
Полная версия:
Perili Köşk
Tramvay yürürken bu vicdan ezici mağlubiyet ve perişanlık manzarasını görmemek için artık dışarısını seyrediyordu. Yalısına yaklaşmıştı. Neden sonra tekrar dikkat etti. İşte aksi gibi bir fesli geçmiyordu. Hep şapkalı, şapkalı, şapkalı… Kendi kendini teselli etmek, bütün bütün yeise ve ümitsizliğe bırakmamak istedi:
“Garip tesadüf?” dedi. “Bu kadar yolda bir feslinin geçmemesi pek garip…”
Küçük, zarif yalısı ölmüş gibi sessizdi. Bütün panjurlar kapalıydı. Bahçeden geçti. Taş merdiveni çıktı, çana bastı. Hizmetçi kız geldi. Kapıyı açtı. Asabi bir istical ile sordu:
“Madam nerede?”
“Sabahleyin araba getirtti. Dışarı çıktı.”
“Primo?”
“O da madamla beraber gitti…”
“Madam bir şey söylemedi mi?”
“Hayır…”
İçeri girdi. İki yol sandığı hazırlanmıştı. Demek Grazya yolculuğu düşünüyordu. Burasını ilk defa görüyormuş gibi duvarlara, perdelere, möblelere, eşyalara bakıyor, hayret ediyordu. Bütün bu muhitte Türk hayatına, Türk ruhuna ait bir gölge, bir çizgi bile yoktu. Birden Bursa’daki çocukluğunun geçtiği baba evini hatırladı; sofada rahat ve beyaz örtülü divanlar vardı. Odalar gayet temiz ve halı dolu idi. Kubbe tarzında yapılmış nakışlı tavanda, asılı yaldızlı kafesinin içinde bir kanarya daima öter; merdiven başındaki ceviz ağacından eski ve guguklu saat, alaturka saat başlarını haykırarak onun gürültüsünü keserdi. Babasının odası gözünün önüne geliyordu. Buraya selamlık da derlerdi. Alçak sedirleri ve kalın halılarla döşeli olan bu geniş oda ağır vişne rengindeki perdeleriyle biraz karanlıkça idi. Duvarlarda eğri ve altın kakmalı kılıçlar, kamalar, piştovlar asılı idi. Hatta bir gün babası bu kılıçlardan birini indirmiş, kınından çıkararak ona birtakım siyah lekeler göstermiş:
“Bunlar ne? Biliyor musun?” diye sormuştu.
O ne olduğunu anlamayarak:
“Çok kirlenmiş, temizletelim.” cevabını vermişti.
Hâlâ duyuyor gibi oluyordu; o vakit babası gülümsemiş ve büyük eliyle minimini sırtını okşayarak:
“Hayır oğlum.” demişti. “Bunlar kir değil! Bunlar düşman kanı… Bu kılıç bize dedelerimizden kaldı. Babam da, ben de onunla harbe gittik. Bu kılıç yedi muharebe gördü. Üzerindeki düşman kanı en büyük kıymetidir, temizlenmez…”
Sonra bir gün yalnızken hizmetçiye diğer kamaları ve irili ufaklı kılıçları indirtmiş, kınlarından çıkararak bakmıştı. Hepsi, hepsi kanlıydı ve bu kanlar düşman kanıydı… Yine bu odadaki baş sedirin üstünde etrafı ipekten ve sırmalı çevrelerle süslenmiş büyük bir levha vardı, iki sütun üzerine, kırmızı ve ince çiçekler içine yazılmış olan bu satırları daima okur, hatta ezberlerdi. Bu sert ve temiz, sanki altın ve çelikten yapılmış bir kaside idi. Mertlik nasihatleri veriyor, mert bir Türk ruhundan saçılıyor, iffet, namus, metanet, istiğna tavsiye ediyordu. Bazı mısraları işte aklına geliyordu:
Geçme namert köprüsünden, ko aparsın su seni!Korkma düşmandan ki, ateş olsa yandırmaz seni!Müstakim ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!Son mısra bir nakarat gibi tekerrür ederdi. Babası ne kadar genç dururdu! Gelen misafirler, ağalar da ona benzerlerdi. Bu levha güya kalplerinin, ahlaklarının tercümesiydi… Harem tarafı da hayalinde dalgalanıyor, başı yeşil örtülü annesiyle, daima yere bakan, omzunda hale gibi pembe bir atkı taşıyan mukaddes hemşiresini görüyordu. Şimdi bu muazzez vücutlardan, kendi aslından, esaslarından ne kadar uzaktı! Tahsilde iken babası ve annesi ölmüştü. Amcasının yanına giden hemşiresi, orada yerlilerden birine varmıştı. Kendisi on senedir ne Bursa’ya gitmiş ne akrabalarını görmüş; hatta mallarını bile İstanbul’dan gönderdiği bir vekil vasıtasıyla sattırmıştı.
Hayalinden uyanıyor, etrafına bakıyordu. Duvarlarda esatire ait resimler, eski Roma ve Yunan manzaraları vardır. Askıda Primo’nun mektebe giderken giydiği geniş hasır şapkası, ortadaki yuvarlak masanın üzerinde Progres ve Journal de Salonique gazetelerinin nüshaları duruyordu. Buradan kaçmak istedi. Ama hangi odaya gidecekti… Yukarı çıksa Mösyö Vitalis ile Madam Vitalis’in büyük kıtadaki resimleriyle karşılaşacaktı. Salona girdi. Bir pencere açtı, panjuru itti. İçeriye aydınlık doldu. Oh… İstemeyerek duvarlara göz gezdirdi. Garibaldi’nin, Victor Emmanuel’in resimleri müsterih ve muzaffer iki hâkim gibi ona bakıyorlardı. Diğer mukabil satıhlarda Vatikan’ın, Napoli’nin yağlı boya manzaraları asılmış duruyordu. Ve bu ev kendisinin idi… Düşünüyor, düşünüyor, düşündükçe iki gündür farkına vardığı mevcudiyetinin aşağılığını, sefaletini, adiliğini, mefkûresizliğini anlıyor; kaybettiği kavmiyeti, unuttuğu milliyeti, kıymeti, kıymetini takdir edemediği esasları için acı bir matem duyuyor:
“Ah ne kadar zavallı imişim!” diyordu.
Bu vicdan azapları içinde geçen yarım saat ona bir gün gibi göründü. Kapının zili çalınınca bütün vücudu titredi. İşte Grazya geliyordu.
Parmaklarının uçları üşüdü. Boynu hareket içinde kaldı. Başı kaşındı. Dayanılmaz bir ıstırap duydu. “Keşke fikrimi mektupla yazsaydım!” diye düşündü. Fakat işte artık vakit yoktu. Grazya dışarıda şapkasını çıkarıyor ve hizmetçi kıza kendisini soruyordu. Şimdi kapıyı açacak, içeri girecekti… O ne yapacaktı? Ne söyleyecekti? Nasıl konuşacak, sabahleyin verdiği kararı ona nasıl anlatacaktı? Bu tereddüt ezası çok sürmedi. Grazya kapıdan girdi. Solgun bir tebessümle:
“Bonjur dostum, niçin burada oturuyorsun?” dedi.
Yüzü sararmış ve güzel burnu biraz daha büyümüş ve uzamış gibiydi. Arkasında ince kahverengi bir manto vardı. Sol elinin eldivenini çıkarmaya çalışıyordu.
Kenan şuursuz bir cevap verdi:
“Hiç…”
“Dün gece niye gelmedin?”
“İşim vardı.”
“Nerede idin?”
“Otelde!”
“Oh, ne kadar merak ettim.”
Ve yanına oturarak merakının ıstıraplarını nakletti. Bir kolunu aşk ve zevk dakikalarında olduğu gibi Kenan’ın omzuna atmıştı. Cümlelerin nihayetlerinde bu koluyla onun başına dokunuyor, hafif bir sallantı yapıyor, sanki muhatabını böyle teshir ve tenvim ediyor, varlığını benimsiyordu. Kenan on senedir içine yuvarlandığı esirlik uçurumunun hâlâ dibinde bulunduğunu ve buradan kurtulmanın pek güç olduğunu görüyordu. Seviyorum zannettiği bu siyah gözlü latif kadın, hakikatte, asliyle, esaslarıyla, kavmiyetiyle kendisine ne kadar yabancı ne kadar uzaktı! Ve hatta bir düşmandı… İlan olunan harpten bahsediyordu. Kenan dinliyor ve sükûnetini bozmuyordu. Grazya, bu sabah tercüman ile konuşmuştu. Hiç kimsenin bilmediği, gazetelerin yazmadığı havadisleri öğrenmişti. Ecnebi siyasi memurlar her şeyi biliyorlardı. Yalnız Türklerin bir şeyden haberleri yoktu. Tercüman sır olarak söylemişti; bu sene içinde Şark meselesinin en mühim noktaları hallolacaktı. İngiltere, Almanya, Fransa, hasılı bütün Avrupalılar birbirleriyle tamamen anlaşmışlardı. Fas, Fransa’nın oluyor; Almanya’ya Afrika’dan başka bir müstemleke verilmekle beraber Anadolu’da serbest bırakılıyor; İngiltere, İtalya’ya Trablus’un acele zaptını tavsiye ediyordu. Trablus, İtalya’nın olurken Acemistan da Rusya ve İngiltere tarafından taksim edilecekti. Birkaç ay sonra Rumeli’nin her tarafında bombalar patlamaya başlayacak; Girit Yunanistan’a bağışlanacak, Arnavutluk’a, Makedonya’ya, Suriye’ye, Arabistan’a muhtariyet verilecek; Sultanlık Avrupalıların himayesine alınarak Türkiye’de “beynelmilel bir idare” tesis olunacaktı… Avrupa’nın programı bu idi!
Grazya, bunları mufassal ve çabuk anlatıyor, tercümanın korkularını tekrar ediyordu. Şimdi hükûmet yine Türklerin elinde idi. Ve bu gençler ahaliyi heyecana getirmek, haşin ve müşterek bir ruh yaratmak maharetine vakıftılar. Şark meselesinin hâlline teşebbüs olunduğu esnada, hükûmet ellerinde bulunursa büyük felaketlerin zuhuru muhakkaktı. Çünkü ihtiyar Türklerle birleşecekler, Rumeli’de ve Anadolu’da muharebe etmeye kalkacaklardı. Birçok katliama intizar etmek gerekiyordu. Bir iki hafta içinde Trablus’un zaptı heyecanıyla mebuslar, hükûmeti devireceklerdi. Bütün konsoloslar, yeni kabinenin Avrupa fikirli, Avrupa’da tahsil görmüş, âdemimerkeziyet, yani muhtariyet taraftarı, hakiki hürriyeti, yani Avrupa himayesini ister, milliyet taassubundan ari muhâlif muktedir mebuslardan teşekkül edeceğine emindiler. Bu kabine, askerleri öldürtmeden Trablus’ta İtalya’nın hakkını ve hâkimiyetini tanıyacak, Girit için manasız ve tehlikeli ısrarlarla büyük devletleri ve Yunanistan’ı üzmeyecek; Arnavutluk’a, Makedonya’ya, Suriye’ye istedikleri muhtariyeti verecek, maliyesini Avrupalılara teslim ile “tamamiyet-i mülkiye”sini son defa bir kerre daha tasdik ettirecek, hasılı Şark meselesini mesut siyasetle kan dökülmeden bitirecekti… Bütün limanlar açılacaktı. Mezopotamya işletilecek, Avrupa’nın büyük sermayeleri hep koşacak, her tarafa şimendiferler yapılacak, buralar Mısır gibi ticaret ve zenginlik memleketi olacak, Türkiye de artık bütün iratlarını vahşi ordusu ile donanmasına sarf etmekten vazgeçecek, hakiki terakki yolunu tutacaktı. O vakit ne taassup ne cehalet kalacaktı. Avrupa medeniyeti galebe çalacak, sert ve muharip milyonlarca yarım vahşiler, muti ve yumuşak ameleler hâline gelecekti. Ama tercüman korkuyordu… Korkuyordu ki, hükûmet yine Genç Türklerin elinde kalmasın! Bunlar gayet mağrur, cahil ve şoven idiler. Avrupalıları hiç sevmiyorlardı; ihtilalden, kan dökmekten, boş yere müdafaa ve inattan çekinmezlerdi. Barbarca cesur idiler. Hatta on iki saat içinde İtalyanları, Türkiye’den kovmaya kalkışmışlar, boykotaj ilan ederek İtalyan ticaretini zarara uğratma serseriliğini göstermişlerdi…
Grazya, şuh ve müheyyiç kadınlara has, mufassal talakatle uzatarak anlatıyor, Kenan kesmeden dinliyor, ölmüş gibi hareketsiz duruyordu. Tercüman herhâlde iki üç ay içinde Selanik’i terk etmenin pek münasip olacağını da söylemişti, İstanbul gayet emindi. İtalya’ya, yahut ecnebi bir memlekete gitmeliydi… Grazya pasaportlarını bile hazırlatmıştı.
Sordu:
“Ne vakit hareket edeceğiz Kenan, yarın mı?”
“Nereye?”
“Mısır’a, İstanbul’a ya da İtalya’ya…”
Kenan cevap vermedi. Bize daima büyük ve sarsıcı heyecanlardan, büyük kederlerden, büyük meyusluklardan sonra gelen o derin müdrik sükûn, o cesur soğukkanlılık, mizacını birden değiştirmiş, ağırlaştırmıştı. Şimdiye kadar neslinin düşmanı olan bu ecnebi kadınla, vatanının zaptı ve iflasını hoş ve muvafık gören bir Garplı ile nasıl yaşamıştı şaşıyordu…
Grazya ilave etti:
“Yüzüme ne tuhaf bakıyorsun… Hem söylemeyi unutmuştum, dün babamdan da bir telgraf aldım. Selanik’ ten mutlaka çıkmamızı yazıyor.”
Kenan başını çevirip pencereden dışarıya bakarak:
“Ben buradan bir yere gitmem!” dedi.
Grazya inanamadı:
“Nasıl, Selanik’te mi kalacaksın?”
“Tabii…”
“Ya ben?”
“Sen de…”
Bu esnada Primo içeri girdi. Yavaş yavaş yürüyordu. Mütefekkir ve solgundu. Gözleri uzaklara bakıyor gibi küçülmüş ve derinleşmişti. Annesi onun yanında münakaşayı münasebetsiz gördü.
Hiddetli ve sert bir tavırla:
“Haydi dışarı bakayım Primo!” dedi. “Gizli bir şey konuşuyoruz…”
Çocuk itiraz etmedi. Sararmış babasıyla, dudakları titreyen ve eldivenlerini çıkaran annesine bir şey söylemeden çıktı. Evet böyle olacaktı. Primo sanki bilmiyor muydu? Dünü düşünmeye başladı. Mektebe gitmemişti. Sabahleyin İttihat Bahçesi’nde buluştuğu Rum çocuklarıyla rıhtımdan balık tutmaya çalışıyordu. Mektep arkadaşlarından Orhan’ı yazlık tiyatronun önünde gördü. Gazete okuyordu, yanında biraz büyücek bir Türk çocuğu daha vardı. Kendisini çağırmıştı. Bu bir Türk paşasının oğlu idi. Mektepte bütün arkadaşlarına hükmeder, Frenklerden hiç korkmazdı. Acaba niçin çağırıyordu? Yanına gitti.
Orhan onun elinden tuttu, sordu:
“Senin baban Türk değil mi?”
Primo kızardı:
“Niçin soruyorsun?”
“Soruyorum, neden inkâr ediyorsun? Senin baban Türk mühendisi değil mi?”
“Evet…”
“O hâlde sen de Türk’sün!”
Primo Türkçe bilmiyordu. Orhan Fransızca söylüyordu. Ona elindeki Genç Türklerin beyannamesini tercüme etti. Şimdi Türklerle İtalyanların muharebe ettiğini anlattı. Anlatırken coşuyordu; Türkler dünyanın en cesur, en asil, en kavi milleti idi. Krallar, hükümdarlar, hakanlar, beyler, emirler nesliydi. Asırlarca bütün Asya’ya hâkim olmuşlar, Atilla Avrupa’yı ezmiş, köpek gibi inletmişti. Türkler medeniyet yollarını açmış, her yere kahramanlık, temiz kan, saf ahlak, teceddüt ve istifa götürmüşlerdi. Dünyanın en büyük hükûmetini Cengiz kurmuş, bu büyük Cengiz neslinden ayrılan küçük bir kısım, Şarki Roma’yı Bizans İmparatorluğu’nu yıkmış, Anadolu’yu zapt etmiş, oradaki müteferrik Türkleri birleştirerek ta Viyana’ya kadar gitmişti. Birkaç asır evvel Avrupa’yı terbiye eden bu nesle, Osmanlı Türklerine şimdi hepsi birden, bütün Avrupalılar saldırıyorlar, mahvetmek için uğraşıyorlar; fakat muvaffak olamıyorlardı. Şimdi de hepsi onları Afrika’daki müstemlekelerden çıkarmak istiyordu. Ama çıkaramayacaklardı. Türklerin ne kadar kuvvetli olduklarını, ne kadar mağlup olmaz bir kuvvet olduklarını tekrar anlayacaklar ve düşünmeye başlayacaklardı. Bütün Avrupa’nın teşvikiyle İtalya ortaya atılmıştı. Onun zırhlıları çoktu!
Orhan “Ah, bizim de olsaydı!” diyor, fakat karada bir şey yapamayacaklarını, denizden içerilerinin İtalyanlar için mezar olacağını söylüyor, Türklerin eski deniz muharebelerini, vaktiyle Akdeniz’i bir Türk gölü yaptıklarını, bütün paşa babasından, mülazım ağabeysinden duyduğu şeyleri çocukça büyüterek, mübalağalaştırarak, uzun uzadıya hikâye ediyordu… Primo mütelezziz oluyor ve dinliyordu. O an kendi babası da bir Türk olduğu için derin bir iftihar duydu… Rıhtımdaki Rum çocukları onun bir Türk çocuğu ile saatlerce konuşmasını kıskandılar. Çağırdılar. Aldırmadı.
Yine çağırdılar. Tekrar çağırıyorlardı.
Orhan:
“Oh bu sinekler!” dedi. “Bir şey yapamazlar, yalnız taciz etmesini bilirler.”
Ve ilave etti:
“Bunlar bizi rahat bırakmayacaklar; haydi dışarı çıkalım, sonra yine gireriz.”
Primo hiç itiraz etmedi. Orhan’la beraber bulunmaktan o kadar haz ediyordu ki… İşte Türk olmayan arkadaşları içinde onun kadar güzeli ve sevimlisi, hususiyle kuvvetlisi yoktu. Kırmızı fesinin altındaki siyah saçları, esmer çehresi, al yanakları daima ileri ve yüksekten bakan parlak gözleri, hemen bir şeyin üzerine hücum edecekmiş gibi dik ve çevik duran cesur tavrı, ona küçük ve mukavemet olunmaz bir kahraman hâli veriyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов