
Полная версия:
Pollyanna
Pollyanna ellerini çırparak: “İşte şimdi oyunun en can alıcı noktasına geldin!” diye sevinçle haykırdı. “Ama, bana da ilk kez anlattıkları zaman senin gibi düşünmüştüm. Oyunun can alıcı noktasını babamdan öğrendim.”
“Öyleyse sen de bana öğretiver şunu, n’olur!”
“Bak, mesele şu: Koltuk değneklerine gerçekten ihtiyacın olmadığını düşünerek sevineceksin. Görüyorsun ya, oynamasını bilirsen çok zevkli bir oyun bu. Üstelik çok da kolay.”
“Şimdiye kadar birçok inanılmaz şey duymuştum ama, bu hepsini geçti.”
“Yanılıyorsun, Nancy. Bu oyunun hiç de inanılmaz bir yanı yok. Çok da güzel bir oyun. Biz hep oynardık. Hem, oyun ne kadar zor olursa zevki de o derece artıyor. Ama, bazen de bu oyunu oynamak gerçekten güçleşiyor. Mesela babanın cennete gittiği, dünyada seninle ilgilenecek Yardımseverler Derneği’nden başka kimsen kalmadığı zamanlar bu oyunu oynayabilmek çok zor oluyor.”
Nancy kıza hak verdi.
“Evet. Bir de evin ta tepesinde, içinde eşya diye bir şey bulunmayan oda bozuntusu ufacık bir aralığa atılıverirsen, sevinme oyununu oynamak büsbütün zorlaşır.”
Pollyanna içini çekerek mırıldandı:
“Gerçekten öyle. Özellikle kendimi pek yalnız hissettiğim, çevremde güzel şeyler görmeyi istediğim bir sırada böyle bir odada tek başına kalmak beni adamakıllı üzmüştü ama sonradan, aynada çillerimi görmekten nasıl nefret ettiğimi hatırlayınca, hele penceremin önündeki o güzelim manzarayı da görünce durum değişti. Bu küçücük odada bile beni sevindirecek şeylerin bulunduğuna inanıverdim. İşte görüyorsun ya, insan kendini sevindirecek şeyler buldukça o kötü düşünceler de kendiliklerinden yok oluveriyorlar, tıpkı sandıktan beklediğimiz bebek hikâyesi gibi.”
Nancy, boğazını tıkayan yumruyu yutkunarak gidermeye çalışırken küçük kız, her şeyden habersiz, anlatıyordu:
“Genellikle, hepsi bu kadar uzun sürmez. Çoğu zamanlar, ben farkına varmadan, zihnim onunla ilgilenir. Bu oyunu oynamaya öylesine alışmışımdır ki oyunu oynamadığım dakika var mı, bilemiyorum.
İnanın bana, gerçekten çok güzel bir oyun bu. Babam da benim gibi bu oyunu çok severdi. Yalnız, sanırım ki, bundan sonra oyunu oynayabilmek epey güç olacak. Çünkü bu oyunu birlikte oynayacak kimsem kalmadı.”
Pollyanna sözlerini bitirirken sesi titremeye başlamıştı. Bu hâli de çabuk geçti. Kendine güveni olan bir insan havasına bürünüverdi.
“Belki de Polly teyze benimle bu oyunu oynamak ister.”
Nancy küçük kıza bir şey söylemedi ama, içinden: “Aman yarabbi! Bayan Polly oyun oynayacak ha!” diyordu. Sonra, çocuğa döndü:
“Bak Küçük Hanım. Benim bu oyunu iyi oynayabileceğimi aklına hiç getirme sakın. Yalnız, oyunu bilmesem de seninle seve seve oynayabilirim. Buna söz veriyorum.”
Bu sözler üzerine Pollyanna genç hizmetçinin koluna iyice asıldı, ona biraz daha sokuldu.
“Ah, Nancy, bu çok güzel bir şey olacak! Ne kadar da eğleneceğiz, değil mi?”
Mutfağa girerlerken, Nancy içindeki kuşkuyu daha fazla saklamayı gereksiz buldu.
“Valla, bilmem ki, belki böyle olur. Yalnız, dedim ya, benden pek bir şey bekleme, Küçük Hanım. Elimden geldiği kadar çaba harcayıp bu oyunu öğrenmeye çalışacağım.”
Pollyanna mutfakta önüne konan sütle ekmeği iştahla yedi. Sonra, Nancy’nin isteğine uyarak, Polly teyzesinin oturduğu büyük odaya gitti.
Bayan Polly yeğeninin içeri girdiğini fark edince soğuk bir tavırla başını elindeki kitaptan kaldırıp:
“Yemeğini yedin mi, Pollyanna?”
“Evet, yedim, Polly teyze.”
“Daha geldiğin gün seni mutfağa gönderip sütle ekmek yiyerek karnını doyurmak zorunda bıraktığıma gerçekten çok üzüldüm.”
“Peki ama niçin üzüldünüz, teyzeciğim? Ben buna çok sevindim. Sütle ekmeği de Nancy’yi de seviyorum. Bunun için kendinizi üzmeniz gereksizdi.”
Polly teyzenin koltukta gevşemiş vücudu birden doğrulup dimdik oldu. Gözleri şaşkınlıkla fal taşı gibi açıldı.
“Pollyanna, kızım, sen bu saatte çoktan yatağına yatmış olmalıydın. Bugün çok yoruldun. Yarın ise işimiz çok. Burada günlerini nasıl geçireceğini kararlaştırıp bir program hazırlamamız gerekiyor. Ondan sonra da getirdiğin elbiseleri gözden geçirmeliyiz. Sana neler almam gerektiğini ancak bu şekilde kararlaştırabilirim. Şimdi git. Nancy sana mum verecek. Mumu çok dikkatli tutup odana git. Sabah kahvaltısı yedi buçuktadır. Tam kahvaltı saatinde aşağıya inmeyi de lütfen unutma. Hadi, iyi geceler!”
Pollyanna içten gelme bir sevgiyle kollarını teyzesinin boynuna doladı, derin derin içini çekerek mırıldandı:
“Buraya geldiğimden beri çok güzel vakit geçirdim, teyzeciğim. Ben şimdiden biliyorum, sizinle bir arada yaşamak bana mutluluk getirecek. Zaten daha buraya gelmeden önce de aynı şeyi düşünmüştüm. Size de iyi geceler, teyzeciğim.”
Pollyanna bunları söyledikten sonra yüzünde pek mutlu bir ifadeyle koşarak odadan çıktı.
O gittikten sonra Bayan Polly de kendi kendine söylenmeye başlamıştı:
“Hey Ulu Tanrı’m! Ne acayip çocuk bu! Kendisine ceza verdim diye sevindi. Üstelik kendimi de hiç üzmemeliymişim! Ayrıca, benim yanımda da mutlu olacakmış. Bakın hele şu yumurcağa!”
Bayan Polly başını yeniden kitabına doğru eğerken kaşlarını çatmıştı.
On beş dakika kadar sonra ise tavan arasındaki küçük odada küçük kimsesiz kız başını çarşafların arasına sokmuş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu:
“Babacığım, sevgili babacığım! Benim melekler arasında yaşayan melek babacığım. Oyunumuzu oynamadığımı biliyorsun. Benim gibi sen de şu evin en yüksek yeri sayılan odada karanlıkta, üstelik yapayalnız kalsaydın bunun sevinecek bir yanını bulamazdın. Bari yanımda Nancy ya da Polly Teyze, hiç değilse Yardımseverler Derneği’nden biri bulunsaydı…”
Pollyanna bunları düşünürken Nancy de mutfakta bir yandan harıl harıl işlerini tamamlamaya çalışıyor, bir yandan da söyleniyordu:
“Pek saçma bir oyun! Bebek beklerken bir çift koltuk değneği alınca sevinme oyununu oynamak bu zavallı küçüğü gerçekten sevindirecekse ben de sıkıntıya katlanıp bu oyunu oynayacağım. Hiç kimse engel olamaz bana.
POLLYANNA TEYZESİNİ ŞAŞIRTIYOR
Ertesi sabah Pollyanna saat yediye doğru uyandı. Odasının pencereleri batıyla kuzeye karşı olduğundan, içeriye güneş girmemişti ama küçük kız gökyüzünün berrak mavi renginden o gün havanın pek güzel olacağını anladı.
