme olayının kimi kötü durumlara neden olabileceğini, ya da olduğunu söylemek ister gibiydi. Yani, babam öyle konuşuyordu ki, elinden gelse yine İliya’nın iyiliği için o içkiyi kendisine zorla bıraktıracaktı. İliya’nın da babamı ne kadar sevdiğini yıllar sonra bir kez daha anladım. Bir dostumu ziyaret etmek için Şişmanoğlu Devlet Hastanesi’ne gitmiştim. Koğuşta bir sürü hasta. Kapının yanındaki divanda yaşlı biri yatıyordu. Bana: “Sen Çepelli’den misin” dedi. Türkçe konuşuyordu. Ben de kendisine Türkçe, “Evet” dedim. “Çepelli’de bir Taşçı Ali Aga vardı. Onu bilir misin” dedi. Birden duraksadım. Heyecanlanmıştım. Kendisinin İliya olduğunu anlamıştım. “Taşçı Ali Aga benim babamdı,” dedim. “Ne yazık kendisini beş yıl önce yitirdik…” İliya bir an sustu… Gözleri yaşardı.... Dalıp gitti bir an. Onun o eski günlere gittiğini sanıyordum. Derin bir iç geçirdi, gözlerini kuruladı. “Baban çok iyi bir adamdı” dedi. “En iyi dostumdu benim. Senin baban olduğu için söylemiyorum. Bizim Rumlardan öyle bir dostum olmadı. Rahmetli anam ne kadar haklıymış. Bana, bak çocuğum, derdi. Bir Türk’le dost oldun mu korkma. Gerçek dost Türk’ten olur…” Sonra ekledi: “Sen bilmezsin belki. Benim anam da Bursalıydı…” Yeniden sustu. “Evet” dedi. “Baban çok iyi bir adamdı. Son yıllara kadar, Gümülcine’ye geldiğinde ara sıra görüşüyorduk. Sen ne yaptın, okulu bitirdin mi?” Evet, dedim. “Baban senin okumanı isterdi çok.”
İliya’yı son görüşüm olmuştu bu. O gün hastaneden çıktıktan sonra yıllar öncesi Çepelli’deki ustabaşı İliya’yı ve Eleni’yi düşündüm uzun süre. Hiç hakkım olmadığı halde İliya’ya karşı duymuş olduğum öfkemi anımsadım. Bir akşam babam eve geç gelmişti. Neşesi kırıktı. Hep bir şeyler demeye çalışıyordu bize; bir türlü de söylemek istemiyordu. En sonunda: “Hep demez miydim ben…” dedi. “İliya içmese ya şu meret içkiyi… İçince böyle olur işte. Dövmüş karıyı, her yanını çürük içinde bırakmış. Sanki kızcağızın öyle doğması Eleni’nin kabahatiymiş gibi… Allah tarafından işte…”
O gece üzüntüden sabaha kadar uyuyamamış babam. Sabahleyin evdekiler söylemişlerdi. O gün ilk kez ben de kızmıştım İliya’ya, Eleni’yi dövdüğü için. Ve buna hakkım olduğuna da iyice inanmıştım.
Bu olaydan sonra, İliya ile Eleni’nin sık sık kavga ettikleri söylendi köyde. Kavganın nedenini kimse bilmiyordu. Babamdan başka. Aslında, bunu öğrenmeyi de kimse istemiyordu. Ancak hemen herkes böyle tatsız bir olaydan üzüntü duyuyordu. Gül gibi geçinip giden bir aileye ne oldu böyle, diyordu insanlar. Herkes de her şeyin yine eskisi gibi olmasını istiyordu. En çok da ben… Eleni yine o güzel elbiseleriyle okulun bahçesinde dolaşsın istiyordum. Daha çok Eleni’yi sevindireceği için kızının konuşabilmesi için Allah’a dua ediyordum. Eleni neşelensin, güzel güzel resimler yapsın, onları duvara asıp karşıya geçsin, saatlerce onlara baksın. Beni görünce gülümsesin yine, hüzünlü de olsa saçlarımı okşasın. Kırlara gidip çiçekler toplasın. Bunları yine bir bardağın içine koyup beyaz örtülü masanın üstüne koysun…
Ne yazık ki o olaydan sonra Eleni günlerce görünmedi dışarıda. O tek odanın içine kapandı kaldı. Kızı Rula’yı -aklımda öyle kalmış adı- annesine götürmüş, diye söylentiler dolaştı. İliya akşam sabah iyice içkiye verdi kendini. Sonunda olan oldu… Bir akşam babam yine telâşlı telâşlı eve geldi. “Siz yatıp uyuyun” dedi. “İliya yine karısını fena halde dövmüş. Gidip bir bakayım. İş daha da kötüye varmadan belki bir şeyler yapabiliriz…”
O gece, hep kötü bir şey olacakmış, gibime geldi. Zor uyku girdi gözlerime. Sabahleyin babamı yine pek neşesiz gördüm. Hayvanlara sabah sabah yiyecek verdi. Arabanın somunlarını gevşetip dingilleri yağladı. Evden eski bir kilim, bir de pösteki aldı, arabanın tahta döşemesine serdi. Bana, hadi sen de giyin, dedi. Bugün İliya’nın karısını kasabaya götüreceğiz. Başka zamanlar kasabaya gitmeye o kadar meraklı olduğum halde gidip isteksiz isteksiz giyindim. Babam arabayı koşmuştu bile. Biraz sonra yine o güzel elbisesiyle Eleni bizim kapıya doğru geldi. Başında bir eşarp vardı. Başı öne eğikti hep. Ağlamaktan gözleri şişmiş, kızarmıştı. Bizi görünce gözlerinden yine yaşlar boşandı. Sessiz. Hiç bir şey diyemedik Eleni’ye. Ne babam, ne de ben. Öyle sustuk hep. Ne diyebilirdik ki… Eleni arabaya bindi, kilimin üstüne oturdu. Babam öne, pöstekinin üstüne. Ben babamın yanına geçtim. Ara sıra Eleni’den yana bakmak istiyordum. Onun bakışları yerdeydi hep. Kilimin üstündeki şekillere bakıyor gibiydi. Gözlerinden yaşlar akıyordu durmadan. Öyle, hiç konuşmadan vardık kasabaya. O güne kadar hiç uğramadığımız sokaklardan geçtik. Kesme taşlar döşenmişti sokaklara. Sonunda oldukça dar bir sokağa girdik. Babam arabadan indi, inekleri yedeğine aldı. Biraz ilerledikten sonra yeşil boyalı bir kapının önünde durduk. Eleni arabadan indi, elindeki bir anahtarla kapıyı açtı. Onun ardından biz de içeriye girdik. Eleni evin kapısını açar açmaz yeniden ağlamağa başladı. Babamla ikisi büyücek bir sandığı dışarı çıkarıp arabanın arka kısmına yerleştirdiler. Ara sıra gözlerim Eleni’ye kayıyordu. Onun gözlerinde yaşlar… Dolapları karıştırıyor, bazı eşyaları bir kenara ayırıyordu. Bir ara gitti, duvara asılı bir fotoğrafın karşısında durdu. O anda babam dışarıya çıkmıştı. Eleni uzun süre durdu bu fotoğrafın karşısında. Elimde olmadan Eleni’ye doğru yaklaşmıştım. Duvardaki fotoğraf, Eleni’nin gelinlik fotoğrafıydı. Yanak yanağa idiler İliya ile. Eleni, incecik, dal gibi bir kadınmış o zaman. İliya da öyle. İliya’nın boynunda bir kravat. Eleni beni yanında görünce o pamuk gibi elleriyle saçlarımı okşadı, gülümsemeğe çalıştı, sonra birden boşandı, hıçkırarak ağlamağa başladı. Onun böyle ağladığını görünce ben de dayanamadım, benim de gözlerime yaşlar doldu. Babam dışarıda, merdivenlerde öyle sessiz duruyordu. Daha sonra Eleni’nin komşularından iki Türk kadın geldi, Eleni’ye sarılıp ağlaştılar. Bir şeyler konuştular mı, konuşmadılar mı, pek hatırlamıyorum. Sonra hep birlikte bazı eşyaları arabaya taşıdılar. Ardından Eleni kapıları kilitledi. Arabaya, eşyaların arasına binip oturduk. Araba biraz ilerledikten sonra bazı kapılardan meraklı kadın başları uzandı. Kulağıma Türkçe, Rumca sesler geldi uzaktan. Türkçe söylenen şu sözleri Eleni işitmiş miydi acaba: “… Ne talihsiz kadınmış şu bizim Eleni. Kızının üzüntüsü… Şimdi de kocasından çektikleri…” Eleni durmadan gözyaşlarını kuruluyordu.
Araba dar sokaklardan geçiyor, babam kimi yerlerde inip hayvanları yularlarından çekiyordu. Bir ara toprak bir yola girdik. Az sonra, içinde tek katlı bir ev bulunan geniş bir bahçenin içine doğru ilerledik. Evin önünde yaşlı iki kadın, bir de erkek vardı. Az ötede bir dolap beygiri ağır ağır durmadan dönüyordu. O yaşlı insanların evin önünde ne yaptıklarını şimdi hatırlamıyorum. Ancak bizi görür görmez o telâşlanmalarını hiç unutamam. Önce yaşlı kadınlardan biri sesle ağlamağa başladı. Yaşlı adam ağır ağır kalktı yerinden. Arabaya doğru geldiler. Eleni arabadan indi. Yaşlı kadına sarıldı. Öyle kaldılar dakikalarca. Yaşlı adamın bir kasanın üstüne oturup başını ellerinin arasına aldığını, öyle, uzun süre kaldığını hatırlıyorum.
Sonra, gidiş o gidiş… Eleni’yi bir daha göremedim. Ara sıra kendilerinden haber alıyorduk. Kızları oldukça büyümüş, ama durumu hep aynıymış. Bir ara babam kasabadan çok sevindirici bir haberle geldi. Eleni ile İliya yeniden bir araya gelmişler. Bu habere köyde herkes sevindi. Benim sevincimse daha çok… Derken bir haber, acı bir haber geldi ardından: “Eleni ölmüş!..” Babam haberi getirdiğinde oldukça üzüntülüydü. “Yazık” dedi. “Daha çok gençti… İyi bir kadındı da… Çok yazık oldu…”
Eleni ölmüş, gitmişti artık. Olanlar olmuştu. Şimdi, onu istediğim şekilde düşünmeğe hakkım var. Onu, gözleri yaşlı tutmak istemiyorum. O yine eskisi gibi güzel. Dinç, akıllı. İnsanları seviyor. Aklında güzel şeyler. İliya ile evli. Yine bir kızları var. Rula. Güzel, sağlıklı bir kız. Nasıl da tatlı konuşuyor. Eleni’nin ağzında neşeli şarkılar. Bir yortu günü ne kadar ciddiyse, bir düğünde o kadar şen. İliya ile birlikte gezip tozuyorlar. Kızları Rula gidip boyunlarına sarılıyor. Ben sizi seviyorum, diyor. Unutun o eski günleri. Bakın, ben hasta değilim. Eleni kızını kucaklayıp kaldırıyor havaya. İliya ikisine birden sarılıyor…
Sonra bir gülüş oluyor Eleni. Tatlı bir gülüş. Gelip kulağıma fısıldıyor: “Sen ne iyisin” diyor. “Hatırlıyor musun; sen okumalısın, diyordum sana. Bak okumuşsun. Ne kadar sevindim bilsen. Annem Türkleri çok severdi. Ben de öyle…”
Ya ben Eleni, ben seni az mı seviyordum…
Ekim 1995EMEL
Onu dün gördüm. Üzüldüm. Dünyalarım karardı. Önce tanıyamadım. İyice yaklaşınca anladım Emel olduğunu. Zayıflamıştı. Bakımsız bir kadın görünümündeydi. Yaşama küs bir hali vardı. Onun bu hale gelmesinden sanki ben sorumluymuşum gibi bir suçluluk duygusuna kapıldım. Kendi kendime haksızlık ediyordum oysa. Benimki bir nevi sevileni içgüdüsel koruma duygusundan kaynaklanan bir düşünceydi. Utanarak baktım yüzüne. Solmuştu. Gözlerindeki o eski canlılığı aradım onun. Öyle, alev alev yanan, beni tatlı bir heyecanla tepeden tırnağa ürperten bakışlarını… Canlılığını, saçlarını ani bir sallayışla geriye atmalarını, çocuğu ile birlikte sekerek yürüyüşlerini…
Yaşlı bir ceviz ağacının altındaki bankın üzerine oturmuştu. Elinde yaşlı kadınların kullandığı büyükçe, siyah bir çanta vardı. Saçları rast gele taranmıştı. Belki aynaya bile bakmadan. Gözleri uzaklara bakıyordu. Hafif bir yel esiyordu. Köye sapan yolun sağına park etmiş büyük bir arabadan bozuk Türkçesi ile bir seyyar satıcının sesi ortalığı dolduruyordu. Bülent Ersoy, “… Biz ayrılamayız…” diyordu o tok sesiyle. Önümüzdeki yoldan durmadan arabalar geçip gidiyordu.
Bir ara başını kaldırdı, göz göze geldik. Bakışları eski günleri anımsattı bana yeniden. Gönlümün derinliklerinde acı bir kıpırdanış…
“Nasılsın Emel…” dedim. Sesimi duyunca birden şaşırdı. Kendine alelacele çeki düzen vermeğe çalıştı. Huzursuz bir hali vardı. Yine de belli belirsiz gülümsemeğe çalıştı.
“Kusura bakma” dedi. “Yabancı biridir, diye dikkat etmedim.” Ayağa kalktı, yanıma yaklaştı. Öyle baktı gözlerime. Dalgın…
“İyiyim…” dedi. “Sen nasılsın… Uzun süreden beri görünmüyorsun…”
“Öyle…” dedim. “İşler, sorunlar… Geçen yıllar… Böyle oluyor. Pek görüşemiyoruz.”
Ses çıkarmadı hiç. Uzaktan kendisine bir şeyler işaret eden kızına gülümsedi. Sonra, elindeki çantaya daldı gözleri.
Emel… Ona ilk vurulduğum günü anımsıyorum. I4- I5 yaşlarındaydı. Gül kokan, çiçek kokan kıpır kıpır bir kız. Alev alev yanan o gözlerini görür gibi oluyorum. Gönlümü yakan, beni tatlı sarhoşluklar içine götüren… Annesi ve ablasıyla birlikteydiler sanıyorum. Şırıl şırıl akan bir suyun içinden geçerken eteğini yukarı doğru çekmişti. Bacakları… Ne tatlı, ne güzel bacaklardı… Filmlerde, çorap reklamı yapan kızlarda görüyordum öyle güzel bacakları. Gözlerimi ondan alamıyordum bir türlü. O da bakmıştı bana. Birden bırakmıştı eteğini. Benim yaşım büyüktü. Kızdı sanmıştım önce. Oysa kızmamıştı. Yüzü al al olmuştu öyle. Bir hayli uzaklaştıktan sonra da dönüp dönüp bana bakmıştı.
İçime bir sevgi tohumu düşmüştü o gün. Bende büyüyüp gelişebilir miydi bu sevgi tohumu… Bunu pek bilemiyordum. Ama o ilk tatlı kıpırtıları hep duydum içimde. Sonra, işler, ayrılıklar, derken Emel’in erken evliliği… Gelin arabasına binerken göz göze geldik bir ara. Nasıl da dargın bakıyordu bana. Bana bunu mu yapacaktın, der gibi. Oysa benim yaptığım doğruydu. Onun çok daha iyi bir yaşama hakkı olduğuna inanıyordum.
Emel gitmiş, yeniden karşıdaki banka oturmuştu. Gözleri elindeki çantadaydı. Çevresine bakmak istemiyordu. Otobüs gelmekte gecikiyordu.
Emel, bir ara sadece benim görebileceğim biri olup yanıma sokulmuştu. Emel’in sesini duyuyordum. Ellerini ellerime bırakıyordu. “Ne olur, tut ellerimi,” diyordu. “Mutlu olmadığımı biliyorsun. Evliliğimin ilk günlerinde mutlu olduğumu sanıyordum. Kocam, yani Halit, beni alıp istediğim yerleri gezdiriyordu. Birlikte denize gidiyorduk. Denizde eğlenip oynuyorduk. Kumlar üstünde koşuyorduk çocuklar gibi. Kafeteryaya gidip dondurma yiyorduk. Uzakta, denizin üstünde martılar uçuşuyordu. Oradaki kadınların en mutlusu olarak kendimi görüyordum. Kocam başkalarının göremeyecekleri bir yerde gizlice öpüyordu beni. Kızıyormuş gibi yapıyordum ama onun bu hareketi hoşuma gidiyordu. Akşamları bahçedeki çiçekleri birlikte suluyorduk… Bir karanfil koparıp saçıma iliştiriyordu. Sonra eğilip yanağıma bir öpücük konduruyordu. Boyuna bosuna bakıp seninle karşılaştırıyordum onu. Kot bir pantolon, lacivert bir gemici bluzu giyiyordu. Kolları güçlüydü. Saçları seninkiler gibi seyrek değildi. İyi ki bununla evlenmişim, diye geçiriyordum içimden. Ne yalan söyleyeyim, Seni de unutmak istiyordum. Unutursam, daha da mutlu olacağımı sanıyordum.”
