Читать книгу Kaşağı (Омер Сейфеддин) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Kaşağı
Kaşağı
Оценить:
Kaşağı

5

Полная версия:

Kaşağı

Lakin bugün papaz asrında mıyız… Kanun-ı Esasi olan meşruti bir memlekette “milliyet, kavmiyet” teşkilatı ne demektir?

Kânunusani 1909, Moda…

Soğuk çok… Odun, kömür fiyatı pek pahalı! Pansiyon evinde oturduğum ihtiyar kadın:

“Dünyanın sonu!” diyor. Ömründe bu kadar soğuk, bu kadar pahalılık görmemiş. Elbiseyle odun parası bütçemi sarstı. Her ay üç yüz frankçığımı ayırıp bankaya teslim edemiyorum… İşler kesat, kesat, kesat… Ticaret âlemini de terk etmeyerek siyasiyata atılmayı canım o kadar istiyor ki! Evet benim kanımda bir kurt var. Ermeni fırkalarından birine dâhil olmayı düşünüyorum. Fakat onların hiçbirini Kanun-ı Esasi’ye muvafık bulmuyorum. Zira “milliyet esaslarına müstenit siyasi fırkalar” Osmanlı Kanun-ı Esasi’sine muhaliftir. İttihat ve Terakki’yi düşünüyorum. Orası da benim için meçhul… İşitiyorum ki Avrupalılar “Genç Türk” dedikleri bu adamlara Panislamizm gibi emeller atfediyorlar. Beklemek, acele etmemek lazım… Hele bir yaz gelsin… Bakalım ne olacak?

17 Mayıs 1909, Moda…

Yazı yazmakta o kadar tembelim ki… Sözde hislerimi, hatıralarımı günü gününe yazacaktım. Nerede? İhmalci bir Türk gibi kendi kendimi “Elim değmiyor.” diye teselli ediyorum. Bugün işte işim yok, zorla masamın başına oturuyorum. Kitapların, gazetelerin altında kaybolan defterimi buluyorum. Dört aydır neler oldu, neler… Âdeta bir tarih… Düşmanımız Kırmızı Sultan devrildi. Şimdi Selanik’te mahpus… Artık irticanın, istibdadın geri gelme ihtimali yok.

İsyanın bütün safhalarında hazır bulundum, bu irtica asla yeniliğe karşı millî bir isyan değildi. İstanbul’un bütün askerleri sanki kendilerine “Hristiyan’sınız.” diyen varmış gibi Müslüman olduklarını iddia ediyorlardı. Şapkalılara, hususuyla ecnebilere dokunmuyorlar, hatta onlara fazla ihtiram gösteriyorlardı. Genç Türk zannetsinler diye ben de şapka giydim. Bütün dostlarım da şapka giydiler. Şapka ile ihtilalcilerin arasında serbestçe gezilebiliyordu. Ne eğlenceli günlerdi… Hükûmet falan her şey sönmüş, âdeta tebahhur etmiş, uçmuş gitmişti. Adi, küçük çavuşlar payitahta hükmediyorlardı. En meşhurları Hamdi Çavuş’tu. Bu zavallıyı astılar. Kuvvetinin, iktidarının en şaşaalı zamanında Ermenice bir gazetenin muhabiri sıfatıyla kendisiyle mülakat etmek istedim. Taşkışla’nın muhteşem bir odasında beni kabul etti. Hâlâ çavuş forması taşıyordu. Belinde palaskası asılıydı.

“Ne istiyorsun?” dedi. Muhabir olduğumu, Ermeni milletinin murahhası gibi kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim. Vesika falan aramadı. Fakat oturtmadı da… Ayakta konuştuk:

“Peki ne soracaksın, sor bakalım?”

“İhtilalden maksadınız nedir?”

“Şeriatı çıkarmak…”

“Şeriat ne demektir? Lütfen bana izahat verir misiniz? Bizim Ermenilerin bu hususta malumatı yok.”

“Şeriatın ne demek olduğunu ulema efendilerimizden git öğren. Benim sana öğretmek haddim değil. Belki yanlış bir şey söylerim de günaha girerim.”

“Şeriatı nasıl çıkaracaksınız?”

“Ne kadar mektepli zabit varsa hepsini öldüreceğiz. Jön Türk dedikleri dinsiz herifleri bir tane kalmayıncaya kadar mahvedeceğiz…”

Heyhat… Biz Jön Türkler’in taassubundan, İttihad-ı İslam taraftarı olduklarından nefret eder, her fırsatta kendilerine hücum ederiz. Türkler de onlara “dinsiz” derler. Öyle bir tezat ki… Ama hangisi doğru…

“Pekâlâ efendim, siz Türk müsünüz?”

“Hayır, Türk falan değilim…”

“Arnavut musunuz?”