Küçük oda şimdi biraz serindi, içeriye de devamlı olarak temiz hava giriyordu. Pollyanna, dışarıda cıvıl cıvıl öten kuşlarla konuşup dost olmak için pencereye fırladı. Kuşları seyrederken teyzesinin de giyinmiş, kuşanmış, gül fidanlarının arasında gezindiğini gördü. Hemen telaşla pencereden ayrıldı, çarçabuk giyindi. Teyzesinin yanına gidecekti.
Tavan arasından aşağıya inen merdiveni hızla, uçar gibi indi. İki kapıyı da ardına kadar açık bırakmıştı. Büyük odayı, ikinci katı hızla geçti. Daha sonra da açık duran ön kapıyı itti. Bahçede koşmaya başladı.
Polly teyze, güllerin arasında, sırtı kamburlaşmış yaşlı adamla birlikte, bir gül fidanının üzerine doğru eğilmiş bir şeyler söylüyordu. Pollyanna sevinçten, heyecandan bir kuş gibi cıvıldayarak onun boynuna sarıldı:
“Teyzeciğim, sevgili Polly teyzeciğim, bu sabah yaşadığım için öyle sevinçliyim ki!”
Bayan Polly, boynuna asılan küçük kızın ağırlığına rağmen dimdik durmayı başararak, sert bir sesle: “Pollyanna!” diye çıkıştı. “Senin günaydın’ın bu mudur? Sabahlan büyüklerini böyle mi selamlarsın sen?”
“Hayır, teyzeciğim. Yalnız, çevremde çok sevdiğim kimseler bulunduğu zamanlar sakin duramam. Demin sizi pencereden gördüm, Yardımseverler Derneği’nin bir üyesi değil de benim gerçek, özbeöz teyzem olduğunuzu düşününce sevinçten çıldıracak gibi oldum. Uzaktan öylesine güzel, öylesine iyi bir insan gibi duruyorsunuz ki bir anda hemen yanınıza gelip boynunuza sarılmaktan başka bir şey düşünemedim.”
Yaşlı bahçıvan birdenbire küçük kızla teyzesine arkasını döndü. Bayan Polly her zamanki gibi kaşlarını çatmak istedi ama bu sefer nasılsa başaramadı. Ona hiç de yakışmayan bir şaşkınlık içinde: “Pollyanna, sen, şey… Ben, Thomas…” diye mırıldandı. “Bu sabah için bu kadar konuşma yeter, Thomas, o gül fidanları için söylediklerimi anladın, değil mi?”
Sonra, sorduklarına bahçıvanın karşılık vermesine fırsat bırakmadan, acele, sık adımlarla oradan uzaklaştı.
Pollyanna bahçıvanla yalnız kalmıştı.
“Siz her zaman bahçede mi çalışırsınız?” diye sordu.
Adam döndü. Dudakları titriyordu. Gözleri yaşlarla doluydu.
“Evet, Küçük Hanım.” Sanki görünmez bir kuvvetin etkisi altındaymış gibi farkına varmadan buruşuk elini yavaş yavaş kaldırdı, parlak saçlı minik başın üzerine koydu: “Annenize ne kadar benziyorsunuz, Küçük Hanım! Onu tanıdığım zaman sizden bile küçüktü. O zaman da ben bahçede çalışırdım.”
Pollyanna bir an soluk alamadı. Dalgın bir tavırla: “Gerçekten annemi tanıyor muydunuz?” dedi. “Onu bana biraz anlatır mısınız?”
Küçük kız, sözlerini bitirir bitirmez hiç düşünmeden toprağın üstüne, bahçıvanın yanı başına çöküvermişti.
Tam bu sırada evden bahçeye doğru perde perde yayılan bir gonk sesi duyuldu, daha ses kesilmeden Nancy soluk soluğa koşarak yanlarına geldi.
“Pollyanna!” diye haykırdı, sonra kızı ellerinden tuttuğu gibi ayağa kaldırdı. “Pollyanna, kahvaltı gongudur bu. Yemek saatlerinde de hep gong çalar. Nerede olursan ol, bu sesi duyar duymaz eve koşman gerektiğini unutmamalısın. Koşmazsan… Evet, koşmazsan, burada seni sevindirecek bir şey bulabileceğini sanmıyorum.”
Nancy ile Pollyanna, el ele tutuşmuşlar, konuşa konuşa yürüyorlardı. Evin önüne geldikleri zaman hizmetçi kız, tıpkı yaramaz bir civcivi kümese sokuyormuş gibi, Pollyanna’yı içeri itti.
Sabah kahvaltısının ilk beş dakikası tam bir sessizlik içinde geçti. Derken, Bayan Polly, salonda oradan oraya uçuşan iki sineğin ipek kanatlarına bakarak sert bir sesle sordu:
“Nancy, bu sinekler de nereden çıktı?”
“Bilmem ki, efendim. Mutfakta bir tane bile yoktu.”
Nancy, bir gece önce küçük kızın odasındaki açık pencereleri hatırlayamayacak kadar heyecanlı olduğundan bunları pek içten söylemişti.
Bu sırada Pollyanna, sevimli bir tavırla: “Belki de bunlar benim sineklerimdir, Polly teyze.” diye söze karıştı. “Sabahleyin bir sürü sinek yukarıda toplu hâlde eğleniyordu.”
Nancy mutfaktan yemek salonuna durmadan öteberi taşıyordu. Şimdi de elinde haşlanmış sosis dolu tabakla içeri girmişti. Konuşmanın geri kalan kısmını duymamak için elinde sosis tabağıyla hemen dışarıya çıktı.
Polly teyze şaşkın şaşkın: “Senin sineklerin mi, Pollyanna?” diye sordu. “Ne demek istiyorsun? Nereden geldi o sinekler?”
“Ah, Polly teyze, dışarıdan geldiler, pencereden. Birkaçını içeri girerken görmüştüm.”
“Görmüş müydün? Yani tel kafesleri bulunmayan pencereleri açtığını mı anlatmak istiyorsun?”
“Evet, Polly teyze. O pencerelerin tel kafesleri yoktu ki.”
Pollyanna bunları söylerken Nancy gene içeri girmişti. Yüzünde üzgün bir ifade vardı. Hanımı sert bir sesle: “Nancy!” diye emretti. “Elindekileri hemen masanın üzerine bırak da Pollyanna’nın odasına çık. Ne kadar kapı, pencere varsa hepsini kapa. Sabah işlerini bitirince de sinek öldüreceği al, odaların hepsini gez, ne kadar sinek varsa hepsini öldür. Gözlerini dört aç, bir tek canlı sinek kalmasın.”
Bayan Polly, bunları söyledikten sonra yeğenine döndü:
“Pollyanna, o pencereler için tel kafes ısmarlamıştım.” dedi. “Bunun kendisi için kaçınılmaz bir görev olduğunu biliyordu elbette. Yalnız, bana öyle geliyor ki, Pollyanna, sen görevini unutmuşa benziyorsun.”
“Görev mi?”
Küçük kızın gözleri merakla açılmıştı.
Teyzesi: “Elbette ya!” dedi. “Hava sıcak, onu biliyorum. Yalnız, o tel kafesler gelinceye kadar pencereleri açmamak da senin görevindi. Bunu kabul etmen gerekiyor. Pollyanna, sinekler, yalnız sinir bozucu, pis olmakla kalmazlar, sağlık bakımından da son derece tehlikeli yaratıklardır. Kahvaltıdan sonra sana bu konuda yazılmış küçük bir kitap vereceğim, okursun.”
“O kitabı okumamı mı istiyorsunuz, Polly teyze? Ah, teyzeciğim, okumayı öyle severim ki!”
Bayan Polly gürültülü bir şekilde içini çekti. Sonra dudaklarını kenetledi. Pollyanna, teyzesinin sertleşmiş yüzüne bakarak pek tatlı bir sesle mırıldandı:
“Görevimi unuttuğuma çok üzüldüm, Polly teyze. Özür dilerim. Pencereleri de bir daha açmam.”
Teyzesi bir şey söylemedi, kahvaltının sonuna kadar da hiç konuşmadı. Yemekten sonra oturma odasına geçti. Biraz sonra elinde küçük bir kitapla yeğeninin yanına döndü.
“Demin söylediğim kitap işte bu. Hemen odana çıkıp okumanı istiyorum Pollyanna. Yarım saat sonra da ben odana gelip öteberine bakacağım.”
Pollyanna, kitabın kapağındaki büyük sinek başına neşeyle bakarak, sevinçle haykırdı:
“Çok çok teşekkür ederim, Polly teyze!”
Bir dakika sonra zıplaya zıplaya odadan çıktı, kapıyı büyük bir patırtıyla kapadı.
Bayan Polly, kaşlarını çatmış, kararsız bir hâlde kapıdan yana baktı. Sonra düzgün adımlarla her zamanki kibirli havasıyla yürüdü, kapının yanına gitti, tokmağı çevirdi. Başını kapıdan dışarı uzattı. Pollyanna çoktan gözden kaybolmuştu. Ta yukarıdan, tavan arasına giden merdivenden ayak sesleri geliyordu.
Tam yarım saat sonra, Bayan Polly, yüzünün o keskin çizgilerinin her birinde “görev” kelimesi yazılıymış gibi ciddi bir ifadeyle merdivenden yukarı çıkıp çocuğun odasına girdi.
Pollyanna, teyzesini içten gelen bir coşkunlukla karşıladı:
“Ah, Polly teyze!” diyordu. “Ben ömrümde bu kitaptan daha güzel bir şey görmedim! Onu okuyayım diye bana verdiğiniz için de öyle sevindim ki! Hem, biliyor musunuz, sineklerin ayaklarında bu kadar çok şey taşıyabileceklerini de hiçbir zaman düşünmemiştim.”
Bayan Polly: “Yeter!” diye yeğeninin sözünü kesti. “Şimdi şu getirdiğin elbiseleri çıkar da ben bir göreyim bakalım. Senin işine yarayamayacak gibi olanları Sullivanlara vereceğim.”
Pollyanna’nın yüzünü birdenbire derin bir nefret duygusu kaplamıştı. Elindeki kitabı sandalyenin üzerine bırakarak dolaba doğru yürüdü. Bir yandan da konuşuyordu:
“Sanırım ki siz de Yardımseverler Derneği’nin üyeleri gibi elbiselerimi beğenmeyeceksiniz. Ne yapayım! Son gelen üç, dört yardım sandığından daha çok erkek çocuk eşyası ile büyüklerin işine yarayacak öteberi çıkmıştı. Ha, Polly teyze, misyonerlere gelen yardım sandıklarından ara sıra size de gönderirler mi?”
Küçük kız bunları söyler söylemez teyzesinin yüzünün öfkeyle allak bullak olduğunu fark edince hemen şunları ekledi:
“Elbette hayır, değil mi, Polly teyze? Zengin insanların böyle yardım sandıklarına ihtiyaçları olmayacağım unutmuştum. Ama, biliyor musunuz, ben bu odada bulunduğum zamanlar sizin zengin olduğunuzu unutuveriyorum.”
Polly teyzenin dudakları öfkeyle aralandı ama hiçbir şey söylemedi. Pollyanna ise söylediği sözlerin taşıdığı anlamdan habersiz, telaşla konuşmaya devam etti:
“Şunu demek istiyordum, teyzeciğim: Siz misyonerlerin yardım sandıklarını görmedikçe onlar hakkında tam bir bilginiz olamaz. Yalnız, ben size şu kadarını söyleyeyim: İnsan bu sandıklarda asla istediğini bulamıyor. Oyunumuzu oynamak da sandıklar geldiği zamanlar zorlaşırdı. Babamla ben…”
Pollyanna birdenbire sustu. Teyzesine babasından söz etmesinin yasak olduğunu tam zamanında hatırlamıştı. Telaşla dolaba doğru koştu, o biçimsiz, sevimsiz elbiselerini kavrayıp teyzesine getirdi. Boğazında düğümlenen hıçkırığı gizlemeye çalışırken: “Elbiselerimin hiçbiri iyi değil.” dedi. “İşte bakın, hepsi burada.”
Teyze, daha ilk bakışta, bu elbiselerden hiçbirinin çocuğun bedenine uymadığını anlamıştı. Bu eski kumaş yığınını parmaklarıyla inceledi, sonra bir kere de çamaşırlara göz atmak için dolaba doğru yürüdü.
“En iyilerini sırtıma giydim, Teyze…”
Bayan Polly bu sözleri duymazlıktan geldi. Yamalı, eski çamaşırları da bir bir gözden geçirdikten sonra sordu:
“Okula gidiyordun elbette, değil mi?”
“Evet, gittim. Evde babam… Şey yani… Özel dersler aldım.”
Bayan Polly: “Sonbaharda da buradaki okula gitmeye başlayacaksın.” dedi. “Hangi sınıfa girebileceğini de okulun müdürü Bay Holl karar verecek. Yalnız, okula gitmeden önce her gün bana yarım saat yüksek sesle kitap okuman gerekiyor.”
“Okumayı gerçekten çok seviyorum, teyzeciğim. Siz beni dinlemek istemeseniz de ben kendi kendime yüksek sesle okuyabilirim. Hem, buna sevinmek için çaba göstermem de gerekmiyor, çünkü okumayı, hele büyük harflerle yazılmış kelimeleri okumayı çok seviyorum.”
Bayan Polly, yüzünü ekşiterek: “Müzik biliyor musun bari?” diye sordu.
“Çok az. Ben müziği çok severim ama kendi çaldıklarımı değil. Birazcık piyano çalmasını öğrenmiştim. Bayan Gray’den… Lisede öğretmenlik yapıyordu… Bana da… Her neyse, ders almamla almamam arasında hiçbir fark olmadı diyebilirim.”
Bayan Polly, yeğenine bakmadan, konuştu:
“Sana müziğin temel noktalarını öğretmek benim görevim. Dikiş dikmesini biliyorsun elbette, değil mi?”
Pollyanna tasalı bir tavırla içini çekerek: “Evet, efendim” dedi. “Dikişi bana Yardımseverler Derneği üyeleri öğretmişlerdi. Ama, dikiş öğrenirken çok büyük zorluklarla karşılaştım. Bayan Jones ilik yaparken iğneyi başka türlü tutmam gerektiğini ileri sürerdi; Bayan White etek bastırmayı teyel dikişinden önce öğrenmem gerektiğini söylerdi; Bayan Harrison ise yama yapmanın hiç de doğru bir iş olmadığını ısrarla kabul ettirmeye çalışırdı. Ben de bu birbirine zıt düşünceler arasında dikiş öğrenmeye çalışıyordum.”
“Artık bu çeşit zorluklarla karşılaşmayacaksın, Pollyanna. Çünkü dikiş dersini de benden alacaksın. Yemek pişirmesini bildiğini de pek sanmam. Yoksa, biliyor musun?”
“Yeni yeni öğrenmeye başlamıştım. Şimdi pek bir şey bilmiyorum. Çünkü o hanımların yemek konusundaki düşünceleri dikişte olduğundan daha çeşitli, birbirinin zıddıydı. Önce ekmek yapmasını öğreteceklerdi ama iki hanımın yemek pişirme usulü birbirininkine hiç benzemiyordu. Bu yüzden, aralarında uzun uzadıya tartıştılar, haftada bir gün birinin, bir gün de öbürünün evinde yemek dersi almamı kararlaştırdılar. Bu da pek iyi sonuç vermedi. Ancak kakaolu şekerleme ile incirli pasta yapmayı öğrenebildim. Sonra sonra da yemek derslerini bıraktık.”
“Demek kakaolu şekerleme ile incirli pasta yapmasını biliyorsun, öyle mi? Yemek konusunda daha çok bilgi edinmen için de bir çare düşüneceğim elbet.”
Bayan Polly birkaç dakika hiç konuşmadan düşündü. Sonra ağır ağır konuşmaya başladı:
“Her sabah dokuzda bana gelirsin, yarım saat kitap okursun. Bana gelmeden önce bu odayı toplayacaksın. Çarşamba, cumartesi günleri sabah saat dokuz buçuktan sonra mutfağa gider, Nancy’den yemek pişirmesini öğrenirsin. Öteki günler öğleden önce benimle dikiş dikeceksin. Öğleden sonraları ise müzik derslerini yapmaya bol bol zaman bulacaksın. Hiç vakit kaybetmeden sana bir piyano öğretmeni bulmalıyım.”
Bayan Polly sözlerini bitirir bitirmez ayağa kalkmıştı. Pollyanna dehşet içinde haykırdı:
“İyi ama, Polly teyze, yaşamak için zaman bırakmadınız ki bana!”
“Yaşamak mı dedin, çocuğum? Ne demek istiyorsun yani? Sanki bu dediklerimi yapmak yaşamak değil mi?”
“Bütün bu işleri yaparken soluk alacağım, hareket edeceğim elbette ama yaşamak denmez ki buna. İnsan uykudayken de soluk alıp verir. Ama, o zaman da yaşıyor muyuz? Bana kalırsa yaşadığımız zamanlar istediklerimizi yaptığımız zamanlardır. Dışarıda oyun oynamak, kendi kendime kitap okumak, tepelere tırmanmak, bahçede Bay Tom’la içeride Nancy ile konuşmak, dün gelirken önlerinden, aralarından geçtiğim o güzelim evler, sokaklar üzerine araştırmalar yapmak… İşte bunları yapabilmeye yaşamak derim ben, Polly teyze. Sadece soluk almak yaşamak değildir ki.”
Bayan Polly şaşkın şaşkın basını kaldırarak: “Sen çok garip bir çocuksun, Pollyanna!” dedi. “Oyun oynamaya da zaman bulacaksın elbette. Yalnız, şunu hiç unutma: Senin eğitimine, okumana dikkat etmek nasıl benim görevimse, çalışıp benim çabalarımı boşa çıkarmamak, yapılanları nankörce ziyan etmemek de senin görevindir.”
Küçük kız, şaşırarak: “Polly teyze,” diye mırıldandı. “Ben size nankörlük edebilir miyim hiç? Her şeyden önce sizi çok, pek çok seviyorum. Sonra siz Yardımseverler Derneği’nin bir üyesi değil, benim gerçek teyzemsiniz.”
“Peki öyleyse, yavrum, bugünden tezi yok, sana yapılan iyiliklere layık olmaya çalışmalısın.”
Bayan Polly kapıya doğru yürüdü. Odadan çıkmış, merdivenden aşağı inmeye başlamıştı. Tam bu sırada arkasından ürkek bir ses duyuldu:
“Affedersiniz ama, Polly teyze, elbiselerimden hangilerini yoksullara verilmek üzere ayıracağımızı söylemediniz.”
Bayan Polly yorgun yorgun içini çekti:
“Sana söylemeyi unuttum, Pollyanna. dedi. “Bugün öğleden sonra Timothy bizi şehre götürecek. Getirdiğin elbiselerin hiçbirini benim yeğenim giyemez. Onlardan birini giyip dışarı çıkmana izin verirsem görevimi yapmamış olurum.”
Bu defa da iç çekme sırası Pollyanna’ya gelmişti. Sık sık tekrarlanan bu “görev” kelimesinden nefret edecekti galiba. Yalvaran bir sesle: “Polly teyzeciğim.” dedi. “Acaba… Şey… Acaba yani bu ‘görev’ dediğiniz şeyin size sevinç verecek bir yanını bulamaz mısınız?”
Bayan Polly büyük bir şaşkınlık içinde başını kaldırıp yukarıya baktı.
“Ne?” diye sordu. Sonra birdenbire yanakları kıpkırmızı kesildi, merdivenden aşağıya koşar gibi hızla inmeye koyuldu. “Saygısızlık etme, Pollyanna!” diye haykırdı.
Küçük kız, tavan arasındaki o ufacık, sıcak odada, bir sandalyeye oturmuştu. Beyninin içinde “görev” kelimesi durmadan daireler çizerek dans ediyordu. Pollyanna içini çekti, sonra kendi kendine söylendi : “Saygısızlık bunun neresinde acaba? Bunu bir türlü anlayamadım. Görev dediği şeyin sevinilecek bir yanını bulamaz mı diye sormuştum yalnız teyzeme.”
Pollyanna yerinden hiç kıpırdamadan dakikalarca sessiz sedasız oturdu. Yatağının üzerine yığılmış, o zavallı paçavra yığınlarına, yani elbiselerine, acı dolu gözlerle uzun uzun baktı. Sonra ağır ağır yerinden kalktı, elbiselerini dolaba taşıdı. Bir yandan da kendi kendine: “Şimdi her şeyi anlıyorum.” diyordu. “Bunun sevinmeye çalışılacak bir yanı yok. Görev ancak tam olarak yapılırsa insan sevinebilir demek.”
“DAMDA BİRİ VAR!”
O gün saat bir buçukta Timothy, hanımıyla yeğenini, evden bir kilometre kadar uzakta, birkaç büyük mağazanın bulunduğu semte götürdü.
Teyze ile yeğenin girdiği mağazada küçük Pollyanna’ya yeni elbiseler seçmek işi mağazada çalışanları enikonu heyecanlandırmıştı. Bayan Polly de bu işi bitirince bayağı rahatladı. Sanki incecik bir kabuk bağlamış yanardağın üzerinden geçmiş de sağlam toprak parçasına kavuşmuş gibiydi. Teyze ile yeğene hizmet edenler işlerini bitirdikleri zaman hepsinin yüzleri kıpkırmızı olmuş, şakakları terlemişti ama ondan sonra tam bir hafta arkadaşlarına Pollyanna’yı anlatacaklar, küçük kızın tuhaflıklarıyla onları gülmekten katıltacaklardı.
Pollyanna da içinden gelen bir gülümsemeyle alışverişin sona ermesini bekliyordu. Heyecanını çıraklardan birine anlatırken şöyle demişti:
“Sizi misyoner sandıkları, Yardımseverler Derneği üyelerinden başka giydirecek kimseniz yoksa o zaman anlarsınız doğrudan doğruya bir mağazaya girip bedeninize uymadığı için uzatıp kısaltmak ihtiyacı duyulmadan elbiseler almanın değerini.”
O gün akşama kadar alışverişle vakit geçirdiler. Onun arkasından akşam yemeğini zevkle yediler. Pollyanna daha sonra Tom Baba ile bahçede tatlı tatlı konuştu. En sonra da Bayan Polly bir komşuya gittiği için bulaşıklar yıkandıktan sonra Nancy ile arka balkonda uzun uzun konuşma imkânını buldu.
Tom Baba, Pollyanna’ya annesini bol bol anlatmış, kızcağız da bundan pek memnun kalmıştı. Nancy ise Pollyanna’ya on kilometre uzaktaki küçük çiftliği, orada annesiyle kardeşlerinin nasıl yaşadıklarını anlattı. Bayan Polly izin verirse bir gün onu alıp çiftliğe götüreceğine dair söz verdi.
“Kardeşlerimin çok güzel adları var. Algernon, Florabelle, Estelle. Ben kendi adımı hiç sevmiyorum.”
“Aman, Nancy, neler söylüyorsun! Adını neden sevmiyorsun bakalım?”
“Benim adım başkalarının adları gibi güzel değil de ondan . Biliyor musunuz, ben annemin ilk çocuğuyum. Kadıncağız o zamanlar içinde güzel adlar bulunan romanları yeni yeni okumaya başlamışmış.”
“Sen ne dersen de, ben Nancy adını çok seviyorum. Çünkü o adı sen taşıyorsun.”
“Ama, Küçük Hanım’cığım, Clarissa Mabelle’i de Nancy kadar severdin sanırım. Yalnız, arada bir fark olacaktı. O zaman ben de kendimi mutlu hissedecektim. Bu ada bayılırım ben.”
Pollyanna bir kahkaha attı.
“Üzülme. Adın Hepzibah olmadığı için de ayrıca sevinmelisin.”
“Hepzibah mı dedin?”
“Evet ya… Bayan White’ın küçük adı Hepzibah’tır. Kocası onu ‘Hep’ diye çağırdıkça fena hâlde kızarmış. Kadıncağız kocasının ‘Hep’ dedikten sonra ‘Hepşu!’ diyeceğini düşünürmüş. Bu düşüncenin gerçekle hiçbir ilgisi yoktu elbette ama zavallıcık çok üzülüyordu.”
Nancy’nin üzgün çehresi tatlı bir gülümseyişle aydınlandı.