Emel, gölgede, bankta oturuyordu. Otobüs gelmekte gecikiyordu. Emel sık sık saatine bakıyordu. Sesinde sıkıntılı bir hal vardı.
“Bu otobüs de kimi zaman böyle gecikiyor…”
“Öyle oluyor bazen…” dedim. Sesim titriyordu. Alıp uzaklara götürmek istiyordum kendimi. Emel uçarak yanıma geliyordu. Ürkek bir kuş… Onun ellerini tutuyordum. Gözlerinde yaşlar… Durmadan anlatıyordu. Biliyorsun; kocam gemilere gitmişti. Dönüşünde küçük bir taverna açmıştı deniz kıyısında. İki çocuğumu düşünüyordum hep. Onların geleceğini düşünerek durmadan çalıştım. Bütün gece bulaşık yıkadım. Gündüzleri masaları sildim, müşterilere meze taşıdım. Ölesiye yoruluyordum. Beni daha çok yoran kocamın ilgisizliğiydi. Oraya gelenlerin çoğu, genç çiftlerdi. Ben büfenin ardında uykusuzluktan yıkılacak haldeyken onlar yiyip içiyor, gülüp şakalaşıyorlardı. Aşikâr öpüşenler de vardı içlerinde… Sen de biliyorsun bunları. Sen de çok kez geldin tavernaya. Hangi maksatla geldiğini bilmeyi ne kadar isterdim… Uzak bir köşeye oturuyordun yalnız… Arada bana doğru kayıyordu bakışların. O an seni düşünüyordum. Bambaşka duygular gelişiyordu içimde. Kendi kendime kızıyordum. Aptallaşıyordum bir yerde. Her şeyleri bir kenara itip kendimi senin kucağına atmak istiyordum. Ne düşüncesizlik… Kocam senden hoşlanmıyordu. Başka masalara şunu-bunu götürmeme ses çıkarmıyordu da senin masana yaklaşmamı istemiyordu. Aslında, bunu ben de istemiyordum. Neden bilmem; seni uzaktan görmeyi yeğliyordum. Daha huzurlu oluyordum böyle. Orada yapabileceğim şey, senin sevdiğin plakları koymaktı. Sen de seziyordun bunu. Şarkıyı dinlerken mutlu mutlu gülümserdin. Senin o gülümsemelerin, benim mutsuzluklarla dolu anlarıma biraz olsun mutluluk katardı…”
Uzaktan, seyyar satıcının sesi geliyordu. Emel ağır adımlarla gidip geliyordu. Sık sık saatine bakıyordu.
“Ne oldu,” dedim. “Halit gemilerden dönmedi mi daha?”
“Hayır,” dedi Emel. Uzakta, arkadaşlarıyla şakalaşan kızına doğru baktı. “Hayır, gelmedi. Senede bir kez gelir en çok…”
Bir kuş oldu Emel, yeniden sokuldu yanıma. “Bak,” dedi. “Bunları sana söylüyorum böyle açık. Artık onun gemilerden gelip gelmemesi beni pek ilgilendirmiyor. Belki duymuşsundur. Bir ara az daha boşanıyorduk. Haksız mıyım? Ben onun gemilerde neler yaptığını bilmiyor muyum? Biliyorum. Kendi anlatıyor zaten. Hadi, erkektir, dedik; olur bu kadar dedik… Ama onun yaptıkları… Gemilerdeki fahişelerle yan yana, dudak dudağa çektirdiği fotoğraflar… Asıl canımı sıkan, benim varlığımı yadsıyan bir tutumla o fotoğrafları yanına alıp bana göstermesi. Sanki bir şey olmamış, bir şey yokmuş gibi. En ağırıma giden de bu oldu. Bütün bu olanlar yetmiyormuş gibi, Brezilya’dan, Arjantin’den gelen mektuplar yabancı dille. Mektupların altında imza yerine boyalı kadın dudak izleri olmasa bir şey anlamam mümkün değil. İşte bütün bunlar… Sonra uykularım kaçtı. Ölmek istedim hep. Doktorlara taşındık durduk. Haplar… Uyku… Sersemlik… Sonunda ben kötü oldum yine. O, sinir hastası bir kadınla ömür geçirmek istemezmiş… Anlıyor musun, o haliyle şimdi de beni istemediğini söylüyor.
Köye giden yola bir seyyar satıcı daha sapmıştı. Bir kuş gelip karşıdaki ceviz ağacına kondu. Uzaktan bir şarkı duyuldu. Emel başını daldaki kuşa doğru çevirdi.
“Bu saatte nereye gidiyorsunuz böyle…” dedim. Kendine biraz daha çeki düzen vermeğe çalıştı.
“Anam hastaymış biraz… O yüzden apar topar düştük yollara. Üstümüzde başımızda ne varsa… Onlarla… Kızını gösterdi. “Anneannesini öyle sever ki… Giyinmeme bile müsaade etmedi.” “Kızınız büyümüş, güzelleşmiş” dedim.
Başını yere eğdi.”İnsanın kısmeti güzel olsun.” dedi.
ESKİ MAHALLEMİZ
Mahallemizin unutamadığım kişilerinden biri, hiç kuşkusuz, Çoban Hüseyin’in karısı Makbule Teyze’ydi… Yanakları pembe, gözlerinin içi durmadan gülen tombulca bir kadın… Yolun camiye doğru kıvrıldığı genişçe bir alanda eski kiremitli, tek kat bir evleri vardı. Oldukça geniş bir de bahçeleri… Bahçede türlü türlü çiçekler… Ayrıca eski kovalar içine ekilmiş sardunyalar, karanfiller de vardı. Biz çocuklar, o geniş alanda top koştururken Makbule Teyze, karşıki kuyudan durmadan su çeker, çok sevdiği çiçeklerini sulardı… Hatırlıyorum; kimi kez elinde boş bir yağ, ya da gaz şişesi olduğu halde kapıya çıkar, o kadar çocuk arasından bana seslenirdi. “Mehmet, al şu yumurtaları da git, şişeye biraz yağ koysun bakkal Nuri Ağa” derdi. Oyunun en tatlı anları olmasına karşın, Makbule Teyze’yi bir türlü kıramazdım… O kadar çocuk arasından beni yeğlemesi hoşuma giderdi… Kimi kez, oyunun öyle tatlı bir anında seslenirdi ki… Aceleyle yanına koşar, kendisine, biraz sonra gidebileceğimi söylerdim… O, saçlarımı okşar, yumuşak bir sesle, “Oldu” derdi. “Ama sakın unutma… Sonra Makbule Teyze’n olmam bak…” Kimi kez beni elimdeki yağ şişesiyle gören ablam kızar, “Seni gidi hınzır seni” derdi. “Biz bir yere göndersek katiyen gitmezsin…” Orada bulunan ablamın kız arkadaşları ablamın bu sözlerine kıkır kıkır gülerlerdi.
Makbule Teyze’yi hep şık, hep gülen bir kadın olarak hatırlarım. Öyle kalmış belleğimde… Gerek bizim evde, gerekse ailece misafirliğe gittiğimiz komşu evlerde olsun, Makbule Teyze’den sık sık söz edilirdi… Öyle, net bir şey anlamazdım söylenenlerden… Ama onu kötülemek istediklerini anlar gibi oluyordum… Gene de bir hıdrellez gününde gölle pişirmek için onu çağırmaları, gelin kınalarken gelin ağlatma türküsünü ona söyletmeleri beni oldukça şaşırtırdı. Hıdrellez günlerinde Makbule Teyze, o tertemiz feracesi, siyah damgalı beziyle gelir, ilk önce kazanı yerleştirecek bir ocaklık kurardı. Kendisine yardım ederken onun sessizce şarkılar mırıldandığını duyardım. Gölle pişince ortaya konulan bir “masafın” etrafına oturur, kaşık dolusu gölle yerdik. Salıncak kurulurdu cevizin en sağlam bir dalına. Kızlar, kendilerini hep Makbule Teyze’ye sallatırlardı. Çünkü sallama işi ayrı bir beceri isterdi. Kızları sallarken Makbule Teyze’nin feracesinin önü açılır, bembeyaz boynu, altta da gül desenli entarisi görünürdü. Ama o, hemen kapatırdı feracenin önünü, yüzünde utansak bir gülümseme dolaşırdı… Kimi kez beni çağırır, “Gel bakalım, seni de sallayayım. Hep kızlar sallanacak değiller ya; erkekler de sallansın biraz.” derdi. Aslında salıncakta sallanmaktan korkuyordum; ama bu çağrıya bir türlü de hayır, diyemiyordum… Gidip oturuyordum salıncağa. Korkularım dağılıp gidiyordu. Makbule Teyze o an gözlerimde büyür giderdi…
Evimizin tam karşısında Yunus Dayılar otururdu. Davlumbazlı, önleri kafesli büyük bir hanayları vardı. Bahçenin günbatısında da geniş bir tütün saçakları vardı… Öreçe arabası çıkmaz sokağın içinde dururdu hep. Döven ve yuvgu taşı çifte kapıların iç tarafındaydı.
Tam, beş kızı vardı Yunus Dayı’nın. Sokağa açılan hanay pencerelerinden çoğu kez hafif darbuka ve türkü sesleri gelirdi. Yaz gelir, Yunus Dayı’nın haremine bağ bozanlar dolusu tütün taşınırdı… Serin saçağın altına dökülürdü sarı kehribar gibi tütünler… Komşu kızlar da çoğu kez kendi tütünlerini orada dizerlerdi. Neydi o gülüşler, cümbüşler… Yunus Dayı’nın evde olmadığı günler eski gramofonu iki kız hanaydan indirir, tütün dizilen yere, en küçük kızın yanına yerleştirirlerdi. Küçük kız hemen kalkar, plâkları getirirdi. Plâk özenle yerleştirilir, hafif bir cızırtıdan sonra biraz keskin, ama oldukça tatlı bir kadın sesi duyulurdu…” Yanıyor mu yeşil köşkün lambası yâr…” Nesibe hala sabahları erken kalkar, kuşluk vaktine kadar yayık döverdi. Bir de sık sık fırın kızdırırdı. Has undan yapılmış taze ekmek kokusu iştahımızı açardı… Birazdan, Nesibe hala, üzerlerine tereyağı sürülmüş taze, sıcacık ekmek dilimleri ile yanımıza gelirdi. “Alın, kızanım,” derdi. “Taze, sıcacık…”
Büyük kızın adı Cahide’ydi. O aileden aklımda kalan, en ön sıralarda yer alan bir ad… Uzun boylu, siyah saçlı, güzel, zeki bakışlı gözleri olan bir kız… En çok onu severdim kızların içinde, en çok da ondan utanırdım. Onların saçağında tütün dizen ablamı bir iş için çağırmağa gittiğimde onun zeki, aynı zamanda sevecen bakışlarıyla karşılaşırdım. Ablam, kendisini herhangi bir iş için çağıracağımı anladığı için bana döner, “Ne var gene!” diye sertçe çıkışırdı. “Hiç rahat bırakmayacak mısın beni…” Cahide Abla araya girerdi hemen. Gülümseyerek, “Yooo,” derdi. “Ona öyle sert davranamazsın. O benim yavuklum…” Utancımdan kıpkırmızı olurdum. Yine de Cahide Abla’nın bu sözleri oldukça hoşuma giderdi.
Kış geceleri, geç saatlere kadar pastal yapılırdı. Kimi geceler, omuzlarına asılı tavlı sırıklarla Yunus Dayı’nın beş kızı bizim avluda bitiverirlerdi. Haremde sesler… Gülmeler… Doğruca, mutfağın bitişiğindeki pastal odasına geçirirdi ablam onları. Babam bir köşede tonga ile uğraşırdı. Sarma sigarası her zaman ağzında… Onların rahatça yerleşebilmeleri için babam, yerden öteberiyi toplamaya çalışırdı. Bir yandan da kendilerine iyilik-hoşluk sorardı. Bu arada Cahide’nin şaka dolu sesi işitilirdi. “Hadi bakalım Lâtif Ağa, bu oda bu akşam ancak bize kadar. Babam biraz önce çıktı kahveye. Lâtif Ağa’na söyle, kahveye çıkarsa, kendisine okkalı bir kahve ısmarlarım, diye selâm söyledi. Tongayı, göbeli de merak etme. Onları biz yaparız.” Kırlaşmış bıyıkları gülerdi babamın. Usul usul yerinden kalkardı. İçerde gülüş… Cümbüş… Ben, mutfak kapısının ardındaki kilimin üstünde yüzükoyun uzanmış halde okul ödevlerimi hazırlardım. Kendi aralarında neler anlatırlardı, neler konuşurlardı; hatırlamıyorum. Kimi geceler tavlı sırıklar erken biter, kendi aralarında çeşitli oyunlar oynarlardı. Bazen de bir darbuka alırlardı komşu kızların birinden… Darbukayı en küçük kız çalardı. Kimi geceler Cahide’nin sesi gelirdi kulağıma… “Hani benim yavuklum…” derdi. “Ortalıkta görünmüyor. Özledim kendisini…” İçime bir sıkıntı düşerdi. Korku ile sevinç arası bir sıkıntı… Birazdan yanıma gelirdi Cahide Abla. Ağır ağır yanıma uzanırdı. Bir avucunu çenesine dayar, yazdığım yazılara bakardı. İçerdekilerin duyabileceği bir tonla konuşurdu. “Ah, ne güzel, ne güzel… Gelin de görün bak. Benim yavuklum ne güzel şeyler yapıyor” derdi. Aslında, onun, yanıma gelip uzanması, saçlarının, yüzünün yüzüme değmesi hoşuma giderdi. Tatlı bir rahatsızlıktı duyduğum. Ama aramızdaki bu dostluğu ciddiye almaz bir tavırla dışarıya, başkalarına açması hiç hoşuma gitmezdi. Kendisini incitmeyecek şekilde iterdim yanımdan. Sesim çıkmazdı hiç. Sanki dilim tutulurdu. O gülerdi… “Ayıp,” derdi. “İnsan sevgilisini iter mi… Hadi gel barışalım…” Kollarıyla sarardı beni, iyice göğsüne bastırırdı. Yumuşak göğüslerinin sıcaklığının tenime işlediğini duyardım. Yüzümü örten saçlarının kokusu beni tatlı, büyülü dünyalara götürürdü. Korkar mıydım?.. Belki evet, belki hayır… Çünkü onun kollarının arasından kurtulmak için çaba göstermezdim… Sinirlenir, ağlardım sadece… O, “Aşkolsun…” derdi. “Biz kendisini sevelim; o bize böyle davransın…” Sonra gülerek yandaki odaya geçerdi. “Çocuğu dersten de alıyoruz ya…” derdi. “Hoşuma gidiyor işte… Öyle, konuşmaması, büyük delikanlılar gibi utanması…”
Sonra, aradan yıllar geçti. Aralıklı yıllarla Yunus Dayı’nın evlerinin önüne üstleri örtülü alay arabaları geldi. Helvacılar, yeni, atlas feraceli kadınlara kozlu helva sattılar. Kastor potinli çocuklar mantar tabancalarını patlattılar. Davullar, zurnalar çalındı. Sofralar dolusu yemekler verildi. Genç kadınlar ve kızlar halaylar çektiler. Çeyiz arabalarına çeyizler yüklendi. Yunus Dayı’nın kızları gelinlikler içinde alay arabalarına bindiler. Arabaların ardından taslarla pirinçli sular atıldı. Küçük kızlarının dışında, ev boşaldı. O türküler, o gülüşler de… Çocuk gönlüm uzun süre bu acı boşluğun etkisinden kurtulamadı. Hele o, Cahide Abla’nın alay arabasına binmezden önceki el öpme, öptürme saati… O anın acısı, bugün bile içimde depreşmeye hazır… Helvacının yanında annem gelip bulmuştu beni. “Hadi” demişti. “Artık Cahide ablan gidiyor. Gidip elini öpmeyecek misin?” Birden sarsılmıştım… Korkularım, utanmalarım uçup gitmişti üstümden… Sadece ağır bir üzüntü yüklüydüm. Gittim. Hanayın altında küçük bir odada ayaktaydı Cahide Abla. Sırtında gelinliği… Başında beyaz bir duvak vardı. Gözleri şişmişti ağlamaktan… Yanında kadınlar vardı. Kendisine el öptüren kimi yaşlı adamlar… Bir ara göz göze geldik kendisiyle. Gözlerine yaşlar doldu yeniden. Oradan kaçmak geçti içimden. Sonra, ağır ağır yanına gittim. Bana elini uzattı. Güçlükle gülümsemeye çalıştı. Başımı okşadı… Birden boşandım. Beni kollarının arasına aldı. O da ağlıyordu. Hıçkırıklar arasında, “Oldu mu ya…” diyordu. “Erkekler ağlar mı? Ağlama… Ben yine geleceğim…” O gün, geç saatlere kadar ağlamalarım durmamıştı. Ablam, ikide bir başıma dikilir, “Hınzır,” derdi. “Ben giderken katiyen bu kadar ağlamazsın!..”