Читать книгу Nokta (Омер Сейфеддин) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Nokta
Nokta
Оценить:
Nokta

5

Полная версия:

Nokta

“Ah, bu dünya…” dedi.

Susuyorduk. İki senedir sanki hiçbir şey değişmemişti. Bir an içinde “Türkiye idaresindeki Selanik’e gidiyorum.” hayaline kapılıyor ve kapıyı kırmızı fesli bir kondüktörün açacağını bekliyordum. Ve bilmem nasıl mantıksız bir cesaretle Serezli ufak bey korkmuyor, içimizden birisinin Yunan hafiyesi olabileceğine ihtimal vermiyordu.

“Acaba buralarını ne vakit Türk askeri gelip alacak?” dedi.

Ben daima bilmek, öğrenmek, anlamak, tanımak, anlatmak istemediğimiz şeylerin üstüne attığımız basmakalıp bir sözü ağzımdan kaçırdım:

“Allah bilir!”

İhtiyar hocanın önündeki şık ve iri genç kalın ve al burnunu küçük parmağının uzun tırnağıyla kaşıyarak:

“Allah’ın bildiği malum bir şey!” diye güldü. “Lakin kul da bilir ki artık buralara Türk ayağı basamaz.”

“Niçin basamasın?” diye haykırdım.

Uyuklayan beyaz sakallı hoca uyandı. Başını kaldırdı. Bize ayrı ayrı baktı. Ben Yunanistan’da olduğumu unutmuştum. Ağaçlar, hendekler pencerelerin arkasından hızla geçip gidiyordu. Şişman ve pek zengin olduğu hâlinden anlaşılan beyefendi etrafına bakınarak:

“Yavaş konuşsak.” dedi ve bana dönerek devam etti: “Oğlum, eğer iftihar olunacak bir şeyse hiç zahmet çekmeden ben de sizin kadar Müslüman ve mutaassıp olabilirim. Mülkiye-i Şahane’den8 çıktım. On sekiz sene kaymakamlık ve mutasarrıflık ettim. İşte size söylüyorum ki Müslümanların yaşamaya hakkı yoktur. Ve Türkler asla bir daha buralara gelemez. Türkiye’de ağzıma alamayacağım hakikatleri burada sizden saklamaya lüzum yoktur. Zira hür ve medeni bir hükûmet arazisindeyiz. Ne şu muhterem hoca efendi ve ne de siz dinsizliğimi, İslamlığın aleyhinde olduğumu iddia ederek kafamın kesilmesini, asılmamı isteyecek bir evvel zaman adaletini burada bulamazsınız; medeniyetleri, terakkileri, itilaları, tarihleri hep dinler yapar. Dinler bir kainatı yıkar, yerine, ikinci bir kainat kurar. Fertlerin bütün hareketlerindeki esasları kımıldatan, içtimaiyatta büyük ana hatlarını çizen dindir. İslamlık ise fertlerindeki cemaat ve milliyet temayüllerini bozarak hepsini karanlık bir taassubun görmez körlüğü içinde yaşatır. Sözüme şahit işte bütün dünya yüzündeki Müslümanlık… Yüz milyonlarca Müslüman ve bizim milletimiz olan elli milyon Türk hâlâ on üç, on dört asır evvelki hurafeler ve efsanelerle çırpınıyor. Rusya’daki Türkler, Bosna Hersek, Rumeli, Hive, Buhara, Acemistan, Türkistan, Efganistan, Bulucistan, Hindistan, Mısır, Trablus, Sudan, Tunus, Cezayir, Fas, Sahra-yi Kebir, Zengibar, Cava, Somali, Sumatra… Daha sayayım mı? Hasılı bütün İslamlık bugün inkişaf etmiş, kuvvetlenmiş, ilerlemiş Hristiyan milletlerin boyunduruğu altında… Yalnız bizim Türkiye’nin yalancıktan bir istiklali var. Ama ne istiklal! Gümrüklerine on para zam edemez. Düşmanlarıyla rahat bir muahede yapamaz. Payitahttaki Hristiyan mekteplerinin içine giremez. Hasılı İslam tarihinde okuduğumuz yüz şu kadar İslam hükûmetinin mahvına sebep olan amiller hâlâ Türkiye’de duruyor. Aynı kanunlar, aynı şeylere tesir edince neticeler de aynı olur. O hâlde Türkiye’nin de diğer Müslüman hükûmetleri gibi mahvolacağı, tarihten namının silineceği ve biz Türkler de bütün Müslümanlar gibi yakında İstanbul’u alacak olan Hristiyan efendilerimize sadakatle dua ederek hayatımızı diğer dindaşlarımız gibi miskin miskin taassup, cehalet ve rezalet içinde geçireceğimiz muhakkak ve…”

Bu ateşli ve mutaassıp bir dinsizdi. Ona kıyaslama yaparken hissine ve taassubuna kapılmamasını tavsiye edecektim. Susmasını, lafının sonunu bekliyordum. Serezli genç bey kafasını zayıf omuzlarının arasından çıkarmış, güzel ve şahane gözlerini açmıştı. Mülkiye-i Şahane mezunu eski mutasarrıfın birdenbire sözünü kesti:

“Ya Mehdi? Mehdi çıkmayacak mı?”

“Hangi Mehdi?”

“Hangi Mehdi olacak? Daha onu bilmiyor musun? Mehdi çıkacak. Müslümanların başına geçecek. Gâvurların hepsini öldürecek. Bütün dünyayı Müslüman yapacak.”

Şişman beyefendi tombul ve beyaz elleriyle karnını tutarak gülüyor, al yanakları pençe pençe kızarıyordu.

İhtiyar hocanın karşısındaki genç de zavallı Serez Beyi’nin saflığına gülmekten kendisini menedemiyor:

“Ey küçük bey, bu Mehdi ne vakit çıkacak?” diye eğleniyor, “Bari yakında gelecekse nafile çiftliklerimizi yok pahasına gâvurlara satmayalım.” diyordu.

Lokomotif düdüğünü çalıyordu. Ben “Mehdi” bekleyen saf çocuğu nasıl müdafaa edeceğimi düşünüyordum, öbür köşedeki beyaz ve büyük sarıklı ihtiyar ve sakin Hoca Efendi doğruldu. Büyük, derin ve küçük gözlerini açtı. Siyah ve kalın cübbesinin temiz eteklerini düzeltti. İlk defa ağzını açıyordu.

“Mehdi’ye gülüyorsunuz ha…” dedi

Ben arzın dümdüz olduğunu, balığın üzerinde öküzün boynuzunda tıpkı bir tepsi gibi durduğunu fenle ispata kalkacak bunak bir yobazın Mehdi hakkında saçmalayacağı budalalıkları duymamak için başımı pencereye doğru çevirdim. Hoca Efendi yabancı olmadığım garip bir tecvidin ağır ve hususi ahengiyle lafa başladı. Ama ben de artık dışarı bakamadım. Onu canı gönülden dinlerken Serezli genç bey gibi benim de ağzım birkaç santimetre açık kaldı.

“Bu Mehdi kimdir, biliyor musunuz evlatlar? Gaip olan on ikinci imam! Bütün Müslümanlar onun gelmesini bekliyorlar… Bu şüphesiz bir hayal. Bu hayalin nereden ve nasıl tesirlerle çıktığını size söyleyeyim: İslamlık bir mefkuredir, öyle ali, metin, yüksek bir mefkure ki taarruz… Her Müslüman, İslam olmayan memleketleri almak, oralarını Müslüman yapmak emelini besler. Zaman fitneler ve nifaklar arasında geçmiş. İslam hükûmetleri birer birer inkıraz bulmuş. İslamlar esir düşmüşler. Fakat her esir Müslüman’da İslamilik mefkuresi şuursuz bir anane, bir ümit, bir emel bırakmış. Esirliğin ağır ve ateşli zincirleri altında inleyen her Müslüman bir halas, bir necat gününden ümidini kesmemiş. Ve bu ümidinin fiile çıkarılmasını tekrar bir gün meydana çıkacak olan on ikinci imama, Mehdi’ye atfetmiş. Bu Mehdi İslam selikasının şuursuz bir emniyetle beklediği halasçı, hadidir. Acaba hakikaten böyle bir halasçı çıkıp bütün Müslümanları esaretten, zulüm ve itisaftan kurtaracak mı? Bütün İslam diyarlarında, Rumeli’nin, Asya’nın, Bulgaristan’ın, Hindistan’ın köylerinde, Afrika’nın hediyelerinde Müslümanlar hep bir halasçıyı, bir Mehdi’yi beklerler. Mehdi’ye dair birçok masal, hikâye vardır. Bunlara büyük ve perişan bir ümmetin yaralanmış ruhunda uyuyan en hüzünlü, en garip ve muhteşem şiirler de karışır. Ak minare vesair gibi… Lakin bu Mehdi sahiden gelecek mi? Hayır ve evet… İslam ruhu şuursuz bir safiyet ve emniyetle her halasçı gibi sivrilen kahramana bu adı verir. Fakat o muvaffak olamayınca ‘mehdi’ kelimesi ‘mütemehdi’ olur. Yine hakiki Mehdi beklenilmeye başlanır. Ama… Ama, hayır… Öyle bir Mehdi zuhur edip bütün İslamları birleştirerek müstevlilerinden bir anda intikam alamayacaktır. Lakin bu esirlik de kıyamete kadar sürecek mi? Hayır, hayır… Mutlaka bir gün İslamların öcü alınacaktır. Ama nasıl? Buna büyük ve mukaddes kitabımız Kur’anı Kerim cevap veriyor. Diyor ki: ‘Ve likülli kavmin hâd.’ Evet bütün kavimlerin kendilerine mahsus hâdîleri vardır. Onları hidayete eriştirir. Mesela Bosna Hersek’teki Müslümanları, halife gidip kurtaramaz. Onlar çalışırlar, içlerinden bir fedakâr, birçok fedakâr çıkar. Silaha sarılırlar. Esirlikten kurtulan Hristiyan milletlerin halasçılarını taklit ederler. Cezayir’dekiler, Fas’takiler, Tunus’takiler, Sudan’dakiler, hatta Mısır ’dakiler de öyle. Başka yerlerdekiler de öyle.. Kendi içlerinden, kendi kavimlerinden kurtarıcı hâdîler yetişecek, mensup oldukları kavmin başına geçecekler. Sonra… Esirlikten kurtulan, kafaları ilim ve akıl tutmaya başlayan İslam milletler, Hristiyan milletler gibi, aralarında bir ‘beynelmileliyyet’ teşkil edecekler ki işte bu ‘İttihad-ı İslam’ mefkuresinin hakikatidir. Artık bu ‘İslam beynelmilliyeti’ mefkuresi hakikat hâline girince ‘Hristiyan beynelmileliyyeti’ yani Avrupalılar, zayıf ve himayesiz buldukları küçük İslam kavimlerin üzerine hep birlikte yüklenemeyecekler. İşte bu muvazeneden dünya yüzünde ancak o vakit ‘hak ve hukuk’ doğacaktır. Bir kavmin hadileri o kavmi gaflet, cehalet, idraksizlik uykusundan uyandıranlardır. Biz Türkler, kurtarıcılarımızın elindeki mukaddes ve hidayet şulelerinin aydınlattığı millî bir mefkureye doğru yürüyecek, altında inlediğimiz zincirleri kıracak, diğer Türk olmayan İslam kardeşlerimizin bile imdadına yetişeceğiz. Ve bizim gibi her İslam kavim de kendi hâdîsini beklemekte haklıdır. Bu müjdeyi biz Müslümanlara Kur’anı Kerim vermiştir. Evet işte Kur ’anı Kerim elimizde… Bir Mehdi yoktur. Fakat birçok hâdî olacaktır.

Avam o tek ve hayalî Mehdi’yi beklerken biz, Türk, Arap, Fars ve diğer İslam mütefekkirleri kendi hâdîlerimizi, hakiki Mehdileri beklemeliyiz. Ve onların zuhur edip etmeyeceklerinden bir an için olsun şüphelenmemeliyiz…”

Bilmem hangi istasyonda durmuştuk. Trenin kapısı birdenbire açıldı ve ihtiyar hoca susuverdi. Esmer bir kondüktör silindir şapkalı bir Rum’a:

“Buyurunuz.” diyordu.

Bu herif bize tarif olunamayacak derecede derin bir nefret ve istikrahla bakarak, Rumca:

“Fakat burada Türkler var!” diye durdu.

Suratını ekşiterek hepimizi ayrı ayrı süzdü. Kahraman kondüktör hemen yararlığını gösterdi:

“Haydi bre… Öbür başa toplanın. Burada pencerenin önünde mösyö rahat edecek…”

Hoca ile karşısındaki genç yüzlerini yere eğerek bizim tarafımıza gelip sıkıştılar. Giren şık ve küstah mösyö şapkasını çıkarıp, ayaklarını karşıki kanepenin üstüne uzattı. Âdeta yattı. Sigarasını yaktı. Tek gözlüğünü takarak bize bakmaya başladı. Sözünü tamamlayamayan ihtiyar hoca yaralı ve can çekişen düşkün bir aslan gibi yeniden uyuklamaya başlamıştı. Şimdi biz, yine, o yalnız esir ve perişan Müslüman memleketlerinde duyulan yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sükûnuyla susuyorduk.

Yolcu mösyö, cigarasının küllerini üzerimize fırlatıyor, tükürüyor, sonra avazı çıktığı kadar Bizans İmparatoru ve Yunanistan Kralı XII. Konstantin için bestelenmiş Fransızca bir şarkıyı haykırıyordu.

Biz susuyorduk… Tren seyrek ve fasılalı ağaçlıkların arasından geçiyordu. Ve Türklerden kalma sarı badanalı eski karakollar, bu yollardan kaçarken mahvolmuş gafil bir milletin dinsiz ve yıkık mabetleri gibi ikişer üçer kilometre ara ile sıralanmış hâlâ duruyordu. Susuyorduk. Zannederim hepimiz –hatta İslamlıktan ümidini kesmiş olan açık fikirli mahut şişman mutasarrıf mazulü bile– hepimiz mukaddes kitabın her kavme vadettiği hâdîleri düşünüyor. Türklerin mehdisinin ne vakit çıkacağını kendi kendimize soruyorduk. Yolcu mösyö Türklüğe ağza alınmaz küfürlerle kafiyelenmiş Rumca şarkılar da bağırmaya başlamıştı. Biz susuyorduk. Biz susuyorduk. Ve benim gözlerim hep o beyaz bir felah ve ümit fecrinin uzak bir aksi gibi parlayan beyaz sarığa, ihtiyar hocanın uyanık bir dalgınlıkla sallanan büyük ve nurlu başına dalıyordu…

BOYKOTAJ DÜŞMANI

Akşam tam sofraya oturacağı vakit Rum hizmetçi kızın verdiği küçük ve kırmızı bir kitap bütün sinirlerini altüst etmişti. Bu bir propaganda risalesiydi. Her sayfasında: “Ey Türkler! Paralarınızı yerli Yunanlılara vermeyin. Yunan donanmasının dörtte üçünün Türk parasıyla yapıldığını yine kendileri söylüyorlar. Kardeşlerinizle, Türklerle alışveriş edin. Yoksa mahvolacağız, açlıktan öleceğiz, ezan yerine camilerde çanlar uluyacak. Uyanın, uyanın…” deniliyordu. Bu ne demekti? Artık bu heriflerin küstahlıkları nerelere kadar gidecekti?

İşte kendisi gibi din ve bilhassa milliyet taassubundan tamamıyla kurtulmuş medeni ve centilmen bir adamın kapısını da çalıyorlardı. İştahı tıkandı. Bir lokma yemek yiyemedi. Hatta gece hiç uyuyamadı. Sabahleyin erkenden kalktı. Bu muzır ve tehlikeli kitabı mahallenin polis komiserine götürdü ve “Anasır-ı Osmaniye”nin arasına fesat tohumu eken hu canileri bulmasını talep etti. Komiser sarışın ve tombul bir efendi idi. Onun uzun boyuna, dar ve tahta gibi düz göğsüne, kesik bıyıklarına, siyah ve dolgun gözlerine baktı.

“Evvela biraz hiddetinizi teskin buyurunuz efendim…” dedi ve taaccüple sordu:

“Bu kitabı bırakmak cinayet midir beyim?”

“Şüphesiz cinayet…” diye haykırdı.

Elleri titriyordu, kolundaki pardösüsünü çiğniyor ve düşmanını yere seren bir kahraman azametiyle başını yukarı kaldırıyordu. Komiser uykudan yeni kalktığı için hâlâ mahmurdu. Ürktü. Tekrar ona derin derin baktı. “Acaba büyük bir adam mıdır?” diye düşündü.

“Siz kimsiniz, ismi aliniz efendim?”

“Mahmut Yesri…”

“Zabit misiniz efendim?”

“Hayır.”

“Kâtip mi?”

“Hayır.”

“Herhâlde tüccar değilsiniz. Yoksa pansiyoncu musunuz?”

“Hayır, ben gazeteciyim.”

Komiser onun gazeteci olduğunu duyunca, sanki üzüldüğüne, biraz ehemmiyet verdiğine pişman oldu. “Aranır, bulunursa bulunur, bulunmazsa ne yapalım? Haydi arş, dışarı! Burada sizin işiniz yok…” diye onu kovmaktan beter etti.

Karakoldan çıktı. Vapura daha vakit vardı. Orfanidis’in pastacı dükkânına girdi. İki kadeh likör içti. Ah bu matbuat kanunu… Büyük Boşo, Büyük Kozmidi gibi mebusların sayesinde yaşayan eski hürriyet olsaydı, bir başmakale ile bu hayvan komiseri ne hâle koyardı. Bu komiser değil, âdeta bir boykotajcı idi. Aleyhinde bulunamayacağını bildiği için kendisine ıslak bir tavuk kadar ehemmiyet vermemişti. Ve üzerine de zımni bir hakaret… Yoksa pansiyoncu musunuz ha? Demek yalnız pansiyoncular Yunanlıları seviyorlardı. Bu zihniyet ne müthiş bir felaketti! Medeniyet, insaniyet, edebiyat, ilim, felsefe ve fen Yunan ve Rum muhabbetinden başka bir şey miydi? Dünyada bu milletten asil, bu milletten necip, bu milletten kibar bir millet daha var mıydı? Likörünü içiyor, dışarıya, geç kalmış tembel bir baharın hararetsiz güneşiyle parlayan sokağa bakarak düşünüyordu. Varlık, saadet, şiir, musiki, zevk… Her şey, her şey Yunan’ın, Yunanlığın idi… Bunu inkâr etmek barbarlıktı. Dedelerimiz şimdiki serseriler gibi “Turan, Turan…” diye bağırmıyorlar, kendilerine “Ehl-i Rum” diyorlar, şairlerine “Şair-i Rum” adını veriyorlardı. Ve Nedim… Artık bugün böyle büyük bir şairin yetişmesine imkân var mıydı? Bu dâhi “ Yunan aşkı”nı halis bir Rum gibi, Arapça, Acemce terkiplerle ne güzel anlatıyor; hamamda genç bir oğlanın vücudunda incelenen terleri nasıl ilahî ve esatiri bir şevkle terennüm ediyordu. Milliyetperverler Rum ve Bizans “Dersaadet” i öldürmek, yerine kaba bir “İstanbul” yapmak istiyorlardı. Bu ne yamyamca bir hareketti. Türklük kabalık demekti; Yunanlılık ise incelik… Larousse bile “Turquerie” kelimesine kabalık, sabalık manasını veriyordu. Onların Altaylarına, Turanlarına, Gültekinlerine, Kızılelmalarına, Bozkurtlarına, Alageyiklerine, Çamlıbellerine neşideler söylenirken uğursuz boykotaj da mukaddes Yunanlılığın üzerine tüy dikiyordu. Kadehini ağzına götürdü. Nihayetine kadar içti. Dudaklarını mavi kenarlı beyaz mendiliyle silerken alçak sesle:

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Poligami: Çok eşlilik.

2

Poliandri: Bir kadının birden fazla erkekle evlenmesi.

3

Müta nikâh: Bir kadınla para karşılığı belli zaman evli yaşamak.

4

Civil marriage: Resmi nikâh.

5

Promiscuite: Karmakarışık, rastgele cinsî münasebet.

6

Monogami: Tek eşlilik.

7

Libre penseur: Serbest düşünür.

8

Mülkiye-i Şahane: Siyasal Bilgiler Okulu.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

bannerbanner