“Hayır, hiçbir şey değilim…”

“Ya nesiniz?”

“Müslüman…”

Dinin başka, milliyetin başka bir şey olduğu bu çavuşa anlatılamazdı. Ayrıldım, dışarı çıktım. O gece Beyoğlu’nda kaldım. Gezdim. Bütün umumhaneler, meyhaneler ihtilalcilerle dolmuştu. Hepsi ölecek derecede sarhoştu. Alüftelere sarılıyorlar:

“Şeriat isterük!” diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.

Dünyada bu kadar maksatsız, bu kadar idealsiz bir ihtilal olamazdı. Hareket Ordusu gelince bir sabun köpüğü gibi isyanın ruhu söndü. Kahramanlar koyunlar gibi kışlalarda tutularak bağlandı. Rumeli’nde askerî yollarda çalıştırılmak üzere vapur vapur Selanik’e gönderildi. Abdülhamit’in huzurunda Kabulî Bey isminde bir kaptanı parçalayan bahriyeli neferler asıldı.

Bir Türk-Osmanlı arkadaşımla asılacakları görmeye gittim. O gece Sirkeci’de otelde yattık. Sabahleyin erkenden darağaçlarının kurulduğu meydana geldik. Daha güneş doğmamıştı. Harbiye Nezareti tarafından bir gürültü koptu. Mahkûmları getiren arabalar ilerliyordu. Asılacak olanlar bütün kuvvetleriyle tekbir getiriyorlardı. Oradaki jandarma zabiti bize dedi ki:

“Bunlar gevezelik yapıyorlar. Öbürleri usluydu.” Şimdi Derviş Vahdetî teşvik ediyor. Zannediyor ki tekbir seslerini işiten halk gelip onu ipten zorla kurtaracak…

Son nefesinde bile halkı ihtilaken teşvik etmekten vazgeçmeyen bu adamı görmek istedim. Arkadaşımın tanıdığı zabitle beraber yanına gittik. Bu ateş yüzlü, fakat vahşi, azimli bir adamdı. Biraz sararmıştı. Hâlâ Genç Türkler’e küfürler ediyor, onların göreceklerinden filan bahsediyordu. Çok söylendirmediler. Astılar… Kafası düşünce bizim şehit olan fedakâr ihtilalcilerimizi düşündüm. Türkler ne tuhaftır. Kendi milliyetleri gibi çok şeyi inkâr ederler. Gayet mükemmel, ali, fedakârane olan Ermeni ihtilallerine “isyan” bile demeye tenezzül etmiyorlar, laf arasında geçerse yalnız “Ermeni gürültüsü…” diye gülümsüyorlardı. O kadar fedakâr veren koca ihtilal… Evet, bu memlekette buna âdeta bir “gürültü” deniyordu.

Derviş Vahdetî, iyice büyük bir rol oynamıştı. Fransızca bir isim ile çıkardığı dinî gazetesinin sürümü otuz kırk bini bulmuştu. Âdeta ben bile halkın inanmak için gayet büyük, gayet mantıksız budalalıklar aradığına kani oluyordum. Ali mektepten çıkan, en münevver gençler bile Derviş Vahdetî’nin yazılarını satırı satırına okuyorlardı.

Hele tanıdıklarımdan bir Genç Türk vardı. Büyücek bir memurdu. İhtilal günlerinde Mebusan’da idim. Onun, cebinden yeşil, al iki bayrak çıkararak:

“Ya bu kazanacak ya bu…” diye, şuh, hoppa bir şekilde sevindiğini gözümle gördüm. Bu bir Genç Türk’tü. Fakat ideal namına hiçbir şeyi olmadığından irtica, zulmet, cehalet de ona hoş geliyordu.

Vakaları mı yazıyorum?.. Gazetelerin yazdığı şeyleri yazmakta ne mana var? Ben kendi hislerimi, intihalarımı yazmak isterken haberim olmadan kalkıyor, “vakanüvis”lik ediyorum. Neyse… İşte o fırtına da geçti… Şimdi rahat gibiyiz… Boyuna kabineler değişiyor. Vükelaya genç genç unsurlar giriyor; talihimiz, Türkiye’nin talihi taayyün etmek üzere… Ben daha mesleği tayin etmedim. Ermeni fırkalarına mı gideyim! O vakit bir milliyetçi olmayacak mıyım? Hâlbuki ben Osmanlılığa itikat ediyor, iktisat bağlarının din, taassup, milliyet bağlarından daha kuvvetli olduğuna kani bulunuyorum.

11 Haziran 1909, Moda…

Bugün bir Türk’le konuştum. Bende çok iyi bir tesir bıraktı. Mutlaka aramızda geçen lafları yazmalıyım. Bu zatın ismi Niyazi Bey… Meşrutiyet’in ilanından sonra Avrupa’dan gelmiş. Gayet şıktı. Başında fes olmasa bir Avrupalıdan ayırt edilemeyecekti.

Hukuk tahsilini Paris’te bitirmiş, birinci derecede diploma almıştı. Mebus Mızıkyan’ın evinde bana takdim olundu. Bahis politikaya dönünce ben “İttihat ve Terakki” hakkındaki şüphelerimi söyledim. Kendisi ne hükûmet fırkasındandı ne de muhaliflik, müstakillik iddiasında idi. O kadar değişmiş, o kadar medenileşmişti ki “Ah her Avrupa’ya giden Türk böyle gelse…” diye düşünüyorum. Sözlerini büyük bir dikkatle dinledim:

“İttihat ve Terakki’den şüpheniz pek boştur!” diyordu, “Pantürkizm, Panislamizm filan Avrupa hayalperverlerinin iftirasıdır. Bir de bir mesel vardır, biliyor musunuz, ‘Kişi kişiyi kendi gibi bilir.’ Avrupa’da meşum suni bir cereyan yaşar: Milliyet, kavmiyet cereyanı! Orada her şeyi milliyet rengine boyarlar. Mesela Fransızların ırkça bir vahdetleri olmadığı hâlde o kadar milliyetperver, o kadar milliyette mutaassıptırlar ki Paris koketleri bile Almanlarla münasebette bulunmazlar. Almanya’da her şey millîdir. Hatta sosyalizm bile… Böyle bir muhitte ‘hüküm’ler de millî olarak verilir. Mesela René Pinon bir kitabında ‘Türkler, aldıkları askerin içinden ırkça Türk olanları İstanbul’da, Edirne’de, Makedonya’nın mutedil, güzel yerlerinde istihdam ederler, gayri Türkleri Yemen’e, Fizan’a, en uzak yerlere gönderirler.’ diyor. Hâlbuki Osmanlı hükûmeti tamamıyla bunun aksini yapmıştır. Arnavutlar, Araplar hep Hassa Ordusu’na gelirler. Yıldız’ın rahat kışlalarında askerliklerini yaparlar. Yemen’e, Fizan’a, Makedonya’ya hep Türkler, yani Anadolu çocukları gider. Hatta Yemen’e ‘Türk Mezarı’ derler. Şimdiye kadar hastalıkla, harple bir milyondan ziyade Anadolulu Türk’ün Yemen’de öldüğünü rivayet ederler. Mösyö René Pinon yalan söylemek, bize iftira etmek istemiyor. Onun kendi mantığı Türklerin böyle yapmasını, yani imparatorluğun fena, uzak yerlerine gayri Türkleri göndermesini kabul ediyor. Bizim de böyle yaptığımıza hükmediyor. Çünkü Fransa’da birkaç unsur olsa onlar mutlaka ilk peşin Fransızları düşüneceklerdi. Kezalik bu asırda Slav İttihadı, Cermen İttihadı, Latin İttihadı Avrupa siyasetinin ana hatlarıdır. Hep bu üç ideal etrafında onların politikası sabit, mütehavvil şekiller alır. Böyle ideallerin doğduğu muhitte insani, necip bir siyaset düşünülebilir mi? Avrupalılar her milleti kendileri gibi sanıyorlar. Türklerin de ‘Türklük’ diye bir milliyetleri, tarihleri, emelleri olduğuna ihtimal veriyorlar. Yanılıyorlar. Çünkü hisleriyle muhakeme ediyorlar. Bize dair hiç tetkikat yapmadan hiçbir Türk’ün aklından geçmeyen ‘Pantürkizm’ hayalleri uyduruyorlar. Sonra sizin gibi içimizde yaşayan, bizim içimizi dışımızı bilen Hristiyan vatandaşlarımız da Avrupa hayalperverlerinin düzdükleri bu yalanlara inanıyorlar. Vatanımızda, yaşadığımız memlekete kim ‘Türkiye’ der? Yalnız Avrupalılarla Avrupa gazeteleri bu manasız ismi çıkarmışlar. İşte Tanzimat maarifi meydanda… Hiçbir mektep kitabında hiçbir coğrafya kitabında ‘Türkiye’ diye bir memleket ismine rast gelmeyeceksiniz. Avrupa-yı Osmanî, Asyayı Osmanî, Afrika-yı Osmanî, sonra hepsine birden ‘Memalik-i Osmaniye’ deriz. Kendi tarihlerinizi tabii bilirsiniz. Bir de bizim mekteplerimizde okuttuğumuz tarihlere bakınız. Bir ‘Türk’ kelimesi bulamayacaksınız. Bundan başka bizim tarihlerimiz bilhassa Türklük aleyhinde tertip olunmuştur. Hülagu, Timurlenk gibi dünyanın en büyük cihangirlerini sırf Türk oldukları için, küfürler, lanetlerle tarihlerimizde yâd ederiz. Sonra Sezar, İskender, Napolyon hakkında tarihlerimiz ihtiramda kusur göstermezler. Hatta bunlar için şairlerimizin bazıları şiirler bile tanzim etmişlerdir. Hele İskender, edebiyatımızda âdeta bir telmih olmuştur. Her milletin şairleri kendi milletlerini, tarihlerini, ananelerini terennüm ederler. Bizim şairlerden ne yenisi ne eskisi Türklüğe dair bir kelime yazmadıkları gibi kendi milliyetlerinden bahis icap edince ‘Etrak-i bi-idrak!’ demişlerdir. Memleketimizin son şairi Tevfik Fikret meşhur ‘Rübab-ı Şikeste’sinde, ilaç için olsun bir ‘Türk’ kelimesi geçirmemiştir. Mehmet Emin Bey Osmanlılarca bir fantezistten başka bir şey değildir. İşte kendi milliyetini tarihiyle, maarifiyle, edebiyatıyla bu kadar inkâr etmiş bir millet kendi milliyeti esasına müstenit bir ‘ittihat’ ideali yaratabilir mi? Avrupalılar bizi tetkik etmediklerinden böyle bir idealin vücuduna ihtimal verebilirler!.. Aramızdakiler bu kadar saflık göstermemelidir. Memleketimizde ‘Türk, Türklük, Türkiye, Türkiyat’ kelimelerinin medlulleri olmadığı gibi ‘Türkçe’ diye de bir lisan yoktur. Biliyorsunuz ki linguistik ilmi ‘Her lisan bir lisandır.’ der. Biz Osmanlılar bu kaideyi asırlarca evvel bozmuşuz. Yeni, suni bir lisan yaratmışız. Türkçe sarfını, Türkçe nahvini yalnız avamla kadınlar kullanırlar. Mütefekkirlerimizin, âlimlerimizin, ediplerimizin, ayrıca ‘Osmanlıca’ namı tahtında üç lisanın ittihadından mürekkep bir tahrir lisanı vardır. Bu lisanda üç lisanın kelimeleri, kaideleri bulunur. Vakıa her lisandan her lisana kelimeler geçebilir. Mesela İngilizcenin birçok kelimesi Fransızcadır. Fakat İngilizceleşmiş, İngilizce kaidelerine tabi olmuşlardır. Osmanlıcada ise aksi… Arapça kelimeler Arapça, Acemce kelimeler Acemce kalmışlardır. Avam, kadınlar bunların telaffuzlarını bozarak Türkçenin selikasına, tecvidine göre değiştirdikçe ‘galat’ namı tahtında hemen Osmanlı âlimleri tashih ederler. Sonra dünyanın hiçbir lisanında olmayan bir hadise… Osmanlıcaya, Arapça, Acemce kaideler, edatlar da girmiştir. ‘Bir lisana tabiata muhalif, yabancı lisanlardan alınma sarf, nahiv kaideleri konulamaz. Çünkü lisanlar bir müessese olduğundan değiştirilemez.’ diyenlerin yalanları meydana çıkmıştır. Türkçenin esasında ‘müzekkerlik, müenneslik’ yokken Arapçanın bütün müzekker, müennes kaidelerini, tetabuklarını, Acemcenin terkip kaidelerini, edatlarını kabul etmişiz. Her ne kadar köylülerle avam, daha doğrusu halk, bu suni ve zengin lisanı kabul etmemişlerse de şairler, edipler, hükûmet bu mevzu ‘Osmanlıca’ lisanını yazmışlar, konuşmuşlardır. Genç ediplerimiz lisanı daha ziyade muğlaklaştırıyorlar, bu hususta Fikret’in, Faik Ali’nin, Süleyman Nazif’in, bilhassa Hüseyin Daniş’in büyük hizmetleri sebkat etmiştir. Osmanlıca, ilk vazılarının, eski şairlerin, Nergisî’nin lisanına doğru yaklaşmaya başlamıştır. Edebiyatta biraz daha faaliyet olsa birkaç seneye kadar, nasılsa kalan Türkçe kelimeler, sıfatlar, fiiller de tahrir lisanından kaldırılacak… ‘İttihat’ için birinci vasıta lisandır. Kendi lisanını böyle öldürmeye, katiyen millî edebiyatını satırlara geçirmemeye ahdetmiş bir millet nasıl olur da millettaşlarıyla birleşebilir? Osmanlılar memalik-i Osmaniye’nin haricindeki Türkleri asla tanımazlar. Onlarla hiçbir münasebetleri yoktur. Hem olamaz da… Artık söyleyiniz, ‘Türkizm’ iftirası kadar budalaca bir iftira olur mu?

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

bannerbanner