
Полная версия:
Baş
“Şu ceket, düzgün fiziği olan Kazak adetine göre Kayıp isminin ilk hecesine “eke” ekleyerek kendisine çok yakın gösterirken Ikas karısına,
“Kayeken’in tam üzerine göre.”
Takmalı çıkartmalı yakası olan beyaz gömlek ile ateş kırmızısı kravat da ne güzel yakışmış birbirine. “Kaşkariya, her şeyin en iyisini biliyorsun sen.” dedi Ikas, hanımını övgülere boğuyordu. Karısı da ona “Ik” diye hitap edip samimiyetini göstererek,
“Ik”, gelsene. Şu karısının parmağına takacağın pırlanta yüzük konusunda şüphelerim var.”
“Sen hep şüphe içindesindir zaten. Taşı sahte diye beni mi suçlamak istiyorsun? Söyle bakayım?”
Orta boylu, biraz kilolu olmasına rağmen derli toplu vücuda sahip güzel kadın, kocasına sinirlenivermişti bir anda.
“Hayır, hayır! Öyle demek istemedim. Sadece o Kayeken’in hanımı Düriye’nin parmakları kısa ve tombul ya… Bu yüzük onun parmağına olacak mı, bilmiyorum ben sadece.”
“Olmazsa sabun diye bir şey var. Köpürtüp köpürtüp pat diye takıveririz. Gerisini kendi düşünsün.”
“Haa bu arada, dönüşümde genç bir iş adamıyla yolculuk yaptık. Dubai’den daire satın almış. Üstelik de bekârmış. ‘Yetişkin, söğüt ağacı gibi nazik, incecik, güzel mi güzel bir kızım var.’ demiştim ki, ‘Тeyzeciğim’ diyerek üstüme düşmeye başladı. Telefon numarasını aldım. Eve gelsin, yemek yesin. Tanısın, bilsin…”
“İş adamı? Anne, neden boşuna yoruluyorsunuz? Onlar para kazanmanın yolunu bilseler de kalbe yol bulamazlar.” diyen Ayım giyinmeye başladı. “Baba, affedersiniz. Ben misafirlerle beraber olamayacağım. Çok önemli bir randevum var.”
Ayım’ın bu sözleri Ikas’ı oldukça üzmüştü.
“Yakında tez savunması olan kızımıza bak hanım. Bilim kadını olcak diye elimizden geldiğince çabalıyoruz. O ise danışmanına hürmet göstermekten bile kaçınıyor. Bu nasıl oluyor?”
–Hey, kafasız! Bunun savunmak üzere olduğu konu neydi? Şu, Mahambet’in şeyi mi?”
“Şiirleri…”
“Mahambet Şiirlerindeki Azimli Ruh.” dedi anne, babasını düzeltip. Sonra öfkesini kızına yöneltti. “Şuracıktan çıkmayı dene hele bir… Ruhunla beraber…” kadın, parke zemini sivri topuklarıyla tekmeliyordu.
“Bu da ne demek oluyor yani!”
“Tamam, tamam. Tez konunla ilgili danışacağın bir randevu ise git.” demişti Ikas isteksizce. “Kayıp’a uygun bir dille açıklarız elbette bir şekilde. Arşiv tozunu yutmakta deriz. O da sevinir muhakkak. Sadece gecikme!”
* * *İşte o gün Noel, Dauren ve Ayım, üçü başbaşa dağ vadisinde buluştular. Doya doya dertleştiler. Vadi, katmer katmer taşlardan üçgen şeklini almıştı. Etekleri kayın ve çam ağaçlarıyla dolu, cennet gibi bir yerdi. Yiyecek ve içecekleri yanlarındaydı. Dağ taş gezerek temiz hava alıyor, şehirlilerin aç gözlü bakışlarından uzakta sohbet ediyorlardı. Ayım, omuzuna astığı sırt çantasını açtı. Meydanın ortasındaki sandık taşın üzerine gazete serdi. Acı tatlı bütün yiyeceklerini çıkardı, güzelce dizdi. Tadı damağında kalacak olan Fransız şarabını da unutmamıştı. İnce belli üç kadeh de sofraya yerleşiverdi. Cesur ve özgür yetişmiş orta boylu, ağırbaşlı genç kız, çok hareketliydi. Etrafındaki dünyayı yel değirmeni gibi evirip çevirmekteydi.
“Noel ağabey, Dauren, haydi yaklaşın. Önce bir şeyler yiyelim. Daha sonra sohbet ederiz.”
“O zaman ilk kadehi, böyle harika tabiatın ortasında, bizlere güzel bir akşam yaşatan Ayım’cığımızın hürmetine kaldıralım.”
“Olur!”
“Ne kadar lezzetliymiş.” diyen Dauren, bir böreği parçalamaya çalışıyordu.
“Hey kardeşim, etrafında börekten daha tatlı şeyler de var.” Kızın gülüşü, yanlarındaki bulağın sesiyle karışıyor, hoş bir sedaya dönüşüyordu.
“Ayım’cığım,” demişti Noel biraz karnını doyurunca. “İyi niyetin için teşekkür ederiz. Mahambet şiirlerini araştırdığını, tezini savunmak üzere olduğunu duydum. O yüzden Dauren’den seni tanıştırmasını rica ettim. Zaman ayırıp geldiğin için çok mutlu oldum.”
Noel’in düz burunlu, açık tenli, yakışıklı yüzü kızarmıştı. Aslında çoktandır gözükmeyen, belirsiz bir keyif hali tekrar yüzüne hakim olmuştu.
“Savunmalısın diye beni rahat bırakmayan annem ile babam. Bir de danışmanım Kayıp ağabey.” dedi. Orta boylu, ağırbaşlı genç kız, “boş verin onları” dercesine elini sallayıverdi.
“Ayım tezini savunmak istiyor fakat herhangi yeni bir şey ortaya koyamadığı için mutsuz. Bu durumdan utandığı için tezi savunmaya da pek yanaşmıyor.”
Dauren’in bu sözlerini Ayım da kafasını sallayarak doğruladı. “Ağabey, ben de hep sizi görmek istiyordum. Kafamda cevap bekleyen birçok soru var. Kusura bakmasın diye düşünüyorum.” “Elbette sorabilirsin. Cevaplarım seni tatmin edecekse neden olmasın?”
“O zaman, Kazaklar için yaptığınız onca güzel çalışmanın neden karşılığı yok? Neden herkes sizden kaçıyor? Hangi suçunuz için memleketten uzaklaştırmak istiyorlar? Bizim huzurumuzu kaçıran da bunlar. En azından Dauren ile ikimize anlatın. Bilelim, gönlümüze saklayalım.”
Düşüncelere dalan Noel’in yüzü tekrar solgunlaşmıştı. Dağ tepelerine doğru uzanan çam ağaçlarını tek tek sayar gibi zirvelere doğru göz gezdirdi. Islık çalarak derin bir of çekti.
“Anlatayım. İkinizden başka güvenebileceğim kimsem kalmadı.” dedi daha sonra. “Bütün azabın başı, Saka kurganı, gümüş kâse ve oradaki çivi yazısından dolayı başladı.”
“Ben de senin gibi olmuştum.” diyen Dauren, bir şeyler mırıldanmaya başladı.
“Evet, öyle. Gerçekten, ben arkeolog değilim. O zaman benim günâhım nedir? Bulduğum ganimeti saklamalı mıydım? Her şeyi başlatan kendi akrabalarım. Her yerde beni kötülediler. Huzurumu kaçırdılar. Hatta hırsız, düzenbaz diye küfürler yağdırdılar. Gerasimov olmasaydı…”
“Ah, benim de öyle bir hocam olsa keşke.” dedi Ayım da heyecanlanarak.
“Büyük şahsiyettir! Uluslararası İlmî Konferanslarda ‘Kâsedeki yazılar kutsaldır. Hatta meçhul bir duadan bir parçadır. Belki de devamı başka kâselere yazılmıştır. Onları bulmadan bizler bu felsefî düşüncenin tam olarak anlamını çözemeyiz.’ diyerek söylentilere son vermeye çalışmıştı.”
“Arasak ya. İkinci gümüş kâse hangi kurgandadır acaba?”
Noel, omuzunu bükerek epey oturdu.
“Bilmiyorum.” dedi, daha sonra kuşkulu bir sesle; “Fakat yüreğim hissediyor. o Kazak topraklarında değil. Dünyanın neresinde gömülü olduğu belirsiz. Amerika’da mı, Meksika’da mı, Peru’da mı? Kim bilir?”
“Bundan sonra kurgan kazacak olursanız bizi de götürün.”
“Yanınızda olalım. Yükünüzü paylaşalım. Kürek, küskü taşıyalım.”
“Teşekkür ederim. Nasip olursa. Fakat artık Kazakistan topraklarına kürek vurmayacağım galiba.”
“Darıldınız, normal.”
“Dargınlıklar içime sığar ama kardeş dediğin bir türlü sığmak bilmiyor. Bu ise uzun hikâye. Sonunda bir kitap yazacağım. İşte, o zaman anlarsınız. En acısı da Karoy arkada kaldı. Bizleri umutlu gözlerle yolcu eden Kurak ihtiyar… Beni âdeta melek gibi koruyan Alimcan ağabey… Ne yapayım, nasipsizlik!”
“Kurak dedenin yanında büyümüştüm.” dedi Dauren sohbeti sürdürerek. “Sizleri karşılayan o ihtiyar değil mi?”
“Evet, Kureken olmazsa bu Kazaklar’ın eli boş kalırdı.” diye Kurakeke sözlerini Kureke diye kısaltıverdi.
“O gidişinizde kurukafasını Almatı’ya alıp getirdiniz mi?” diye sordu Ayım gözleri dolarak.
“Evet, alıp döndüm.”
“Heykelini yapmak ne kadar sürdü?” diyen Dauren biraz şarap doldurdu.
“Topu topu beş altı sene.”
Noel sigarasını yakmıştı. Düşüncelere dalmış, sigara dumanını havalara üflüyordu.
“Ozanın cesur ve saf bakışlarını, dışarıya yansıyan hiddetli gücünü, hepsini yüz defa, tekrar tekrar yaptım. Sonunda tamamladım. İddaya girerim ki Mahambet yaşarken yüzü tam da benim yaptığım heykeldeki gibiydi. Rabbim can üfleyecek olsaydı konuşmaya bile başlardı.”
“Sonraki nesiller size çok şey borçlu.”
“Bilmiyorum. Güvenim yok. En azından ‘Ulu ozanın yüz şekli böyle miymiş?’ diye merak eden, şaşıran, benimseyen bir kişiyi görseydim keşke. Bütün iş birer poster çıkarmakla sona erdi. Gerekli yerlere teslim ettikten sonra heykel yapamadım. Akıllarda kalacak küçücük bir makale bile yazılmadı.”
“Yakında Moskova’ya gitmeyi düşünüyorsunuz.”
“Kurukafasını kime bırakacaksınız ağabey?”
“Bilmiyorum.” dedi Noel ikisine bakarak. “Kurak ihtiyara mektup yazmıştım, haber gelmedi. Alimcan ağabey ise vefat etti. Çok iyi birisiydi. Kendi ellerimle götürüp Karoy’daki mezarına gömsem, düzenbaz birileri çalıp götürür diye korkuyorum. Olay üstüne olay çıkartmak isteyenler az mıdır? Vilayetin kültürlü ve bilgili yöneticisi de görevden alınmış. Yerine gelen kimse anlayışsız biri. ‘Mezar karıştır diyen ben değildim. Uzak dur. Mahambet’in kurukafası olmadan da işimiz başımızdan aşkın zaten.’ diye, yanına yaklaştırmıyor.”
“Ayıp etmiş.”
“Bir halk değil miyiz?”
“Ailem Moskova’da. Yeni proje hazırlayan Gerasimov ise gel de gel diye sayıklıyor. Bundan sonra durup bekleyecek halim yok. Bizim durum böyle, arkadaşlar. Karanlık çöktü. Hava serinledi. Şehre dönelim.”
* * *Akşamleyin dairesine girer girmez telefon çalmaya başlamıştı. Venera’ydı.
“Hocan acele ettiriyor. Yurt dışına gideceğin zaman yaklaştı. Çabuk dönsün diyor.”
“Ulu şahsın başı…”
“Aman, bu baştan çekeceğimizi çektik ya.”
“Moskova’ya getirsem nasıl olur?”
“Tek odalı daireye mi? Yine sarılıp yatmayı mı düşünüyorsun?”
“Şimdi…”
“Bunca emeğine karşılık kucak dolusu para veya ödül mü aldın sanki? Ne işine yaradı? Fırlatıver bir kenara!”
Sabahleyin omuzuna eskimiş deri çantasını astı, Kültür ve Bilim Bakanlığı’nın halkla görüş gününe gitti. Sırası gelince büyük odanın içinde epey yürüyerek bakanın pamuk gibi yumuşacık ellerini tuttu. Resmî olarak hal hatır soruldu.
“İş istemeye gelmişsinizdir. Bakanlıkta şu aralar boş bir kadro yok.” dedi kabarık alınlı bakan, kara burnunu sağ yanına doğru çekerek. “Hatta kimi aratsanız da yardımcı olamayacağım.”
“Hayır, ben sizden iş istemiyorum.” dedi Noel, soğuk bir şekilde. “Mahambet Ötemisov hakkında, danışmak istemiştim.”
“Mahambet?” dedi bakan kabarık alnını kırıştırarak. “Haa, şu şey mi ya?”
“Gerçekten bilmiyor musunuz?”
“Hangi bakanlıkta çalışıyordu? Ne lazımmış ona?”
“Siz lafı dolaştırmayın!” dedi Noel direkt lafını keserek. “Ben Kazak halkının ulu ozanından bahsediyorum.”
“Onun benimle ne ilgisi var?” diyen bakan, koltuğundan fırlayıverdi. “Niye bu kadar sinirleniyorsunuz?”
Noel eskimiş deri çantasının ağzını açtı. Bakanın tam önüne ozanın sertleşmiş kurukafasını koyuverdi.
“İşte, sizin bakanlık personeli sandığınız Mahambet. Bir şiirini bile okumamışsınız meğerse.”
Kurukafayı görür görmez korkuya kapılan bakan, ne yapacağını şaşırdı. Bir an yardımcısını veya korumalarını çağırmak istedi. Fakat bu düşüncesinden çabuk vazgeçti.
“Ne istiyorsunuz söyleyin?”
“Ben antropolog Şayahmetov’um. Mahambet’in baş kemiklerinin üzerine gerekli malzemeyi yerleştirerek yaşadığı zamanlardaki gibi yüzünü düzenleyip ortaya çıkardım.”
“Çok teşekkür ederim.”
“Teşekkür için değil.”
“Para lazımdır o zaman? Söyleyin, ne kadar?”
“Rica ederim, bir dinleyin. Ortaya çıkarılan heykeli gerekli kuruma teslim edip Moskova’ya döneceğim. Tek istediğim, Mahambet’in başına sahip çıkmanız.”
Koltuğuna tekrar yerleşen bakan, kendisine bakmakta olan baştan gözlerini kaçırdı. Yan dönüp telefonu eline aldı ve numaraları tuşlamaya başladı.
“Alo, Baymahan’la mı görüşüyorum?” dedi yüksek sesle. “Benim yanımda Şayahmetov oturuyor. Antropolog. Evet, o. Bana ozanın başını getirmiş. Sluşay (dinle), bakanlık, siyasi kurumdur. Herkesin başını toplayacak Panteon değildir. Anlaşıldı mı? Ötemisov’un şiirlerini tarihi belgelerle araştırıp kitap yazanlar siz değil misiniz? Davai (haydi), şimdi sana Şayahmetov gelecek. Kafayı torbasıyla birlikte kabul et. Göze görünmeyen gizli bir yere koyuver. Ekmek aş istemiyor ya. Hizmet de talep ettiği yok.”
Bakan telefonu pat diye kapattı. Yüzü kızarmıştı, burnunu sağa doğru güzelce bir çekti. Sinirlenince konuşmasına Rusça kelimeler katan yine Rusça:
“Davai (haydi) dedi. Gidiniz. Yolunuz açık olsun. Hoşçakalın!”
Eskimiş deri çantasını omuzuna aldı, akademinin Tarih ve Etnoloji Enstitüsü’ne de ulaştı. Çalışanların genci yaşlısı, hepsi koridorda ileri geri dolaşıp duruyordu. Müdürü sordu.
“Baymahan bey meclis salonunda. Bir delikanlı, ‘Mahambet Şiirlerindeki Tarihsel Veriler’ adlı konuda doktorasını savunuyor. Danışmanı, müdürün kendisidir. Şimdilik çıkmaz. Bekleyiniz.” dedi saçlarını geriye doğru taramış olan sekreter kız.
“Bakan aramıştı. Bu konuda size bir şey söylemedi mi?”
“Mahambet’in başı mı dedi?… Ne dedi? Öyle bir şeyler söyleyerek sinirlendi, çıkıp gitti. Anlaşılan konu sizinle alakalı. Demek sizmişsiniz, sabah sabah bakanı rahatsız edip müdürün sinirlerini bozan?”
Öğleden sonra doktora savunması başarılı bir şekilde sona ermişti. Herkes meclis salonundan topluca çıktı. Koyunların başındaki erkek keçi gibi gelmekte olan Baymahan’ın suratı, Noel’i görür görmez asılıverdi.
“Hey Noel!” dedi yüksek sesle, kalın kaşlarını çatarak. “Sen de kene gibi yapışkan bir şeymişsin be. Ben de bu sabah bakana telefon açmıştım. ‘Biz sadece tarihi meselelerle ilgileniyoruz. Şayahmetov, bu ricasıyla Tarihi ve Kültürel Anıtları Koruma Kurumu’na gitse daha iyi olur. Başkanı, Ikas’tır. Feraset sahibidir, başın değerini ondan daha iyi bilecek kimse yoktur.’ demiştim. Bakanımız yeni atanmasına rağmen bilgili bir siyasetçidir. Hemen anladı, razı oldu. Yavrucuğum, sen oraya git! Haa, yolun açık olsun bu arada!”
Ikas yerindeydi. Onu hoş karşıladı.
“Yavrum, hayırlısı olsun! Onca yıl Kazak halkı için emek verdin. Bu sebeple senin için bu kurum adına başarı belgesi hazırladım. İşte, şu…” diyerek kasadan çocuk bezi gibi sarı bir kağıt çıkarıverdi. “Senden memnunuz. Moskova’ya böyle bir belgeyle dönmen de senin için iyi olur. Dost var, düşman var derler ya…”
“İyi niyetiniz için teşekkür ederim. Teşekkür belgelerine ihtiyacım yok. Hemen halletmemiz gereken işler var.”
“Söyle.”
Eskimiş deri çantasının ağzını açtı, başı çıkardı, Ikas’ın masasına koydu.
“Estağfirullah, aman Allah’ım! Bu ne böyle? Kaldır, koy çantana!”
“Ikas Bey, baştan niye korktunuz? Dikkatlice bakar mısınız? Dört beş dişi düşmüş. Şakağında, ensesinde tam üç kılıç izi var. İşte, bir, iki…”
Korkuya kapılan Ikas, masayı geçerek kaçtı.
“Bırak, lanet olasıca şeyi! İnsanı korkutma!”
“Ikas Bey, ne var bunda kaçacak? Bu ulu ozanın başı ya. Kazak halkının gurur kaynağıdır.”
“Götür, sakla, kapat! Koy çantana! Her şey yolundayken siz insanı korkudan öldürürsünüz. Hepiniz delisiniz! Sakin sakin yaşarken kurukafayı mezardan çıkarıp, gezdirip duruyorsunuz…
“Bakan size görev verdi değil mi?”
“Ben ona sadece başarı belgesi vereceğim diye söz vermiştim. Benden uzak durun!”
“Sizin kurum, insan kemiklerinin üzerine inşa edilmiş kabirler ile görevlidir.”
“Eee, yani?”
“Kabirlerin üzerindekiler lazım oluyor da, altında yatan nice yiğitlerin hiç mi değeri yok?”
“Hey sluşay (dinle)!” diye bağırıverdi Ikas, sabrı taşmıştı. “Sen bana akıl vermeye mi geldin, kimsin sen be?”
“Mahambet’in yanında hiçbir şeyim. Bu baş, Kazakistan’ın hazinesidir. Bu sebeple burada kalması gerekir.”
“Siz ne biçim şeysiniz? Sakince kendi kendine yattığı mezardan başı kazıyıp çıkartıyor, halkın huzurunu kaçırıyorsunuz.”
O anda içeriye emin adımlarla ozan Makatay girdi. Üstü başı dağınıktı. Uzun boyluydu, saçlarını arkaya taramıştı. Cesur şair, sinirden kızarmış Noel’i bir güzel kucaklayarak selam verdi. Sonra öfkeye boğulmuş olan Ikas’ın elini silkeleyerek sıktı. Biraz içkili olduğu belli oluyordu.
Ikas yüzüne bakmadan:
“Büyük görevin sorumlulukları da büyük olur evlâdım. Sensiz de kafamız karışık zaten.”
“Şiir doğdu. Felaket! Onu okuyup sizin gibi ağabeylerimi sevindireyim diye özellikle geldim.”
Çaresiz kalan Ikas, yüzünü oynattı.
“Haydi, oku.” diye sakinleşmeye çalıştı.
“Şarap içtim keyiflendim, o belli,Kanatsız da kanatlandım, o belli.Şiir yazdım, zayıfladım, o belli,Yaşadım, mutlu olmadım, o belli.Dünyaya tutku duyan yüzümü,Toprakla nasıl gömdün mezar edip?!”Noel alkışladı. “Muhteşem!” diyerek Makatay’ın yanağından öptü.
“Gömün de gömün, bu nasıl bir felâket ya? Ikas, benim gibi ilham dolu bir şair, mezara sığabilir mi?”
“Sığmayanın verdiği zararı sensiz de görüyoruz.” dedi ters dönen Ikas. Sonra elini cebine soktu. Bir avuç bozuk parayı çıkartarak şaire uzattı.
“Al, o şiirin de iyiymiş. Al, iyi.”
“«Мы вольные птицы, пора брат, пора» (Biz özgür kuşlarız, hadi davran kardeşim, hadi!) demiştir Puşkin. Hoşçakal Ikas.”
Tam da bu anı beklemiş gibi içeriye Edebiyat ile Sanat Enstitüsü’nün müdürü Kayıp girdi. Ikas, bütün ağırlığını üzerinden bir anda atıverdi onu görünce. Olan biten her şeyi unutup teke sakallı, ala gözlü, kabaca profesöre kucağını açarak yöneldi. Böyle kucaklaşırken dudak ucundan öpüşüp karşıdaki koltuğa yerleştiler. Birbirlerinden hal hatır sordular.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов