Читать книгу Külah (Омер Сейфеддин) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Külah
Külah
Оценить:
Külah

4

Полная версия:

Külah

“Yahu…”

“Efendim?”

“Biraz içeri gel.”

Abdestini yeni tazelemişti. Titreyerek kapının önüne gitti. İtikâftan hiç çıkmayan kocasını ne vakitten beri görmemişti. Mandala bastı. İçeri girdi. İmadeddin Efendi kıblenin karşısında, seccadesine diz çökmüş, sarı iskelet elleriyle, önüne çöreklenmiş bin birlik bir tespihi çekiyordu. Köşede küçük bir iskemle üstündeki sönük kandilin titrek ziyası beyaz sakalını, renksiz yüzünü, madenî bir küsuf nuruyla yaldızlıyor, odadaki kabir sükûnunu sanki daha ziyade ağırlaştırıyordu.

“Burada mısın?”

“Evet, efendim…”

Yine karısının yüzüne bakmıyordu. Naciye Hanım yıllardan beri işitmeye işitmeye artık tamamıyla unuttuğu kocasının “dünya kelamını” ruhunun bütün iştiyakıyla dinledi:

“Bahçenin köşesine üç arşın derinliğinde bir mezar kazdır. Ben altmış üç yaşını bitirdim. Artık yere gireceğim. Ölünceye kadar orada ibadet edeceğim.”

!..

“Allah senden razı olsun. Şimdiye kadar benim itikâfımı bozmadın. Artık oraya da eskisi gibi nafakamı bırakırsın.”

“Başüstüne efendim!”

İmadeddin Efendi yine ezelî zikirlerine başladı. Naciye Hanım diri diri yere girecek olan kocasının dehşetli ulviyetinden şaşalayarak kapıdan çıktı. “Çile”nin bundan korkuncu olabilir miydi? Hıçkırarak ağlıyordu. Tombul elleriyle trabzanları tutuyor, gözyaşlarıyla bozulan abdestini çabucak tazelemek için yuvarlana yuvarlana merdivenleri iniyordu. Yarın erkenden bekçiye kazıcıları bulduracaktı.

***

Fakat bu gece Kötü Tahsin pusulayı şaşırarak kendini ayaklarının himmetine bırakmıştı. Bu yumurta ökçeli, bol paçalı ayaklar onu mahallesine getirdi. Öğleye kadar Gümüşhalkalı’da, öğleden sonra Sandıkburnu’nda kafayı çekmişti. Bastığı yeri görmüyordu. Tersi dönmüştü. “Aksaray’a teyzeme gidiyorum.” diye farkında olmayarak Fatih’e doğru yürümüş, o duvar senin, bu duvar benim, kendini ta evinin önünde bulmuştu. Tokmağı eline geçiremedi. Bir kibrit çaktı. Yeşil kapıyla tek mermer basamağı görünce güldü, “Vay ölüsü kandilli moruğun evine gelmişim be…” dedi. Gece yarısı çoktan geçmişti. Gök simsiyahtı. Sokağın içindeki evlerin hiçbirinde aydınlık yoktu. Yalnız uzaktan, köşe-başındaki tozlu bir belediye feneri bozuk kaldırımların üstünde çamurlu gölgeler oynatıyordu. Kötü Tahsin içeri alınmayacağını iyice bilirdi. Hem babasının kudsiyetinden de ürkerdi. Kendinden geçmiş bir sarhoş azmiyle, tekrar Aksaray’a gitmeyi düşündü. Ayakta duracak hâli yoktu. Bir saat daha nasıl yürüyebilirdi? “Ben varıncaya kadar sabah olacak.” dedi. Mermer basamağa çöktü. Dirseklerini dizlerine dayadı. Fesini çıkardı. Gür saçlı başını ellerinin içine aldı. Şöyle şuracıkta sızıvermek… Ne tatlıydı! Hem dinlenirdi. Hava da güzeldi. Vakıa biraz serindi. Ama onun içi yanıyor, tutuşuyordu. Yutkundu: “Ah bir bardak su…” Dikkat etti. Bir musluk şırıltısı duyar gibi oldu. Hâlbuki yakında çeşme filan yoktu. Kulak kabarttı. Karanlık sükûnu dinledi. Dinledi. Bu bir şırıltı değil, pek derinden gelen ahenktar bir mırıltı idi. Etrafına bakındı. Gözlerini yukarı kaldırdı. Bir an nefes almadı. Duyduğunun ne olduğunu anlayınca güldü. “Bizim moruk…” dedi, “Uçacak ölüsü kınalı…” Sonra bedmest bir neşe ile haykırdı:

“Uç mübarek, uç!..”

Uçup da kendisini mirasına kondurmadığı mübarek babasına karşı çocukluğundan beri beslediği kini yine olanca şiddetiyle duydu. Karmakarışık küfürler savurmaya başladı. Mermer basamağın soğuğu karnına sancıdan bir bıçak gibi saplanıyordu. Sızamadı. Duruyor, duruyor, mecalsiz hamlelerle başını yukarı kaldırarak bağırıyordu:

“Uç mübarek, uç!..”

***

“Uç mübarek, uç…”

Zikrini keserek bin birlik tespihine dehşetle sarılan İmadeddin Efendi gözlerini faltaşı gibi açtı. Tıkandı. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Etrafına bakındı. Hiçbir şey göremedi. Duvarlar boştu. Tavanda kandilinin belirsiz aydınlığı dalgalanıyordu. Acaba aldanıyor muyum? diye düşündü. Olanca dikkatiyle kulağını kabarttı. Duyduğu sedanın gayet derinden, gayet yüksekten aksettiğini işitti:

“Uç mübarek, uç…”

Secdeye kapandı. Gözlerinden yaşlar geldi. İşte hatiften kendine hitap olunuyordu. Titreyerek doğruldu. Yirmi yıldır kapalı duran kalın perdeyi kaldırdı. Pencereyi açtı. Kömürden daha siyah bir karanlık vardı. Heyecandan, korkudan kendini kaybetmişti. Hatifin sesini tekrar işitti:

“Uç mübarek, uç…”

Gözlerini kapadı. İşte yarım asırlık ibadetten sonra keramete eriyordu. Yarın Yesevi gibi mezar çilesine girecekti. Demek Allah buna razı olmadı. Artık yarın sabah dünya yüzünde bulunmayacaktı. Erdiği kerametin huzuru içinde pencereye tırmandı. Hatifin çağırdığı tarafa, yukarıya doğru asabi bir hamle ile atıldı. Hemen aşağıya uçtu.

***

Kötü Tahsin karanlıkta küttedek önüne düşen şeye baktı. Baktı. Ne olduğunu göremedi. Dizlerinin üstünde sürünerek gitti. Eliyle yokladı. Yumuşak bir şey… Bir aba… Sevindi. “Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz.” diye sırıttı. Sokakta kaldığını anlayan sevgili anneciği işte yukarıki odadan kendisine yatacak bir battaniye ile şilte atmıştı. Başını şilteye yerleştirdi. Hemen sızıverdi.

İki saat sonra mescide sabah namazına gidenler gayet korkunç bir manzara karşısında titrediler. Sokağın ortasında… Ölmüş babanın naaşı üzerinde sarhoş oğul yatıyordu. Mahalle, bütün semt, feci heyecanla uyandı. Kötü Tahsin’i parçalayacaklardı. Tutuldu. Bağlandı. Hemen hapse tıkıldı. Ama tahkikat neticesinde hiçbir şeyden haberi olmadığı meydana çıktı. İmadeddin Efendi’nin penceresinden kendi kendini attığı anlaşıldı.

***

Babasının kırk yıllık sakin ocağını, Beyoğlu arkadaşlarıyla gürültülü bir meyhaneye çevirerek konduğu mirası bin türlü rezaletle yerken kimse Kötü Tahsin’e aldırmıyor, herkes İmadeddin Efendi’ye lanetler yağdırıyordu. Ama bıraktığı hayrulhalef için değil; sırf kendi kendisini öldürdüğü için… Evet, halk zavallı adamcağızın nasıl haberi olmadan, keramete ererek, aceleyle yanlış tarafa uçtuğunu hiçbir vakit anlayamadı. Evliya sanarak daha sağlığında ruhuna “Fatiha, Yasin” okuyanlar, şimdi onun nefsine reva gördüğü bu çirkin cinayeti asla affedemiyorlar: “Biz ne bilelim! Dinsizin, imansızın biriymiş! Cenazesi yıkanmadan, namazı kılınmadan cehenneme gitti işte…” diyorlardı.

MÜJDE

Sabaha yakındı. Arkamızda bıraktığımız tepelerin üstü morlaşıyordu. Genç şairlerle bizi siperlere doğru götüren arabalar, karanlığın içinde, birbirinden, intizamsız kafilelerle ayrılmış tıpkı bir “dargın seyyahlar” kervanı gibi ilerliyordu. Sağımızda siyah körfezin denizi, uyanık dalgalarıyla ötüyor, sazlığa benzeyen karaltılar ta sahile kadar uzanıyordu. Yarımadanın berzahındaki bu geniş yol biraz tehlikeliydi. Sigara içilmeyecek, kibrit, fener yakılmayacaktı. Ömründe ilk defa harp mıntıkasına giren acemi bir asker heyecanı duyuyorduk! Gözlerimiz görünmeyen ufuklarda kruvazör, torpido hayalleri arıyordu. Araba arkadaşım şairlerin gözlüklüsü, “Bakın!” diye açık perdeden parmağını uzattı, “Bir ziya var. Hafif bir ziya…”

“Nerede?”

“Denizin ortasında…”

Öteki şairle beraber ben de onun gösterdiği tarafa dikkatle baktım. Hiçbir şey göremedim. Bu genç gündüz bile çok uzağı görmüyordu. Gülüştük. Sanki şosenin kenarında bizi dinleyen bir kulak varmış gibi yavaş bir sesle konuşmaya başladık:

“Torpido falan olsa zaten ışık yaymaz.”

“Ama bacasından bir kıvılcım çıksa yine görünür.”

“Tutalım ki kenarda bir torpido var. Yoldan geçen her arabaya ateş eder mi?”

“Eder ya…”

Şairlerin en genci bana, “Niçin edecek?” diye sordu. Latife etmek istedim:

“Düşman her arabayı cephane farz etmeye mecburdur.”

“Yok canım…”

“Ya arabadakiler yaralılarsa?..”

“Yaralılar geceleyin fenerleri söndürülmüş arabalarla gizlice götürülmez”

“Eee?..”

Yolun birkaç kilometre süren sahil kısmını, konuşurken nasıl geçtiğimizi duymadık. Yine denizin sesi sustu. Yine küçük tepelerin mahmur sükûnu başladı. Göğün morlaşan kenarı eriyor, menekşe rengine giriyordu. Etrafımızdaki çalılar uyumuş seyirci gölgeler gibi göründü; arabamız durdu. Eğildim. “Ne oldu?” diye arabacıya soracaktım. Bize refakat eden nazik zabiti fark ettim.

“Artık yine toplu gideceğiz. Yol mahfuzdur, sahilden görünmez.” dedi. Geridekilerin yetişmesi için küçük bir mola verilecekti. Hemen aşağı atladık. Her gelen arabayı sanki uzak bir gurbetten dönüyormuş gibi karşıladık. Yarım saat geçmeden kafilemiz yine hareket etti. Göğün menekşe renkli kenarı pembeleşiyor, küçük yıldızlar siliniyordu. Bütün ufuk şimşek çakmış gibi ansızın aydınlandı; havada büyücek bir ateşin parladığını, doğuya doğru yeşil, sarı, sincabi alevler saçarak düştüğünü gördük.

“Top güllesi!”

“Bomba!”

“Tayyareden atıldı!”

“Gece tayyare uçar mı?”

“Ya bu ne?”

“Şahap.”

“Hayır…”

Ben, “Hacer-i semavi olmalı.” dedim. Gülle, bomba, tenvir tabancası olmadığına şüphe yoktu! Pek yükseklerden tutuşmuş, pek uzaklara, pek uzak ufuklara düşmüştü. Ama şahap da değildi. Çok büyük, çok renkli, çok ihtişamlıydı. Ardında bir müddet sönmeyen altın bir iz bırakmıştı. Genç şairler arabalardan atlıyorlar, gördükleri şeyin ne olduğunu münakaşa ediyorlar, bizi götüren zabitin landosuna koşuyorlardı. Düz yolda arabalar yavaş yavaş gidiyordu. Bilmem ne kadar gittik. Göğün deminki harikası unutuldu. Artık sabah olmuştu. Hafif, şeffaf bir sis fundalıkları dolanıyor, güneşin damlaları yaprakları yaldızlıyordu. Arabalar sabah molası için durdu. Asker kıyafetine girmiş, kabalaklı muharrirler, genç şairler şoseye indiler. Sanki hepsi arabalarda oturmaktan, yatmaktan yorulmuşlar, şimdi ayakta durmak, dolaşmak, dinlenmek istiyorlardı. Ben daha arabadaydım. Bir ses işittim:

“Havaya bakın, arkadaşlar, havaya bakın!”

Eğildim. Gözlerimi yukarı kaldırdım. Hava gayet parlak, gayet açık mavi, gayet saftı. Bulut filan yoktu.

Aynı ses tekrar haykırdı:

“Bakın, ‘fethün karib’ görmüyor musunuz?”

“Ne, ne?”

“Ne tarafta?..”

?..

!..

Herkes yukarı bakıyordu. Ben de aşağıya atladım. Onların yanına gittim. Gökte dolaşmış, şeffaf bir kurdele gibi ince, belirsiz bir duman yığını vardı.

“ ‘Fethün karib’ değil mi?”

“İşte ha!”

“İşte ‘Kaf’ın başı.”

“Vallahi!”

“Vallahi ‘fethün karib’ işte…”

Hakikaten havadaki bu ince duman yığını tıpkı girift bir sülüs yazıya benziyordu. Benim gözüm de -bana rağmen- “fethün karib” terkibini okuyordu.

“Deminki ‘hacer-i semavi’ hadisesinin bıraktığı iz olacak!” dedim. Kimse işitmedi bile… Hepsinin gözü gökteydi. Hepsi, Allah’ın işaretini gören müminler gibi dalgındı. Müphem bir vect içindeydi. Yalnız kafilenin genç doktoru bu büyük manevi işarete, görmeyenleri de sonradan inandırmak için minimini Kodak’ını havaya kaldırmış, “fethün karib” müjdesinin fotoğrafını çekmeye çalışıyordu. Bu ince, bu şeffaf duman yığını epey müddet gökte durdu. Yavaş yavaş silinirken bile şekli bozulmuyor, sarih bir katiyetle okunuyordu: Fethün karib…

***

Genç şairler karargâhlarında kumandanlara, siperlerde zabitlere, neferlere hep parlak, mavi göğün -o gelirken gördükleri- büyük müjdesini; büyük bir imanla, büyük bir samimiyetle anlatıyorlar, onları da kendileri gibi bu büyük mucizeye inandırıyorlardı. Orada, Çanakkale’de ezeliyet fecrine giden gizli manevi yollara benzeyen uzun, nihayetsiz siperler içinde benim de -bilmem nasıl oldu- gelirken gördüğüm şeyin Tanrı eliyle yazılmış “fethün karib” müjdesi olduğuna şüphem kalmadı! Hatta yavaş yavaş “Hacer-i semavi izinden kalan duman!” dediğime bile pişman oluyor, sanki ağır bir küfür ettikten sonra mabedine giren küstah bir günahkârın vicdanındaki azapları duyuyordum.

TERAKKİ

Tekellümî Hikâye

Fantezi

Yaz… Ramazan! Hava öyle sıcak ki… İndirilmiş perdelerin arkasında gizli gizli tutuşan fakat hiç gürültüsü duyulmayan bir cehennem var sanılacak. Niyazi’yle Neşet, duvarları yeşil kâğıt kaplı odanın kapı tarafındaki geniş bir koltuğa iki canlı keyif heykeli gibi uzanmış, sigaralarının dumanları içinde konuşuyorlar:

“Evet.”

“Olur iş değil!”

“Bu kadar az zaman içinde!”

“Bu kadar terakki!”

“Bu kadar değişiklik!”

“Âdeta insan gözlerine inanmayacak.”

“Sekiz on sene evvelki yolları, evleri, arabaları, tramvayları, kıyafetleri, hele o vapurları bir hatırla.”

“Telefon yoktu be!”

“Elektrik var mıydı?”

“Ya sinema?”

“Ya otomobil?”

“Ya gramofon?”

“Yalnız o vardı işte…”

“Vardı ama nasıl?”

“Nasıl?”

“On beş sene evvel ben kırk paraya lastik boruları kulağıma takar, öyle bir garibe, bir hadise karşısında imiş gibi hayretle dinlerdim.”

“Tayyareye ne diyeceksin?”

“Olur iş değil.”

“Kim böyle kuş gibi havada uçulacağına, Türklerin de uçacaklarına inanırdı?”

“Zeplin?”

“Vay anasını. Koca bir zırhlı. Fakat havada uçuyor. Farkı bu.”

“Bu muhakkak.”

“Pekâlâ. Ama pahalılığa ne diyeceksin?”

“Tabii her şey gibi paranın da kıymeti değişti. Para çoğaldı. Malların fiyatları yükseldi.”

“Para çoğaldı mı azaldı mı?”

“Azaldı mı çoğaldı mı?”

“Vallahi bilmiyorum.”

“Ben de bilmiyorum.”

“Bilmediğimiz şeye karışmamak…”

“Bu doğrudur ama…”

“Ama?”

“Bizim elimizden gelmez.”

“Fakat şunu itiraf etmeli ki her gülün bir dikeni olur.”

“Tabii…”

“ ‘Terakki’nin de bazı pot gelen cihetleri olacak.”

“Ne gibi?”

“Mesela…”

Niyazi, misalini söyleyemez. Sokaktan şiddetli, keskin, gür, canlı, latif, parlak, ahenkli bir ses gelir:

“Dünya değişti. Eski günler geçti. Merhamet, mürüvvet, insaniyet kalmadı. Herkes keyfinde, eğlencesinde. Kimse kimseyi düşünmez oldu. Bu ne hâldir?”

Birbirlerinin yüzlerine bakışırlar. Gayriihtiyari, sârî bir hareketle, tellenmiş sigaralarını önlerindeki tablada söndürürler:

“Bu ne?”

“Bilmem…”

Sokaktan gelen ahenkli ses aynı şiddet, aynı letafet, aynı azamet, aynı belagatle devam eder:

“… Dünya bir cifedir. Hayf onu isteyen köpeklere. Uyanın, kâinata ibretle bakın. Fâni olan şeylere aldanmayın.”

Neşet, bir eliyle başını, diğer eliyle sarı pijamasının üstünden kalçasını kaşır. Yüzünü ekşitir. Niyazi, alt dudağını ısırarak yavaş yavaş doğrulur:

“Bu ne be?”

“Saçma…”

“Ama ne güzel ne yanık söylüyor…”

“Gayet muktedir bir hatip olacak.”

“Şüphesiz.”

Sokaktan gelen ses:

“(…) Bugün varız, yarın yok! Gündüzün sonu gece. Aydınlığın sonu karanlık. Ateşin sonu kül. Hayatın sonu ölüm. Ölümden kim şüphe eder? Altınlara gark olsak; demirden, çelikten kaleler içine saklansak, mutlaka ölüm oku gelip bizi bulacak. Er geç bize yetişecek. Bu kadar muhakkak bir akıbet karşısında gaflete düşen, nefsine uyan, yarını unutan insan mıdır? Hayır. Hayvandır. Nefsine uyanların, zevkten başka bir şey tanımayanların, hayvanlardan ne farkı var?”

Neşet ayağa kalkar. Der ki:

“Bu bir feylesof!”

“Hem derin…”

“Hem pek derin feylesof!”

“Bak, bak, bak, ne diyor…”

Sokaktan gelen ses daha yanık bir hararet, daha azametli bir şiddetle:

“(…) Merhamet, şefkat, elalem, kimsenin umurunda değil. Sadakanın ismi unutulmuş. Yiyiniz. İçiniz. Keyif ediniz. Çalınız. Oynayınız. Güzel evlerin içinde, temiz karyolalarda rahat rahat gündüz uykularına yatınız. Ah nerede fazilet?” Niyazi oturduğu yerden, “Hem sosyalist be!” der.

“Ne demek?”

“Güpegündüz, bir başına, sokak ortasında bu kadar serbest laf söylemek…”

“Bakalım bir başına mı?”

Niyazi kalkar, pencerenin yanına gider, kapalı perdeyi aralık eder. Bakar. Bir kahkaha atar.

“Olur iş değil be!”

“Ne?”

“Gel de bak!”

Neşet merakla pencereye koşar. Perdenin arkasından dışarıya bakar. Sokakta, tek başına, yavaş yavaş yürüyen, üstü başı perişan, omzu torbalı, eli asalı bir adam gözlerini pencereye kaldırır, boynunu bükerek, “Allah rızası için bir dilim ekmek!” der.

Niyazi ile Neşet, bir an öyle kalırlar. Sonra hayretle birbirlerine bakışırlar:

“Ne dersin?”

“Olur iş değil…”

“Dilenci be!”

“Feylesoftan dilenci!”

“Yok, dilenciden feylesof!”

“Hem hatip.”

“Yalnız hatip mi?”

Niyazi kaldırdığı perdeyi tekrar kapatır.

“Bizim Darülbedayi’de böyle gür sesli bir hatip yok…”

“Yok vallahi…”

Gülüşürler:

“Hem ne şiddet!”

“Evet, öyle…”

Dışarıda, daima değişen, asla eskiye benzemeyen hayatın şimdiye kadar görülenlerini hiç andırmayan yeni dilencisi susmaz:

“Gülün, gülün… Gülmenin sonu ağlamadır. Vuslatın sonu hicran… Yazın sonu hazan… İkbalin sonu zeval… Hayatın sonu ölüm! Acaba ibret gözüyle şu dünyaya bir baksanız… İlh, ilh…”

Uzaklaştıkça işitilmemeye başlayan müteharrik, geçici bir hutbe gibi devam eder. Eski yerlerine oturan Neşet’le Niyazi, yine sigaralarını tellendirirler:

“Sekiz on sene evvel İstanbul’da bu kadar muntazam söz söyleyecek, bu kadar hikmeti bir ağızda etrafa saçacak bir müderris var mıydı?”

“Hâlbuki şimdi…”

“Bir dilencideki bu belagat!”

“Daha doğrusu bu küstahlık!”

“Olur iş değil!”

“Olur iş değil vallahi!..”

VELİNİMET

“Akıl, insa nın külahında bir çividir.Yumruk yemeden kafasının içine girmez…”Arnavut meseli

Geçen gün hava ne güzeldi! Logaritmacı Hasan’la Hürriyet Tepesi’ne gittik. Bomonti’ye kadar uzandık. Daha kış uykusundan uyanmamış sisli Kâğıthane’ye, mavi mahmur Haliç’e yükseklerden baktık. Hasan hemen Lale Devri’ne dair hikmetler yumurtlamaya başladı. Damat İbrahim Paşa’nın rakam bilmediğini, hesap hassasından mahrumluğunu, Kırk İki İsyanı’nı evvelden tahmin etmek şöyle dursun hatta kuşbaşı parçalandığı ana kadar anlayamadığını söylüyordu.

“Hocam, bırak şu geçmişi!” dedim, “Hâle bakalım. Bu yaz acaba buralarda eğlenebilecek miyiz?”

“Kâğıthane’de mi?”

“Evet.”

Kır düşmüş kalın kaşlarını kaldırdı. Parlak siyah gözleri sanki derinlerden dışarı çıktı. Küçük, kalıpsız fesinin altında daha büyük görünen ağır kafasını salladı:

“Sen deli olmuşsun!” dedi.

“Niçin?”

“Ayol, bir kuzu, o eski devrin on lale soğanından daha pahalı.”

….

Hasan on beş sene evvel benim riyaziye hocamdı. Mektepten çıktıktan sonra arkadaşım oldu. Şimdi onunla konuşurken kübistlerin yaptığı tuhaf levhalar karşısında hissettiğimiz o “yarı bedii, yarı hendesi” zevke benzer bir tat duyarım. Onun nazarında her şey vazıhtır. Mazi, hâl, istikbal… Dimağının meçhule tahammülü yoktur. Riyazi mantığıyla en karışık, en mudil şeyleri hemen hallediverir. “İki kere iki dört” kadar kati hükümler verir. Sonra, aynı zamanda çekilmez bir nasihatçidir de… Neden bahsetseniz, sizin yahut bahse kahraman olanın hayatına ait makul bir tarz bulur. Nasihat şeklinde bir prensip ortaya çıkarır. Yanlışa kızar. Hâlbuki ona göre bütün hayat yanlıştır! Zira düşünüşünün sistemi tabiatta yoktur. Tabiatta onun kafasındaki mantık yoktur, hesap yoktur, rakam yoktur!

Bununla beraber ben onun çok tuhaf görünen fikirlerini severim. Mücerret mefhumların haricî hakikat karşısında nasıl “hacer-i muallak” gibi sallandıklarını seyretmek pek hoşuma gider. Bugün de İngilizlerin “amal-i erbaa” bilmediklerini söylüyordu. Muharebeyi uzatan sebep hep yanlış bir hesaptı! Ara sıra itiraz eder gibi görünüyor, tenha yolun esmeyen bir rüzgâr gibi serin serin duyulan temiz havasını kokluyordu. Karşımızdan bir otomobil geldiğini gördük. Şosenin kenarına çekildik. Bu, canlanmış büyük bir piyano kadar parlak, siyah, ihtişamlı bir arabaydı. Yanımızdan hızla geçti. Billur camlarının arkasındaki güzel kadınla genç erkeğin çehreleri tıpkı bir hayal gibi sakin duruyordu. Sonra keskin bir benzin kokusu… Arkamızdan bir ses geldi:

“Hasan Bey!”

İkimiz de aniden döndük.

!..

Otomobil durmuştu. Kesik bıyıklı esmer bir genç bize doğru gülerek koşuyordu. Ben kim olduğunu sormaya vakit bulamadım. Siyah paltosunun şıklığı, yakasındaki ağır “lutr”un parlaklığı, sanki beni manyetize etmişti. Geldi, Hasan’ın ellerinden tuttu. İki eliyle sarsarak sıktı.

“Nasılsın velinimetim!”

“Çok iyi…”

“Ne arıyorsun buralarda?”

“Biraz hava alıyoruz, işte…”

Ben şaşırmıştım. Birdenbire Logaritmacı’nın tüyleri dökülmüş kahverengi paltosuna bakarak bu gencin nasıl velinimeti olabileceğini düşündüm.

“Nasıl bir milyon yapabildin mi?”

“Yapamadım vallahi…”

“Ee, şimdi ne kadarlıksın?”

“Ehemmiyetsiz vallahi… Dört yüz bin liram var.”

Kulaklarıma inanamayacağım geldi. Hasan zaviyeleri görünen müstatil bir gülüşle çırpınıyordu. Soğukkanla, “Çalış, daha çalış!” dedi.

“Çalışacağım. Sen benim velinimetimsin. Sana ölünceye kadar minnettarım!..”

“Estağfurullah.”

“Vallahi her yerde, herkese söylüyorum. Sen bana akıl vermeseydin ben yine eskisi gibi sürünecektim.”

“Canım, senin talihin varmış! Ben sana para yerine nasihat verdim. Bir söz söyledim. Bir sözden ne çıkar?”

“Bir söz ama pir söz…”

…..

Hayretten aptallaştım. Dilim tutuldu. İleride duran otomobilin arka penceresinde bir kadın hayalinin kımıldadığını fark ediyor, şık gencin Logaritmacı’yla konuştuklarını dinliyordum. Kadın nişanlısıymış. Kimin nesi olduğunu söyledi. İstanbul’un en kibar, en eski, en yüksek ailesinin ismini işitiyordum. Otomobilini üç bin liraya almış… Susuyor, bakıyordum. Boyu uzundan biraz kısaydı. Yahut semizliğinden öyle görünüyordu. Gülerken azı dişlerinin platin kaplı olduğu gözüme çarptı. Esmer cildi çok rahat içinde yaşayan her mesut zengininki gibi taptazeydi. Parlaktı. İnce kaşlarının altında gülen gözlerinin içinde, vakıa büyük bir zekâ şulesi tutuşmuyordu. Fakat o kalın, o küt burun… Sahibinde tos vuracak bir koç azmi olduğunda şüphe bırakmıyordu. Hasan’la vedalaştı. Bana da başıyla bir selam verdi. Bekleyen otosuna hızla yürüdü. Arkasından bakıyorduk. Ben hâlâ kendimi toplayamıyor, bir şey soramıyordum. Oto büyük bir gürültü ile kaçtı.

“Bu kim?” dedim, “Sen bu dört yüz bin liralık adamın nasıl velinimeti oluyorsun?”

“Anlatayım…” diye güldü. Tenha şosede deminki gibi yine yavaş yavaş yürümeye başladık.

?..

“Riyaziyede olduğu gibi hayatta da bazı mütearifeler vardır. Doğruluklarına hiç şüphe yokken yine de kimse iltifat etmez. Mesela, ‘Herkes, kendi işini kendi kendine görürse kimsenin kimseye ihtiyacı kalmaz!’ ”

“Allah aşkına hikmeti bırak!” diye yalvardım, “Bu zengin kim? Onu anlat.”

“İşte onu söyleyeceğim.”

“Söyle bakalım.”

“Bu genç, benim Selanik’teyken uşağımdı!” dedi. Durdum. Bir adım geri attım.

“Uşağın mıydı?” diye haykırdım. Logaritmacı her vakitki soğukkanlılığıyla, elleri arkasında, yürüyerek cevap verdi:

“Evet, uşağımdı. Ben Balkan Harbi’nden sonra İzmir’e gitmiştim. Bir sene sonra İstanbul’a geldim. Bir gün Meserret Apartmanı’nın önünden geçiyordum. Bir de baktım bizim Ahmet… Öpmek için elime sarıldı, üstü başı dökülüyordu. Ne yaptığını sordum. ‘Hiç…’ dedi, ‘Boştayım.’ Sonra sıkılarak benden bir mecidiye istedi.

Tekrar niçin, ne sebeple para vereceğimi sordum. ‘Vallahi iki gündür açım, bari beş kuruş ver. Bugün karnımı doyurayım.’ dedi. O vakit düşündüm. Bu çocuk da birçok muhacir gibi serserileşmişti. İnceden inceye istintaka çektim. ‘İki gün evvel karnını doyuracak paran var mıydı?’ diye sordum. ‘Evet.’ dedi. Üç gün evvelinden, bir gün sonra aç kalacağını niçin düşünmediğini sordum. Cevap vermedi. Yere baktı. O vakit ona Koton’u hatırlattım.”

“Koton ne?” diye sordum.

“Koton, benim Selanik’teki küçük köpeğimin adı… Bu köpekte en bariz, en kuvvetli seciye ‘istikbal endişesi’ idi. Kendine verilen kemiklerin beşte birini bile yemez, gider, bahçenin tarhlarına gömer, saklardı. Evet, en bol, en neşeli zamanda bile ‘yarın’ kendisine bir şey veremeyeceğimiz ihtimalini aklından çıkarmaz, hep ‘yarın’ı düşünürdü. Kemikleri saklamak için çiçekleri, tarhları bozuyordu. Çok dövdük, azarladık. Bir türlü bu endişesinden vazgeçiremedik. Ahmet’e: ‘Senin Koton kadar hissin yok muydu?’ dedim. Utandı, başını daha beter eğdi, önüne baktı. Cebimden bir kart çıkardım. Eyüp’te bir ip fabrikasının müdürü sınıf arkadaşımdı. Ona bir tavsiye yazdım. ‘Al bunu götür. Çalış, para kazan, ye… Kimseden para isteme!’ dedim. Teşekkür etti. Ama yine yakamı bırakmadı. ‘Bana iki kuruş verin. Şimdi ekmek peynir alayım. Açlıktan ölüyorum.’ dedi. Az kalsın daha verecektim. Elimi cebime götürdüm. Birdenbire bu lüzumsuz merhametle kuvvetli bir gencin azmini kıracağımı düşündüm. Evet, sırf merhametle yapılmış bir muavenet halis bir cinayetten başka bir şey değildir. Kime acıyıp ‘bir sayin mukabili olmayarak’ muavenet edersek onun azmini, iradesini dumura uğratıyoruz demektir. Elimi hızla cebimden çektim. ‘Şuradan sap, soluna gelen ilk sokağa gir. Biraz yürü. Orada Kosova Oteli vardır. Sahibi ahbabımdır. Benden selam söyle, de ki: Ben şimdi bütün oteli süpürmeye, yıkamaya hazırım. Bütün abdesthaneleri temizleyeyim, bana beş kuruş ver. O, bu pazarlığa razı olur. Razı olmazsa ben Valide Kıraathanesi’ndeyim. Gel. Beni gör. Sana bugün ekmek parasını getirecek başka bir iş bulurum.’ dedim. Reddedemedi. Açlığı yüzünden belliydi. Gözlerinin altı simsiyahtı. Dudakları bembeyazdı. Baygın baygın bakıyordu. Yarım saat kadar Valide Kıraathanesi’nde bekledim. Gelmedi. Ona altı gün sonra yine rast geldim. Hemen elime sarıldı. Öptü. ‘Eğer bana o gün ekmek parası vereydin, ben fabrikaya gitmeyecektim. Bana ağır bir iş gördürdün ama çalışmayı öğrettin. Çok minnettarım!’ dedi. Çabucacık ilerlediğini, ustabaşı olduğunu, günde yarım lira aldığını söyledi. Zaten müstaitti. Yalnız azminin uyanması için Hanya’yı Konya’yı anlaması icap ediyordu, ben ona anlattım. Her rast gelişimde onu daha değişmiş, daha akıllanmış, daha şıklaşmış, daha kanlanmış, daha semizlemiş gördüm. Sonra sa’yini karşılık koyarak bir zengine ortak oldu. Fanila, çorap fabrikası açtı. Sonra muhtelif dairelere müteahhit oldu. Faaliyetiyle, doğruluğuyla, namusuyla kendini tanıttı. Zenginleştikten sonra kibirlenmedi de… Şimdi beni nerede görse koşar, ‘Velinimetim!’ der. Sermayenin esası olan ‘azim’i benden aldığını hiç unutmaz…”

bannerbanner