Читать книгу Anar'ın Dünyası (Pervin Pervin) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Anar'ın Dünyası
Anar'ın Dünyası
Оценить:
Anar'ın Dünyası

3

Полная версия:

Anar'ın Dünyası

P.S. şimdi, nedense, birden bire “Küçük ressamın çizdiği…” küçük öğrencinin tükenmez kalemle defterinin köşesine karaladığı güneş aklıma geldi. Daha doğrusu deminki defter.Kırmızı kalemle yavaş yavaş dalgalanan deniz de çizilmiş oraya… Güneşin gölgesinden ya da belki utandığından kızarmış deniz… Resul Rıza’nın rengârenk denizi…

Çiçek kokulu şiirler…

Gönlün yine bin derdine çare bulunmazBir derdimi arz eyleyen o yâre bulunmazAhşam kızıllaşmış göklere çöktüğünde karanlık,Gönlüm evini yakan ateşlere bulunmazÂşıklara sordum, dediler: Ey gamı pünhanGizli yaranın ağrısı çok yâre bulunmaz.Nigar Refibeyli

…Kadın olmak her şeyden önce mesuliyettir. Nigar

Refibeyli’nin mesuliyeti ise üç kattır. Hududat Bey Refibeyli’nin kızı, Resul Rıza’nın hanımı, Anar’ın annesi olmanın mesuliyeti… Bu üç şahsiyetin hayatını, yaşadıklarını, yazdıklarını düşündüğümde Nigar Hanım’ın gücüne hayret ederim. Her mısrasında masumluk kokan çiçek kokulu şiirler yazarı, zarif ruhlu hanımın sağlam karakterinin belki de neredeyse ilahi bir sihir vasıtasıyla her üç kişiyi de sonuna kadar korudu, zirveyi korudu. Ve şimdi, bu özel kadının yüz yaşında biyografisine, şiirlerine, yazılarına, tercümelerine bakıldığında onların üçünün de yansıması açıkça görülür.

…Babası Hudadat Bey Avrupa’da okumuş, yüksek öğrenim görmüş Azerbaycanlı bir cerrahtı. Bizim açımızdan bakıldığında sadece bu gerçekle ömür boyu gururlanılır değil mi? Ama o zaman devir başkaydı. Hatta o kadar başkaydı ki küçük Nigar’ın yüksek öğrenim görmüş babasını Nargin Adası’nda kurşuna dizdiler. Çünkü o, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti zamanında Sağlık Bakanlığı, Gence vilayetinin valiliği görevlerinde bulunmuştu…Aslında hangisi daha acıydı, bilmiyorum: Çocukken babasız kalmak mı ya da cumhuriyetçi beyin kızı olduğu için sonuna kadar baskı korkusu ile yaşamak mı?! Her hâlde hiçbiri hafif değildi. Bugün ilk gençlik yıllarından Bolşevik Eliheyder Karayev’in ifadesiyle belirtirsek “Matmazel Nigar” manevi baskılara, zorlamalara maruz kalıyordu. Ve bence “her an bir şey olabilir” tedirginliği, beklentisi şairi sonuna kadar terk etmedi. Ama en ilginci şu ki devrin kaidelerine göre ilk bakışta hürmet görmeyen geçmişini, beylik hasletini Nigar Hanım gizleyemez, bu onun şiirinde açıkça görünür:

Ben gönül mülkünün hükümdarıyım,Hayal dünyasının baş nigarıyım.Vatan toprağında iftihar olanŞanlı nesillerin yadigârıyım.

Elbette kanından, geninden gelen asillik NigarRefibeyli’nin karekterinde, davranışındaydı… Şiirindeydi! Ama yaşamak uğruna mücadele, sonuna kadar devam etmeliydi. Bunun için yazarlığının ilk yıllarından, istibaratçıların kalemini köreltmek için yeni yapıyı anlatan şiirler, “Komsomolçu1 Kızlar” şiiri gibi eserler yazıyordu. Fakat bununla beirlikte şaire asıl vazifesinden de geri durmuyordu. Güzelliği terennüm etmekti onun asıl işi… İnsan hislerinin, tabiatın, hayatın, yaşamanın, dünyanın güzelliğini:

Uykuda dünyayla vedalaşıyordum,Dünya güzeldi, ayrılmak çetin.Diyorlar, güzeldir yaşlanıp ölmek,Böyledir kanunu kor tabiatın.Dünyadan ayrılmak çetindir, gülüm,Tezde gelse, geç de götürse ölüm.Hayatın günleri geçse de acı,Ölümden istemez insan ilacı…

“Veda” şiiirnden aldığım mısralarda Nigar Hanım’ın hayata ümitle, iyimser bakışı sergilenir… Onun tabiatı dillendirdiği, çiçekleri konuşturduğu, turna olduğu, denizle dost olduğu günlerde de dünyaya sonsuz sevgi, ince münasebet aşılanır.

…Ve öyle bir anda dünyayı güzelleştiren temel mevzuda konuşmanın önemi ortaya çıkar. Nigar Hanım’ın hayatında ise bu zaman 1931’de görülür. O zamanlar “Kendi bildiği gibi” yazarak şair olmak isteyen Resul Rıza ile tanıştığında. İşte o yıllarda “yasemin renkli mantosuyla güzeller güzeli” hanımın adıyla Resul Rıza adı birlikte anılır.

Halk yazarı Anar” Gece Düşünceleri’nde şöyle belirtir:

“Basında tuhaf ve şahsen beni etkileyen bir haber okudum. Malum olduğu üzre Hazar’da yüzen gemilerden birinin adı Resul Rıza, diğerininki Nigar Refibeyli’dir. Kazakistan limanlarının birinde tesadüfen iki gemi aynı zamnda demirle atmış. Resul Rıza gemisinde içme suyu bitmiş, ne sahilden ne de başka bir gemiden su alamamışlar. Yalnız Nigar Refibeyli gemisinden onlara su gönderilmişler.

Yanılmıyorsam bu hadise 2004 yılında meydana gelmiş. Gerçekten bir o kadar mistik etki bırakıyor. Fakat Resul, Nigar birlikteliğinin bize görünen, şiir biçimine bakıldığında buradaki sembol daha açıkça idrak edilir. Şüphesiz Resul Rıza gibi önemli, büyük, nüfuzlu bir şairin yanında kendini kaybetmeden, üslubunu koruyarak yazmak, yazarlığa devam etmek bir beceridir… Ama Resul yaratıcılığının suyu Nigar’dandır… Ve Nigar Hanım’ın muhabbet şiirine bakıldığında bu beslenmenin, etkilenmelerin karşılıklı olduğu göze çarpar:

Bir sen oldun gönlümünYakın dostu, hemdemi.Sen olmazsan tutmazdıBelki elim kalemi.Sen olmazsan baharınYazın ıtrı olmazdı.Sen olmazsan bir dünyaSevinç böyle çok azdı.Baharın çiçekleriAçıp solmasın sensiz.Ömrüm sensiz olmasın,Şiirim olmasın sensiz.

Işıktan ilham aldığını sıklıkla dile getiren “Ben ışık kızıyım, ışık evladı” diyen Nigar Refibeyli başka bir şiirinde şöyle yazar:

Gönlümde sönmeyen bir ışık yanar,Onu sen yaktın muhabbetinle…

İşte bu mısralarda bir başka sembol göze çarpar. Nigar ve Resul şiirinin birbirinden hava, su ve bir de ışık alması… Birbirini aydınlatması.

Nigar Hanım’ın yazarlığından yüzlerce bu türde örnek de verilebilir. İster sevgi isterse da tabiatı dillendiren şiirleri, sadece belli bir ışıkla dikkati çeker. Fakat ince ruhlu şaire dünyanın kirinden, adaletsizliğinden, insafsızlığından, beklentilerinden de sıyrılmıştır:

Biri selam vermezHayat bizi eğdiğinde…Biri bizimle selamlaşmazYoldaşımla arasında konuşanda…Biri mihnetle selam verir,Biri hayli azap ve eziyetle selam verir…Sade selamları severim!

Bu şiirindeki basit bir selamlaşma tasviri ile şairenin o dönemdeki çeşitli karakterlerdeki insanları göstermesi, bu şiiri benzersiz kılar ve şiirin sonunda ““Ben sade insanları severim” mısrası da kendisinin özelliğini gösterir.

Nigar Hanım’ın şiirinin ilgi cekici yönlerinden biri de dostlarına, sevdiklerine şiir yazmasıdır. Şüphesiz ki her kalem erbabı kendi çağdaşlarına eserler hasredebilir. Fakat Nigar Refibeyli bunu zerre kadar kıskanmaz. “Benim şair kardeşlerim”, “Musa”, “Şair Hüseyin Arif’e”, “Refikam benim”, “Müşkünaz Hanım’ın aziz hatırasına” vs. şiirlerini okunduğunuzda kadının söz zenginliğine şaşırmazsınız. Onun haksızlıklara kendine has, hüzünlü isyanı da hayli etkileyicidir:

Muhabbetten yaralanmış,Yar yoldaştan aralanmış,Diriler cergesindenAdı sanı karalanmışGamsızların kısmetine,Derdine mihnetineDayanamıyorum…

Şiirleri, denemeleri, tercümeleri Nigar Refibeyli’nin ilgi çekici ve dopdolu bir kadın olduğunu düşündürür. Fuzuli, Nazim Hikmet, Mayakovski eserlerini seven, ezberleyen hanımın mutfak kaygılarından söz etmesi ilk önce tuhaftır. İşte biz tek taraftan bakmayı öğrenmişiz… Fakat Nigar Hanım çok yönlüydü. Onun sanatçı olarak nasıl olduğunu eserleri temelinde tahlil ettiğimizde yalnızca insan olarak karakterini Anar’ın Sizsiz’inden, kardeşlerinin televizyon programındaki hatıra konuşmalarından öğrenme imkânımız olur.

Anar “…Annem yazabileceklerinin yüzde birini dahi yazamadı. Aile sorumluluğu, analık vazifesi, büyük bir evin kaygıları onun yaratıcılığına mani oluyordu. Biz mani oluyorduk, biz hepimiz. Biz hepimiz ve elbette, en çok da ben onun vaktini çalıyorduk, zorluyorduk, onu yazı masasından ayırıyorduk, duygularını, düşüncelerini dağıtıyor, parça parça ediyorduk.” diye yazar.

“Sizsiz hatıra romanında Nigar Hanım’ın oğluna mektuplarında mutfak, günlük telaşlar sebebiyle yazarlığa vakit bulamamasından sikayetlendiğine şahit oluruz. Hatta bu konuda tencereleri, tavaları lirik kahramana çevirdiği “Mutfak Şiirleri” de yazdı. Fakat bana göre günlük hayat Nigar Hanım’ın şair ruhuna kötü tesir etmiyordu:

Bir küçük mutfak penceresindenYılın dört mevsimini görürüm…

İşte bu şiirin son mısralarında şöyle diyordu şaire:

Gönülde bir ışık,Bir ateş varsa,Küçücük bir mutfaktan daBüyük bir dünyaGörünür…

Yine ışık, ateş… Bu hanımın sarı ışıktan sıkıntısı yoktu. Çünkü ne mutfak ne günlük işler onu değiştirmiyor, basitleştirmiyordu.

Bence Nigar Refibeyli’nin farklı özelliklerinden biri de mizah yeteneğiydi. Bu onun şiirlerinde de kendini gösrerir. Belki de yukarıda saydıklarımın onun karakterine, zarif ruhuna tesir etmemesinin bir sebebi de mizah duygusuydu. Elbette çoğu zaman Sizsiz’deki mektuplarda, hadiselerde bu hanım, evlatlarına, özellikle Anar’a, neşeli bazen candan sevgisini göstermiş. Lakin hayatının son günlerinde, zor zamanlarında şöyle, ona has şakalardan geri durmaması da şaşırtıcıdır.

Bu konuda düşünüldüğünde ne heyecan ne de duygular zaptedilir. O ışık şimdi ,üç aydır, hayatta yoktu. Nigar da gidiyordu. Karanlığa, ebedi zulmete doğru… Ama o bu hâlinde de kendinde şaka yapmaya güç buluyordu…

“Beni eve mi getirdiniz?, diye sordu. “Ben de gömmeye götürüyorsunuz sandım.”

Fidan onun tarzında bir şakayla sertçe:

_Hiç diri adamı da gömerler mi Nuruş?-dedi.

Evde ise aniden yine Fidan’a döndü:

-Mademki ölmüyorum, o zaman ver yüzüğümü, dedi. Daha sana bağışlayacak değilim…”

Anar’ın Sizsiz’inden aldığım bu parçanın şiirsel cevabı var. Kızkardeşi Fidan Hanım’ın yazdığı yegâne şiir:

Katılarak güleceğiz    Önce ben,                             Sonra sen.Öyle böyle sebepsiz,Katılarak güleceğiz yürektenMutlu gülüşümüz,    Duyulacak cennetteKorkusuz, kayıpsız,Ölümsüz cennette.

İlk bakışta yukarıda verilen parçalar arasında alaka belki zayıf görünür. Fakat ben bunları içerdiği mana bakımından aynı gördüm. Her iki örnekte şairenin anne baba karakteri ortaya çıkar. Birinde oğlunun, birinde kızının gözüyle.

…Şairenin kızı Terane Hanım’a yazdığı “Terane kucağında bize bahar getirdi” şiiri de onun karakterindeki inceliğin, hassaslığın ifadesidir. Moskova’da ağır hastalık tedavisi gören anne, kızının gelişini şöyle tasvir eder:

Hastane odası,Hasta, yorgun kadınlar,İyileşmek ümidi, hayat sorusu…Terane gelir, basmış göğsüneFile torbada getirdiği                                                    nergizleri,Soğuk vurup dondurmasın diye…

Nigar Refibeyli hatta hasta hâlinde bile baharı kızının kucağında görebilen bir anneydi… O, ölümünü bile unutturmak için güldürürdü evlatlarını. Fidan Hanım’ın söylediği gibi “Öyle böyle sebepsiz…”

Bütün bu yukarıda sıraladığım yönleri ile Nigar Refibeyli her Azeri, Türk hanımına örnektir. Onun yüzüncü yaş kutlaması münasebetiyle basılmış, seçme şiirlerinden ibaret kitap şairenin sanatçılığına yeni bir bakış imkânı yaratır. Aynı zamanda kitaba ilave edilmiş Cd ‘de Nigar Refibeyli severlere değerli bir hediyedeir. Yazarının okuduğu şiiri dinlemek şiire özel bir bakıştır. Nigar Hanım’ın sunduğu bu eserlerin derinliklerine inmek mümkündür. Hissedilen bu derinlikler, beliren arzular halk şairi Nigar Refibeyli’nin her üç yönünü daha da aydınlatır. Hudadat Bey’in kızı, Resul Rıza’nın Hanımı, Anar’ın annesi…

SENDEN AYRI, SENSİZLİKTE… NEYLEYİM?

Dersin sonuna 3-5 dakika kala öğrencilerden biri soru sordu: Niye Müslüman olmayanların, meşşanların2 sevgi hikâyelerini yazıyorsunuz fakat kendimizinki kalıyor? Günümüz gençlerinin olur olmaz bir şeye itiraz etmeleri, entelektüel görünme gayretlerini biliyordum. O zamana kadar meşşanları yazdığımdan habersiz olsam da durumumu değiştirmeden temkinli cevap verdim Azerbaycanlıların aşk hikâyelerini yazmak zordur. Çünkü birçok gerçek gizlenmiştir. Fakat şüphesiz tarihte öyle meşhur olanlar var ki onları yazmalı. Mesela, Nigar Hanım’la Resul Rıza’yı… Ne kadar gayret etsem de başka bir isim gelmiyor aklıma… Ve zil çaldı.

…Elbette birçok sanatçının da, onların hanımlarının da adı aklımdaydı. Ama sohbet sevgiyle ilgiliydi işte…

Bugünlerde, Nigar Refibeyli’nin yüzüncü yılı arefesinde isyankâr gençle aramızdaki diyaloğu hatırladım. Nigar Hanım’ın şiirlerinden biriyle ilgili deneme yazmayı düşünüyordum. Büyük şairenin “Ömrüm sensiz olmasın, şiirim olmasın sensiz…” mısralarını hatırlayıp doğum gününde yazacağım deneme de onsuz olmazsa, Nigar Hanım’ın ruhu şad olur, diye düşündüm.

Sevgi her şeyden önce düşünmektir. Bu his, düşünceyle başlar. İşte ilk kıvılcım dediğimiz de beyni birdenbire zaptetmiş düşüncelerden başka bir şey değildir. Çünkü bu düşünce tereddütsüz sevginin temeli nitelendirilebilir. Fakat zamanla o temelin üstüne dikeceğin abide yüreğinin ve ruhunun gücüne bağlıdır. Birine ait fikirlerle zaptedilmiş beyninden. Sevgi adlı abidenin yükselmesi, sağlamlaşması da ilginçtir aslında. Eğer kendine bir köşeden bakmayı becerebilirsen duygularını tahil et. O vakit dünküne baktığında bir “taş” yuvarlansa kazancındır. Ancak sabah uykudan kalkıp bir de baksan karşında azametli bir kale durmuş ve yalnız onun içinde nefes alıp yaşayabiliyorsun ve senin için oradan ötede hiçbir hayat arzu, sevinç olmadığını görürsen şaşırma. Mucizeler sadece masallarda olmuyor. İşte sevginin de asıl görevi inanılmazı gerçekleştirmek, yüksektekini yakına getirmek, yalnızca uykuda görebileceğin bir hayatı yaşamaktır. Becerirsen zamanla bütün güzellikleri o sevgi kalesinin içine taşıyacak, rahatlığı ve saadeti bir adamda bulacaksın. Bak en büyük mutluluk budur: Başka hiç kimse, farklı hiçbir şey gerekmez sana, dünya malı, servet peşinde değilsin. Onunla huzurlusun, dopdolusun… En tesirli müzik birlikte yediğiniz, en ilginç film birlikte seyrettiğiniz… Ve böyle sevmek…(İşte sevmek denildiğinde ki sevmek işte böyle olur)Tehlikelidir. Çünkü –Allah etmesin- kısa müddetlik ya da ömürlük farkı yoktur. Yalnızlığa dayanamazsın. İşte bu kale iki kişi için düşünülmüş, orada tek başına yaşamak olamaz… Sevdiğinin uzaklaşması ile her şey- yer, gök, dünya, hepsi- gözünden düşer, hayat anlamsızlaşır. Yüz kilometre ötede de olsa veya bin… Aynıdır, uzaklık işte darılmaktır. “Darılsan da yaz…” diyor usta sanatçılar. Belli ki bu, yılların deneyimlerinden çıkmış ilaçtır, yaz, yüreğini boşalt, bütün ruhunu sarmış bir arzuyla, zaman ve mesafeyle mücadeleni sürdür.

Nigar Refibeyli’nin “Neyleyim”, Resul Rıza’nın “Sensiz” şiirlerini birleştiren asıl yön budur. Her ikisi de darılmış her ikisinde de mesafeye, uzaklığa isyan var. Fakat ayrılığın mükâfatı da şiirlerde açıkça görülür. Çünkü mısralarda hasreti keder, toz zerreleri [gibi] ne kadar incelikle tasvir edilse de, altındaki ışık, ümitli ve hızla kavuşmaya inancı da bir o kadar zarif ifade edilmiştir.

Şiirlerin her birinde ister hanımın isterse de erkeğin o büyük muhabbet kalesindeki yalnızlığı ve bu yalnızlığın tahammülsüzlüğü hissedilir. Dert aynıdır. Sevgili uzaktadır. Sıkılır, hasret çeker. Hayat manasızlaşmış, bütün güzellikler, tabiat solmuştur. Şairleri aynılaştıran bir başka yön de insan ruhunun tabiata tesiri, onun insan derdine ortak olması ya da onsuz olduğunda tabiatın solmasıdır. Eğer yazarı gizlense bile birinci şiiri kadının, ikincisini bir erkeğin yazdığının anlaşılması ilginçtir.

…Ela gözlü yârinden ayrı, her gecesi bir yıl gibi uzun, üzgün hanımın derdine çiçekler ortak olur. Ne kadar hassas ve basit olmayan bir yaklaşım değil mi?! Şiirlerinde çiçekleri her zaman öven, yücelten şaire, bu kez sıkılmış, hasretten ayrılıktan yorulmuş bir kadının duygularını onların üzerinden anlatır. Çünkü “gözleri yaşla dolmak”, “bakıp kederlenmek”, “gözü yolda kalmak”, “saçını yolmak”, “saçları perişan olmak”, kadına özgü duygular ve hareketlerdir. Ve Nigar Hanım bu vaziyetin hepsini çiçeklerin üzerine atsa da az bir dikkatle okunduğunda göz önünde kederli, saçları perişan, gözleri yolda bir kadın canlanır. Kadın duygularının, sıkılmış kadının düşüncelerinin zirvesi ise “Esen rüzgârın da yoktur vefası, // Düşmüştür başına başka sevdası…”mısralarıdır. Sevdiğini uzağa gönderen, andan ayrılmış kadının kıskanmaması imkânsızdır. Bu mısralarda hanımın sevdiğine iması, açıkça dikkati çeker. Burada garip bir soru hissediyorum: Ben burada, senden ayrı sıkıldığımda, çiçeklerle, güllerle birlikte solup sarardığımda, senin başına başka bir sevda düşmedi mi?! Resul Rıza” Sensiz şiirinde bu dokundurmanın cevabı mevcut: Rüzgarlar da okşamıyor çiçekleri senden ayrı! Sakin ol… Esen rüzgârın vefası var… Çiçekleri okşamıyor.

…Bu hislerle, acıyla, kederle yaşayan âşık da sırası geldiğinde duygularını dile getirir. Burada ise yalnızlık ama temkinli, sakin bir yalnızlık tasvir edilir. Çünkü o kişi ondan ayrı günleri zor geçirdiğinde “gülüşün şelalesi”ni, “titrek, kıvrılan dudağın piyalesini “hatırlar… Deniz, rüzgâr, kuşlar, bulutlar âşıkla beraber kederlenir… Hanıma çiçeklerin dert ortağı olduğu gibi…

…Şiirlerin her ikisini de tekrar tekrar okuyup, tahlil ettikten sonra böyle sevmek, böyle sıkılmak, o kaleyi yüceltip sonra içinde yalnız kalmak konusunu düşünüyorum. Yürek sızlamasının nedir çaresi? Başını rahat bırakmayan ağrıdan nasıl kurtulacaksın?! İşte bu soruların cevabı da şiirlerdedir. İlacı sevdiğinden istemelisin, ondan sormalısın… “Neyleyim?”. “Şimdi ben ne yapayım? diyerek…

Nigar Refibeyli:“Esen rüzgârın da yoktur vefası…”Ela gözlüm senden ayrı gecelerBir yıl gibi uzun olur neyleyim?Bahçemizde kızıl güller her seherErken açar, vakitsiz solar, neyleyim!Nergizlerin gözü yaşla dolduğunda,Menekşeler bakıp kederli olduğunda,Karanfilin gözü yolda kaldığındaYasemenler saçını yolar, neyleyim?Esen rüzgârın da yoktur vefası,Düşmüştür başına başka sevdası,Lalenin yırtılmış gamdan yakası,Saçları perişan olur neyleyim?Belki tez gelirsin, ilaç verirsin,Sümbüllerin saçını toplar örersin,Elvan çiçekleri kendin derersin,Gözleri yolda kalır, neyleyim?Çeker çiçeklerin gözü intizar,Ayrılıktan beter dünyada ne var,Bu bahar akşamı seni bak, NigarHazin hazin hatırlar, neyleyim?Resul Rıza:“Rüzgârlar da okşamıyor çiçekleri…”Günler geçti ağır ağırSenden ayrı.Yollarıma gece gündüzÇisil çisil keder yağıyorSenden ayrı.Kulağımda gülüşününŞelalesi senden ayrıHayalimde titrek, kırılganDudağının piyalesi senden ayrı,Deniz gelir dalga dalga,Kıvrım kıvrım.Döner geriSensiz görüp sahilleri.Rüzgârlar da okşamıyorÇiçekleri senden ayrı.Nağmeler desöylenmiyor Senden ayrı.Şarkılar da mırıldanmıyor Sensizlikte.Bulutlar da salınıyorHazin hazin.Hasretinden delileşmişKıvrımları mavi denizin.Kuşlar susmuş, ötüşmüyorSensizlikte,Şafaklarda kıpırdamıyorSensizlikte.Şimdi söyle, men neyleyim?

Enver’in Acısı

“Sen o kadar yalnızsın ki hiçbir vakit yalnız olduğunu bilmeyeceksin…”

Enver Memmedhanlı

Daha çocuk yaşlarımda edebi eser okuduğumda hayalimde sadece kahramanların görünüşünü, sesini, yaşadığı evi, binasını ve bahçesini, sokağını, şehrini değil, yazarını da canlandırmaya çalışırdım. Belki de çalışmıyordum… Sadece bazı sorulara cevap bulmak istiyordum. Sonraları kabartmaları araştımak, eserlerdeki sokakların aslını, orjinalini bulup karşılaştırmak gibi üzücü (tabii, benimle gezmeye çıkanlar için) özelliğim buradan geliyordu… Bu arayışımdan. Mesela, yazar penceresini açtığında hangi manzarayı görmüş ki bunu yazmış?! Onunla aynı binada filanca oturduğu için eserinde falanca adlı bir tip mevcut. Yazar laboratuarlarına sınırsız merakımı şimdi iyice anlıyorum. Bence yazar olma arzusundan geliyor. Tam olarak söylersem daha iyi yazma isteğinden! Sanki sevdiğim bir yazarın herhangi bir incelemesini, raporunu benimsemekle az kalsın “evrika” haykırmasına denk keşiflerimle,”bak bu tip falancanın tiplemesidir” diye tespitlerimin üstüne gitmekle amacıma doğru yaklaşıyormuşum. Şüphesiz, şimdi bütün bunların sadece çocukluk merakı olduğu anlaşılır ve o keşiflerimin yazarlığa değil, sadece okuyuculuğa, hassas okuyuculuğa doğru götürdüğünü de anlıyorum.

Bilmem niye, son zamanlarda bugün yüz yaşına basan Enver Memmedhanlı’yı okuduğumda hayalimdeki kahramanlarından daha çok kendisi, kendi görünüşü canlanır. Soğuk odalarda görüyorum onu! Birçok kitap rafı vardır. Duvarlar denilebilir ki görümüyor. Belki de odanın duvarları yok, öylece kitap raflarıyla kurulmuş dekorasyon… Enver Memmedhanlı’nın yaptığı dekorasyon. Her taraf kağıt mağıt, defterdir… Bir yanda bitirilmemiş hikâyelerin karalamaları, diğer yanda eserlerini tercüme ettiği yazarların kitapları… Başının üstünde Anar muallimin söylediği Demokles kılıcı asılmış. Ama yazar kendi işinin başındadır.

…Hangi işinde? Edebiyat işinde…Başka bir iş gelmiyordu işte elinden?! Daha doğrusu başından, ruhundan, yüreğinden… Enver Memmedhanlı’nın 1913 yılında Göyçay’da doğduğu doğrudur. Fakat kızmasalar yazarın doğum tarihini değiştirirdim.




Bence o dünyaya 1934 yılında gelmiştir. Fakat buraya kadar Gökçay’da iptidai mektebi bitirdikten sonra Bakı’da N. Nerimanov adlı Sanayi Ortaokulu’nda tahsil görür. İlk zamanlar Bakı’da makine fabrikasında daha sonra Azerbaycan Petrol Enstitüsü nezdinde ilmi araştırmalar merkezinde çalışır. Enver Memmedhanlı hayatının çözümleyici, kendi ve edebiyatımız için gerekli bölümü sadece burasıdır. Yazımın burasında! Anne-babalarının, yakınlarının bütün uyarılarına, itirazlarına bakmadan o, 1934 yılında tahsilini yarım bırakır, enstitütüden atılır… Azerneşr’in edebiyat bölümünde faaliyete başlar. 1936-38 yıllarında ise Moskova’da Sinema Enstitüsü’ne devam eder. Bunlar yazarın hayatının biyografik bölümleridir. Fakat bence onun biyografisinin asıl bölümüne bakılmamıştır. Geçtiği yolları gördüğünüzde, eserlerini ve hakkında yazılanları okuduğunuzda insanda şöyle bir düşünce oluşur. Sanki o, hayatını edebiyatın, sanatın içine gizlemiştir. Gerçeği zordur. Daha doğrusu gerçek dünyadaki zorlukların birçoğunu görmüştü. Savaş, kayıp, korku, hastalık… Hem de zamanla bu karmâşıklıkların hiç biri azalmıyordu, aksine daha da artıyordu! Belki de bu sebeple “Nasılsın?” sorusuna “Hayatım ağrıyor!”, diye cevap verirmiş. Ağrıyan hayata derman ise belli ki sadece sanat olabilirdi. Anar” “İzsiz” romanında şöyle yazar:

Bana öyle geliyor ki Enver Memmedxanlı’nın yalnızlığı – bütün ömrünü yalnızlık içinde, fakat kitapları, yazıları, notları arasında geçmiş, zengin, geniş değerlendirmelerinin ve inanılmaz bir hafızanın ürünü olan fikirler, fikrin tekamülünden doğan düşünceler, geçmiş ve çağdaş insanların tahlili ve ayrıca kendini tahlili – bütün ömrü bunlarla dolmuş Enver Memmedhanlı’nın insanlardan tecrit olmuş yaşayışı-işte bu yalnızlığın sınırı da yok….”

….Enver Memmedhanlı yalnızlığının tahlilini okuduğunda elle dokunulan, gözle görülen dünya azabından, kirinden, katılığından, zalimliğinden, adaletsizliğinden kurtuluşun kağıttan kalemden geçtiğine bir daha emin oluyorsun. (Elbette herkes için değil, bu tarzdaki yazar için)Yukarıda saydığım soyut duyguların hepsinin onun hayatında meydana gelmiş hadiselerle alakalı olması ilginçtir. Müsavatçı3 babayı her ana yitirme korkusu, 1937 yılının ürpertisi, esir düşmüş kardeşe yas tutmak, gammazlanmaktan, sansürlerden bezginlik, anlayışsızlar arasında bedbinlik vs. Bütün bunlardan Enver Memmedhanlı’nın acıları, şakaları, sohbetleri, eserleri, karşılaştığı haksızlıklar, yaşadığı edebiyat, gizlediği hayattan… Anar “Hayatım acıyor” povestinde4 yazarın karmâşık dönemi, karakteri, eserleri genişçe tasvir edilir (Acıyla tasvir eder. Enver’in yokluğu acısıyla!) ve bütün bunları şaşıramazsın. İşte böyle zorluklar yaşayan bir insan bu tarzda hoş, lirik, ılık eserleri nasıl yazabilir? Yine de aynı sahne gelir gözümün önüne…. İşte bu oda… Dört tarafı kitap rafı olan.Düvarın o tarafındaki gerçek dünyayı gammazların, ot gibi olanların sürgünleri, hasetleriyle birlikte unutturan dünya! Ama bütün yazdıklarının da hayatın içinden geldiğine, yaşananların süslenmiş olduğuna hiçbir şüphe yoktur!

…Enver Memmedhanlı yaratıcılığındaki savaş ve Güney Azerbaycan konusu da onun biyografisi sebebiyledir. O, 1942 yılının sonunda Kuzey Kafkas cephesinde, 416. Tümende hizmet eder. Sonraları Zaqafqaziya cephesine, oradan İran’a savaş gazetesi editörlüğünde özel huhabir olarak çalışır.

Onun Güney Azerbaycan hakkında yazadığı”Qızıl goncalar”, “Boyun bağı”, Kervan durdu” hikâyeleri “ ateş arasında” piyesi özellikle dikkati çeker.

Bu noktada savaş konusunda, ama çok farklı yazılmış “Buzdan Heykel” hikâyesini hatırlıyorum. “Buzdan Heykel” de Enver Memmedhanlı’yı okula gidenlere tanıttığı, sevdirdiği için ilgi çekicidir. Bence günümüzde buna birçoğunun, işte benim de sevgimin temelinde bu hikâye bulunur! Bu konuda o talihi açık bir yazar olduğunu düşünüyorum. İşte çocuğun sevgisi saf, küçücük yüreğin sevgisi beklentisiz olur. Şimdi yine o yılların düşüncelerine dönüyorum, ilginç bir mesele aklıma geliyor.” Buzdan heykel”i uzun yıllar çocuk hikâyesi diye değerlendiriyordum. Şimdi o çocuğu kaldırıp niçin böyle düşündüğünü nü bulmak istiyorum. İşte orada belini doğrultmak isteyen deve, boyunu kısaltmak isteyen zürafa ya da sahibinin elinden yemek yiyen küçük bir köpek yoktu… Peki bunun sebebi neydi? Hikâyeyi bir daha okunduğunda her şey belli olur. Enver Memmedhanlı bu hikâyeyi gerçekten de çocuklar için yazmış…Onlara ne kadar sevimli ve değerli olduklarını anlatmak için. Analarını anlatmak için… Mücadeleyi…Sevgiyi… anlatmak için!

bannerbanner