Полная версия:
Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür
“Alçak seni elimle boğacağım!” diye yatağa, Bidar’a doğru yürüdüm. Efser önüme dikildi:
“Dur!” dedi. “Alçak sensin!”
Sanki manyetize oldum. Hiddetten, hayretten, sarhoşluktan, asabiyetten çenem titriyor, dişlerim birbirine vuruyordu. Efser gözlerini gözlerime dikerek devam etti:
“Onun hiç kabahati yok. Onu buraya ben getirdim. Niçin getirdiğimi, niçin onu arzu ettiğimi sana söyleyeceğim. Vicdansızlığına, alçaklığına, namussuzluğuna bir de adilik, rezalet, gürültü katma!”
“Namussuz, alçak, vicdansız sensin!” diye mukabele edebildim. O büyük, kati bir itidalle asla ehemmiyet vermeyerek:
“Konuşuruz, hangimiz olduğunu anlarsın!” dedi. Sonra yatağın içinde doğrulan Bidar’a döndü:
“Haydi Bidar Bey siz gidiniz…”
Bidar bana hiç bakmayarak yatağın ayak ucunda duran ropdöşambrını aldı; çıktı. Efser karşıma geçti. Ben kuvvetsiz, sarhoş, gazup, mağlup, intikamını alamayanlara mahsus olan o acı yeise, ümitsizliğe kapılmış, kanepenin üzerine yığıldım. Oda, tavan, duvarlar etrafımda dönüyordu. Kalkmak, onun üzerine hücum etmek istiyordum. Fakat muktedir değildim. Hatta parmaklarımı bile oynatamıyordum. Bazı kâbuslarda olduğu gibi tamamen hissediyor, fakat asla hareket edemiyordum. Bir müddet bana baktı. Korkunç, uzak memleketlere mensup bir manyatizör katiyetiyle şu emri verdi:
“Şimdi kımıldayamayacak; söylenen şeyi anlayamayacak kadar sarhoşsun. Yarın merak ettiğin şeyi öğrenirsin. Sakın bir rezalet çıkarma. Sabaha ancak iki saat var. Sabret.”
***Sonra ne oldu bilmiyorum. Gözlerim kapandı, sızdım. Uyandığım vakit kendimi kanepenin dibinde; arka üstü uzanmış buldum. Başım çatlayacak gibi ağrıyordu. Dudaklarım yapışmıştı. Her tarafım acıyordu. Sanki ezilmiştim. Kalkmak istedim. Güçlükle doğruldum. kanepenin üzerine oturdum. Acaba gece gördüğüm şey bir rüya, bir kâbus muydu? Hizmetçi kıza seslendim; geldi. Hanımın nerede olduğunu sordum. Bidar Beyle beraber sabahleyin erkenden çıktıklarını söyledi. Şaşırdım. Ne yapmak gerekeceğini tayin edemiyordum. Bir müddet donmuş gibi durdum. Sonra hırsımdan ağlamaya başladım. Hiddet, âciz, yeis; ümitsizlik içinde ağlarken aklıma intihar etmek geliyordu. “Bu en muvafık!” diyordum. Ağladım, ağladım, ağladım! Nihayet gözümdeki yaşlar bitti; kanepeye uzandım. Düşünmeye başladım, aczimden iğreniyordum. Birden ayağa kalktım. “İntikamımı almalıyım!” dedim. Fakat nasıl? İşte bunu düşünemiyor, bunu muhakeme edemiyordum. Kapı açıldı. Yine hizmetçi kız göründü. Elinde küçük bir zarf vardı. “Hanımefendi giderken bunu bıraktı. Size vermemi tembih etti. Deminden unuttum.” diye vererek savuştu. Hemen açtım. Okudum. Efser annesinin evine gittiğini, bugün Bidar’ın da İtalya’ya hareket edeceğini, eğer namuslu bir adam olursam hareketinin esbabını bana izah edebileceğini, nazarında, namusumu kurtarmamın ancak kendisini boşamama bağlı olduğunu, yoksa bana cevap, izahat vermeye tenezzül etmeyeceğini yazıyordu. Aylarca düşündüm. Uykusuz geceler geçirdim. Neler düşünüyordum. Hepsini öldürmek, sonra intihar etmek… Facialar yapmak! Evet facialar… Hakiki, beyaz bir Otello olmak! Her elemi, her matemi, her yeisi teskin, tedavi ettiği iddia olunan zaman geçtikçe, muhakememi iade etti. Sakinleştim. Hissetmeden düşünmeye çalıştım. Efser’in niçin bana karşı bunu yaptığını merak etmeye başladım. Merakım gazabıma galip geliyordu… Sekiz aylık bir ezalı hicrandan sonra onu boşamaya karar verdim. Artık her şeyi anlayacaktım. İhtimal onun boşanma arzusunu yerine getirdikten sonra tekrar birleşmek, barışmak mümkün olacaktı. Heyhat! Dargın kimdi? Kimin barışması gerekiyordu? Bir sabah boş kâğıdını gönderdim. Üç gün sonra ondan uzun bir mektup aldım. Hıyanetinin esbabını anlatıyordu. İşte, azizim Müverrih Bey, bu mektubu aynen size yazıyorum. Rica ederim dikkatle okuyunuz.
***Beyefendi,
Bugün artık tamamıyla birbirimize yabancı bulunuyoruz. Boşanma ile beraber bütün müşterek mukadderatımız, karşılıklı vazifelerimiz iflas etti. Birlikte geçen hayatımıza ait hatıraları tekrar etmek tüylerimi ürpertecek derecede nefret verici ise de yine vazife duygusu bu ıstıraba katlanmaya beni mecbur ediyor. Son vaadimi icra edeceğim. Edilen vaat bence bir vazife olmuş demektir. Size hareketimin, Bidar’la muaşakamızın sebeplerini izah edeceğim. Biliyorsunuz ki Bidar bize geldiği zaman bir kız kadar mahcup, bir melek kadar âli, bir köylü kadar saf, mertti. Benim tahayyül ettiğim ahlaklı, namuslu gencin canlı bir resmi, bir timsaliydi. Onu küçük bir kardeş, onu muhterem bir mabut yavrusu gibi sevmeye başladım. Masumiyeti, doğruluğu, saf ahlakı bende derin bir his uyandırıyordu. Hâlbuki siz; ahlak iflasına uğramış; bozulmuş, hayvanlıktan başka her şeyi kaybetmiş, berbat, tahammül edilemez bir adamdınız. Akın yanında kara nasıl vuzuh ile göze çarparsa Bidar’ın yanında da sizin kokmuş maneviyatınız müteaffin bir levs harabesi gibi tezahür ediyordu. Ben sanki birden uyanmıştım. Sizin ruhunuzu görmek, tanımak istedim. Bu ruh, katiyen bir insan ruhu değildi. Sizde din, duygu, ahlak, fazilet, teessür kabiliyeti yoktu… Bu bir domuz ruhu idi. Yalnız şehveti, hayvanlığı takdir ediyordu. İnsanlık şekliniz bu karanlık ruha ikinci bir karanlık daha ilave etmişti: Bu da hodbinlik, hodgâmlıktı. Bana olan müfrit meylinize dikkat ettim. Tarassut, tahlil, tetkik ettim. Bunun da katiyen aşk olmadığını anladım. Meyliniz sırf şehvetten bana münhasıran malik olmak gururundan hasıl olmuş bir zevkten ibaretti. Hareketleriniz, konuşmalarınız, düşünceleriniz, hasılı her şeyiniz gayriahlaki idi. Ben bunların hepsine tahammül edecek, sizi tashihe çalışacak, “Talihim! Talihim!” diye müteselli olacaktım. Fakat o gece… O gece ki şenaatler üstünde ahlaksızlığınız… “Hangi gece?” diye düşünmeye lüzum görmezsiniz sanırım. İyice hatırladınız. Ah işte hâlâ yüreğim çarpıyor. Ellerim sararıyor, yüzümün kızardığını duyuyorum. Evet bana karşı en umumi, en namussuz, en hayasız bir kadına layık görülemeyecek bir harekette bulundunuz. Çılgınca bir itisaf ettiniz. Bidar’ın bu cinayette isteyerek bir dahli olmadığına kani idim. Ah kalbimden, ruhumdan vurulmuştum! Lakin elemimi, tahammül edilmez kalp ağrımı büyük bir metanetle sakladım. Sizden intikam almaya karar verdim. Sizin bütün maneviyatınızın, maddiyatınızın muhassalası hodgâmlık, şehvetti. Size başkasıyla muaşaka ettiğimi gösterince birincisini yaralayacak, sizden ayrılınca ikincisini yıkacaktım. Ben de böyle hareket ettim. Bidar şüphesiz odamıza kendi kendine giremezdi. Mutlaka onu siz getirmiş, bu korkunç ahlaksızlığa teşvik etmiştiniz. Buna kani idim.
Aklımda, hatıramda vaktiyle derin bir iz, bir nefret duygusu bırakan bir vaka bana plan hizmetini ifa etti. Bu Kandül’ün hikâyesiydi. Kütüphanemden Heredot’un tarihini aldım. Bu vakayı belki yüz defa daha okudum. Kandül’ün ahlaksızlığı, hodbinisi de tıpkı sizinki gibiydi. Hatta dekorlar bile benziyordu. Sanki bu, müstehcen piyesi binlerce sene sonra siz tekrar oynamak istediniz. Mahvedilen bendim, ilk sahnesini, ilk perdesini, oynadığınız bu piyesin ikinci perdesini itmam etmek hakkı bana isabet ediyordu. Bana bir aktör, bir intikam şeriki lazımdı. Bu da ancak Bidar olabilirdi. Ben onu nasıl kandıracağımı düşünür, size emelimi ihsas etmemeye çalışırken, siz her şeyden habersiz, yine o mahut, adi sıfatlarınızla, hani o ancak bir dondurma, bir yemek, bir tatlı için kullanılan kelimelerinizle beni metheder: “Ah Efser’ciğim; ne nefis, ne lezizsin!” diye hayvanlığınızın tufanı içinde boğardınız. Bir gün siz yoktunuz. Bidar’ı yalnız yakaladım. Odamıza götürdüm. Girmeye tereddüt ediyor, “Salonda otursak.” diyordu. Gündüz yatak odasıyla salonun pek farkı olmadığını, lakin geceleri büyük bir fark olması gerektiğini manalı bir tebessümle söyledim. Cevap veremedi. Ona meseleyi doğrudan doğruya açsam inkâr edecek, belki bu müşterek intikama rıza göstermeyecekti. Pencerenin içinde duran Herodot’un tarihini aldım.
“Size bir şey okuyacağım, fakat dikkatle, gayet büyük bir dikkatle dinleyeceğinizi vadeder misiniz?” diye sordum. Biraz mütereddit:
“Vadederim!” dedi.
Kanepeye oturduk. Son derece dikkat etmesini tekrar rica ettim. Yirminci sayfayı açtım. Kelimeleri müfrit bir vuzuhla telaffuz ederek, cümlelerin nihayetinde manalı tevakkuflarla durarak okumaya başladım. Okuduğum yer ancak bir buçuk sayfa idi. Bu bir buçuk sayfayı işte aynen, harfi harfine, size tercüme ediyorum:
Bu hükümdar zevcesine o kadar meftuh idi ki onu dünyanın en güzel kadını sanıyordu. En ehemmiyetli sırlarını tevdi ettiği, çok sevdiği zabitlerinden birisine Vasilüs’ün oğlu Jijes’e şiddetli sevdasına zebun, zevcesinin güzelliğini mübalağa ederek anlatırdı. Az vakit sonra Kandül (felaketten içtinap edemiyordu) Jijes’e şu nutku irat etti: ‘Bana öyle geliyor ki zevcemin güzelliği hakkında benim söylediklerime inanmıyorsun. Gözler kulaklardan daha çabuk inanır. Ne yapıp yapıp onu çıplak görmeye çalış.’
Jijes: ‘Ne akıl almaz söz haşmetmaap!’ diye haykırdı. ‘Bunu düşünmediniz mi? Bir esire melikesini çırılçıplak görmesini emretmek! Bir kadının, üstünden, hayasını esvaplarıyla beraber çıkardığını unuttunuz mu? Takibe mecbur olduğumuz ahlak, edep kaideleri içinde en mühimi bir adamın kendisine ait olmayan kadına bakmamasıdır. Bütün kadınların en güzeline malik olduğunuza samimiyetle mutmainim. Fakat yalvarırım, benden böyle ayıp bir şey istemeyiniz.’
Kralın teklifini, başına bir felaket geleceğinden korkan Jijes böyle reddediyordu. Kral: ‘Emin ol Jijes,’ dedi, ‘ne Kralından kork, (bu teklif senin için bir tuzak değildir) ne Kraliçenden. O sana hiçbir fenalık yapmayacak. Öyle bir tertip yapacağım ki hatta senin kendisini gördüğünü bilmeyecek. Seni yattığımız odaya, açık kalan kapının arkasına saklayacağım. Kraliçe, çok geçmeyecek; beni takip edecek methalde bir yer vardır ki soyundukça esvaplarını oraya koyacak. Böylece onu tamamen görebileceksin. Soyunduğu yerden yatağa doğru ilerleyeceği vakit, arkası senden tarafa dönmüş olacağından, bu esnada görünmeden dışarı çıkıver.’
Jijes bu tekliften yakasını kurtaramadı. İtaate mecbur kaldı. Kandül onu yatılacak saatte odasına götürdü. Kraliçe gecikmedi, geldi. Jijes soyunurken onu seyretti. Yatağa gitmek için arkasını dönerken yavaşça dışarı çıktı. Fakat Kraliçe, Jijes çıkarken onu gördü. Kocasının yaptığını anladı. Bu hakareti sükût ile hazmetti. Kandül’den intikam almaya karar vererek bir şey bilmiyormuş gibi göründü. Zira bütün eski kavimlerde olduğu gibi Lidyalılarca da çıplak görünmek, hatta bir erkek için bile en büyük fezahattir.
Kraliçe fikrini belli etmeyerek müsterih kaldı. Fakat sabah olunca en sadık zabitlerinin muavenetini temin etti. Jijes’i çağırdı. Jijes kraliçesinin işten haberdar olmasına ihtimal vermeyerek, her vakitki gibi emrine tebean geldi. Huzuruna çıkınca bu melike ona dedi ki: ‘Jijes, işte iki yol ki birisini takip etmeye müsaade ediyorum. Hemen şimdi karar ver. Ya Kandül’ü katledip benimle evlen, Lidya tahtını eline geçir. Yahut çabuk bir ölüm, Kandül’ün hukukuna küçük bir riayet için, bundan sonra seni yasak olan bir şeye bakmaktan menedecek. İkinizden birisinin mahvolması lazımdır… Ahlakı tahkiren sana bu tavsiyeyi veren yahut beni çıplak gören sen!’
Jijes biraz dilsiz gibi durdu. Sonra böyle bir intihaptan affı için yalvardı. Kraliçeyi tatmin edemediği, mutlaka kendisini öldürmek yahut kendisini mahvetmek gerektiğini görünce kendi hayatını tercih etti. Kraliçeye: ‘Mademki,’ dedi, ‘arzuma muhalif olarak efendimin katli için beni icbar ediyorsun, öğret bana, nasıl onun üzerine elimi kaldıracağım.’
‘Beni sana gösterdiği aynı yerde üzerine atılacaksın, uyurken hücum edeceksin.’
Kraliçe böylece Jijes’i tuttu. Onun hiç kurtulmak çaresi yoktu. Ya kendisini ya Kandül’ü mahvetmesi gerekiyordu. Kraliçe gece olunca onu elinde bir hançerle oraya kapının arkasına soktu. Kandül henüz uyumuştu. Jijes onu hançerledi. Karısını, tahtını zaptetti…”
***Kitabı kapayarak yanıma koydum. Bidar’ın yüzüne baktım. Sapsarı idi. Titriyordu; teselli verdim.
“Sizde kabahat yok.” dedim. “Nafile sıkılıyorsunuz. Kabahat tamamıyla Kandül’dedir.”
Bidar hiçbir şey söylemedi. Biraz dalgın durdu. Sonra birden diz çökerek; ayaklarıma kapandı, af istemeye başladı. Ellerinden tuttum, kaldırdım. Yanıma oturttum: “Siz susunuz, bana müsaade ediniz.” diye ağlamaya başladım. Mebzuliyetle akan gözyaşları, birbirini takip eden hıçkırıklar arasında sordum: “Jijes benim intikamımı alacak mı?”
Zavallı saf! Bütün bütün sarardı. Ölecek zannettim. Dudakları titriyor: “Oh mümkün mü; kan, kan; bir cinayet!” diyordu. Ben elimin tersiyle gözyaşlarını silerek ahlaklı ruhumun nasıl yaralandığını anlatmaya başladım. Söylüyor, söylüyor, elemle teheyyüçle hıçkırıyordum. Eğre Kandül’den intikam almazsa vakıa kendisine bir şey yapamayacağımı, fakat behemehâl kendimi öldüreceğimi söyledim, onu inandırdım. Sizi intikam için öldürmeye lüzum yoktu. Bir darbe ile ahlaksızlığınızın cezasını vermek kâfi idi. Bu da evvela hodbinliğinize indirilecek bir darbe ile başlayacaktı. Sonra boşanma, sonra Bidar’la izdivaç… Sizin üstünde oturulacak bir tahtınız yoktu. Hasılı Bidar’ı kandırdım. Aramızda gayet muazzam bir sevişme başladı. Bu hakiki bir aşk idi. Asla sizin hayvanlığınıza benzemiyordu. Sanki tatlı, kıymetli bir şiir mecmuası içinde yaşıyorduk. Benim için pek lezzetli olacak intikam saatini tayin etmeye çalışıyorduk. Yukarıda yazdığım gibi planımı Herodot’un kitabından çıkardım. Yalnız Bidar, Jijes gibi, sizi öldürmeyecekti. Benimle gayrimeşru bir temasta bulunuyor, beni –Fransızca manasıyla– öpüyor gibi görünecekti. Bu hâli size bir meşhut cürüm gibi gösterecek, hodbininizi insafsızca yaralayacaktık. Bütün itminan içinde sizi bir müddet mustarip ederek boşanmayı temin edecektim. İşte bu da oldu. Evlenmemizi bekleyebilirsiniz. Şunu da biliniz ki bugüne kadar Bidar bana elini sürmedi. Yatakta onu benimle yatıyor görmüştünüz. Fakat bu hazırlanmış bir tablo idi. Hatta o kadar hazırlanmış ki fazla vakalı, entirikli olsun diye o gece dışarı çıkarken, zorla size revolverinizi vermiştim. Hâlbuki fişeklerini gündüzden çıkartmıştım. Bidar’a attığınız kurşunlardan hiç birisi ateş almadı. Hatırlıyorsunuz ya? Hasılı benim maksadım sizin adiliğinizden, ahlaksızlığınızdan doğan içten, yakıcı hiddetimi teskin etmek, sizden intikam almaktı. Yoksa namussuzluk, nefsine uymak, aşk falan değil… Namussuzluğu katiyen kabul etmem! Eğer namussuz yaşamaya biraz istidadım olsaydı sizinle yaşardım. Ben gayet namuslu bir kadındım, daima namuslu kalacağım. Bana yaptığınız itisafa mukabil hayvanlığınızı yaralamak, boşanmayı temin etmek için size gösterdiğim yatak tablosu hakikatte Eflatunî idi. Siz anlayamadınız. Bununla beraber o gece benim yatağımda gördüğünüz adam yarın meşru kocam olacaktır. Artık en mülevves, bedbinane bir inanış -şüpheniz demiyorum, çünkü o zekilere mahsustur. – ahlaka uymaz boş bir iftira derecesini asla tecavüz etmeyecektir.
Efser Bidar***Bu mektubu okuduktan sonra, hayretten, şiddetten büsbütün sersemlemiştim. İçimdeki acı büyüyor, daha zehirli bir tesir hasıl ediyordu. Tamamen mağlup idim. Kımıldayamayacak derecede yaralanmıştım. Hemen o meşum Herodot’un tarihini aldım. Ömrümde ilk defa bu kitabı görüyordum. Yirminci sayfayı açtım. Okudum. Ne benzeyiş! Oh bu tıpkı, tıpkı benim hareketimdi. Ben de biçare Kandül gibi onun emsalsiz güzelliğini ikinci bir şahide göstermek, harikulade meftunluğumu tatmin etmek istiyordum.
Fakat o… O… Barbar mahluk bunu bir cinayet telakki etti. İntikam aldı. Vakıa beni öldürtmedi. Keşke öldürtseydi… Bu kadar mustarip olmaz, elemim, azabım Kandül’ünki gibi bir iki dakikalık geçici bir hançer darbesinden, acısından ibaret kalırdı. Hâlbuki bana vurulan intikam hançeri Kandül’ün nasibinden daha müthişti. Ben sağ, aciz kalıyordum. İfratla prestiş etmekten başka bir kusurum olmadığı hâlde o vücudun Jijes’e ait olduğunu görüyordum.
Evet bu mektuptan bir ay sonra Bidar’la evlendiler. Aradan seneler geçti. Ben ise hâlâ, her sabah uyanırken, her gece yatarken elimden kaçırdığım Efser’i tahayyül ederek ruhumun derinliğine namütenahi, zehirli hançerlerin saplandığını duyuyorum. Mukaddes kitaplar tarafından tasvir olunan cehennemlerin o öldürmeyen fakat asırlarca yakıp kavuran ateşi gibi bu hançerler beni her gün öldürmeden, kıvrandırıyor, çırpındırıyor.
Unutmak, maziye lakayıt kalmak, ehemmiyet vermemek istiyorum. Fakat mümkün mü? Duygularımıza, düşüncelerimize galebeyi arzu etmek kadar masumane bir hülya olamaz. Efser’le, Bidar’ı unutmak istedikçe daha ziyade düşünüyorum. Yeşimi en ziyade şiddetlendiren şey hiç kabahatim olmamasına inanışımdır. Ben ne yaptım? Binlerce sene evvel bir başkası tarafından izhar olunmuş bir aşk hadisesini haberim olmadan; gayriihtiyari tekrar ettim. Maziyi dolduran namütenahi vakalardan birisi benim başımda tekerrür etti. Ah söyleyiniz, hiç kabahatim, kusur sayılacak bir cürmüm var mı?
Bu ezelî tekerrüre ben nasıl mâni olabilirdim? Mazide barbar, vahşi kavimlerin, bizimkiler gibi hiçbir hakka, tabiata istinat etmeyen münasebetsiz itikatları olduğu gibi Hint, Yunan medeniyetleri gibi insanın şevki tabiilerini tahkir etmeyenler de vardı. Onlar çıplaklığı bir fezahat değil hatta cinsin muhafazası için en âli, en esaslı bir safhası olan tenasül filini saklanılacak bir cinayet telakki etmeyerek alenen takdis, tahsin ediyorlardı. Hâlbuki bugün bu tabii, bu medeni günlerden ne kadar uzağız. Elde olmayan bir tekerrür affedilmez bir cinayet sayılıyor. Medeniyetimiz suni bir vahşete, cehalete, zulmete doğru gidiyor. İşte ben de bu cehaletin yaşayan bir şehidiyim.
Şimdi sevgili müverrihim “Tarih ezelî bir tekerrürdür!” fikrinize ne kadar samimiyetle iştirak ettiğimi, iştirak etmekte ne kadar haklı olduğumu anladınız ya? Artık müsaade ediniz de susayım. Hür düşünenlerin, vicdan cesaretinden mustarip olan biçarelerin, bilhassa zavallı kendimin tesellisi mümkün olmayan matemlerini tutayım…
İNAT
Görünmez bir peri kervanı gibi, bize bazen fena neşeler, sevinçli matemler, bazen hayırlı kederler, gamlı saadetler bırakarak, üstümüzden geçip giden senelerin eli yalnız saçlarımızı ağartır, yalnız çehrelerimizi değiştirir sanırsınız? Hayır! Hislerimiz, fikirlerimiz, itikatlarımız, muhabbetlerimiz de eski hâlinde kalmaz. Değişir… Hem o kadar değişir ki, ilk saf şekillerinin tamamıyla zıddı bir kıyafete girer. Filozofun “Hayat nihayetsiz bir tahavvüldür.” sözü ne soğuk bir hakikattir! Ben değişen maddi, manevi mefhumlar içinde en ziyade “darbı mesel” namını verdiğimiz atasözlerine acırım! Mesela; “Evdeki pazar çarşıya uymaz.” değil mi? Yaşadıkça “Evdeki pazarın çarşıya değil hatta sokak kapısının önündeki ayak satıcısına bile uymadığını” öğreniriz. Atasözlerinden sonra, değişen şeyler arasında en acıdığım “Müşterek hikmetler, umumi hükümlerdir.”
“Ne gibi?” mi diyorsunuz?
“İnat eşekte olur.” gibi.
Evet, bu nevi orta malı hükümlere o kadar merbutum ki… Nazarımda bir tanesi iflas etti mi mukaddes mabedinin kubbesinden kafasına bir taş düşen müminin elemini duyarım. Hâlbuki birçok insan bu ruhani elemi duyamaz. Eski bir mefhumun, bir itikadın, bir zannın iflasına, bir fikrin ölümüne “tecrübe” derler. Tecrübe… Ey tecrübe… Mesela işte ben, çocukluğumdan beri “inat eşekte olur” hükmünün bir mümini idim. Bu iman sebebiyle bütün eşeklere karşı derin bir hürmet beslerdim. Nerde bu mübarek hayvanlardan birisine rast gelsem şedit bir meftuniyetle bakar:
“Aman Yarabbi! Ne karakter, ne seciye!” derdim. ‘Sadakat’ faziletinin monopolunu alan kıtmir cinsi gibi eşekler de “inat”ın tröstünü yapmışlar sanırdım. Bu zannım geçenlerde dehşetli bir tecrübe neticesinde iflas etti. Bakınız, nasıl?
Bir gün canım çok sıkılıyordu. Odamda, yapayalnız “Ne yapayım? Ne yapayım?” diye kıvranıyordum. Ansızın vicdanımda harsımızın ulvi sesini, bestelenmemiş millî bir opera parçası hâlinde duydum, güftesine dikkat ettim:
Ayağını sıkı tut;
Başını serin… diyordu. Hemen fırladım. Çoraplarımın üzerine bir yün çorap daha geçirdim. Ayaklarımı kışlık fanila terliklere soktum. Başımı da terkos musluğunun altında beş dakikadan ziyade tuttum. Hakikaten, canımın sıkıntısı biraz geçer gibi oldu. Yine odama geldim. Fakat harsımızın sesi hâlâ susmuyor, vicdanımda cırcır ötüp duruyordu. Tekrar kulak kabarttım. Diyordu ki:
Eline bir iş al,
Düşünme derin…
Etrafıma bir göz gezdirdim. Elime alacak bir şey yoktu. “Düşünmeden ne iş yapılabilir Yarabbi?” diye başımı kaşıdım. “Derin düşünme”nin yalnız kârsız değil, aynı zamanda gayet zararlı bir ameliye olduğunu da biliyordum. Nihayet buldum, düşünmeden dünyada yapılacak yegâne şeyi buldum. Üstü tozlanmış yazı masamın önüne geçtim. Hokkamın mürekkebi mayi benliğini havaya feda etmiş, “kuruyup buhar” olmuştu. Elime bir kurşun kalem aldım. Ne yaptığımı tahmin edersiniz… Bir “hikâye” yazdım. Keşke yazmakla kalsaydım! Tuttum bu hikâyeyi bastırdım da… Basan mecmuayı daha aldırmadan evime büyük bir zarf geldi. Yüreğim yerinden oynadı. Büyük zarftan kim korkmaz? Titreyerek açtım. Heyecandan tıkanıyordum, dört geniş satır… Okumadan imzaya baktım: “Efruz…” Korkum geçmedi, hayret hâlinde devam etti. Çünkü Efruz Beyin “Ömründe hiç yazı yazmayan şifahi bir muharrir” olduğunu bilenlerdenim. “Belki şakirtlerinden birine yazdırmıştır.” ihtimalini düşünerek şaşkınlığımı hafiflettim.
Biliyordum ki Efruz Bey, yalnız “şifahi bir muharrir” değil, aynı zamanda şiirsiz meşhur bir şair, esersiz meşhur bir dâhi, ilimsiz meşhur bir âlimdir. Kanatsız kuş, kambursuz deve, gagasız leylek gibi bir harika… Anpedik münekkitliğiyle metasyantik icazı da üstüne caba… İlmi de alenen inkâr eder. Birtakımlarının “Tahaddüs” diye lisanımıza geçirmelerine rağmen halkın, muhterem avamın “işkembei kübra” terkibiyle tercüme ettiği “intuition” onun tükenmez bir hazinesidir. Önüne gelene: “Ben ilim falan tanımam. Mantık, usul falan hepsi efsanedir! Yaşasın entuvisyon! Her mesele işkembei kübra ile halledilir” der. Dünyanın hiçbir tarafında bir eşine daha tesadüf ihtimali olmayan bu kadar orijinal bir dâhinin mektubunu nasıl merakla, nasıl şevk ile, nasıl heyecanla okuduğumu tasavvur ediniz. İşte, hâlâ kelimesi kelimesine hatırımda… Ölsem aklımdan çıkmaz:
“Azizim,
Siz Türkçe bilmiyorsunuz. Son hikâyenizde psikoloji hatasıyla müterafik büyük bir lisan yanlışı gördüm. Vatanperverane bir mecburiyet tahtında size yazıyorum; atlardan bahsediyorsunuz, sonra ‘… Başlarını kaldırarak kişniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya çalıştıkları toprakların nemli çimenlerini otluyorlardı.’ yazıyorsunuz. Bu yanlıştır. ‘Çimen’ otlanılmaz, ‘çayır ’ ot lanır. Psikoloji hatasına gelince: Atların tırnaklarını sürdükleri çimenleri otlamalarına içtimai ahlakları, örfleri mânidir. İhtiramlarımı kabul buyurunuz, efendim.”
Yüzüme sanki bir semaver, kaynamış su döküldü. Yanaklarım yandı. Dudaklarımı ısırdım. Gözümün bir tanesini kırptım. Sol elimi hızla oyluğuma çarptım: “Vay anasını be…” dedim. Hakikaten Efruz Bey benim zayıf tarafımı bulmuş, fena yerimden yakalamıştı. Hikâyeci geçindiğim hâlde atların psikolojileriyle uğraşmamıştım. Hâlbuki bu lazımdı. Atların içtimai ahlaklarından, maşeri orflarından haberim yoktu. Feci bir nedametle “Ah cahillik!” diye inledim. İşte böyle bir gün adamın hatasını şakkadak suratına vururlardı! Fakat lisan yanlışı! “çayır” otlanırmış da “çimen” otlanmazmış. Efruz Beyin entüvisyonu yani “işkembei kübrası” bu hükmü veremezdi. Ben ne vakit lisana dair bir müşküle rast gelsem, hemen merhum Cevat Paşanın “Millî akademi” usulüne müracaat ederim. Malum ya, Paşa meşhur kavaidini yazarken evine birçok cahili toplar, fiilleri onlara tasrif ettirir, edatları onlara tekrarlattır imiş! Ev halkını karşıma çağırdım. Hepsi İstanbulluydu. “İttifakı ara” ile Türkçeden başka bir dilden anlamıyorlar, elifi görseler mertek sanıyorlardı. İçlerinde en kuvvetli cahil aşçı Asiye kadındı. Evvela ona sordum:
“Gözünün önüne bir çayır getir. Bu çayıra bir sürü aç at bıraksalar… Bu aç atlar ne yapar?”
“Otlar, efendim.” dedi.
“Neyi otlar?”
“Çimenleri.”
“Çayırları otlamaz mı?”
“Evet efendim, çayırlıktaki çimenleri otlar işte…”
Hepsine ayrı ayrı tarzda sordum. Çayırla, çimeni birbirinden ayırt edemiyorlardı. Hatta evlatlığımız afacan Makbule bir de misal getirdi:
“Çayır, çimen gezerim.
İnci, mercan dizerim…” dedi. Asiye Kadına tekrar sordum:
“ ‘Atlar çimenleri otlar.’ diyorsun; yeşil ota çimen demek istiyorsun. Pekâlâ! Fakat at çimenden başkasını otlamaz mı?”
“Otlar beyim.”
“Ne otlar?”
“Yonca…”
Kadıncağızı şaşırtmak için kurnaz bir mümeyyiz kayıtsızlığı göstererek:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов