Читать книгу İlk Düşen Ak (Омер Сейфеддин) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
İlk Düşen Ak
İlk Düşen Ak
Оценить:
İlk Düşen Ak

4

Полная версия:

İlk Düşen Ak

MERMER TEZGâH

Cabi Efendi, öyle her ihtiyar gibi, sabahtan akşama kadar evinde pineklemezdi. Vakıa yine ciddi bir işe elini sürmez; “ Yiyeceğim var, içeceğim var! İş benim neme gerek?” derdi. Ama her sabah güneş doğmadan kendini sokağa atardı.

Yegâne merakı “Dünyanın ahvalini” tetkikti! “Okur yazar” güruhundandı. Fakat bu faziletini hiç kullanmıyordu. Kütüphanelerin önünden geçerken kendini tutamaz: “İşte nadanların akıl ambarı!” diye gülümserdi. Onun fikrince kitaplar “hakikat”in üstüne gelişigüzel yığılmış birtakım zarif, süslü, kıymetli kerpiçlerdi. Bu kerpiçleri toplayıp bir tarafa atmayan, mümkün değil, hakikati göremezdi.

Hakikat kitapta değil, hayatın kendisinde idi. Kitaba inanan esir olur, zihni katılır, kafası kerpiçleşirdi. Hâlbuki, ancak her gün değişen, hiçbir mefhumun dar çerçevesine sığmayan hayat okunmaya layıktı. Hayatın her adımında binlerce garibe, binlerce sır, binlerce dalavere gizliydi. İlim, hikmet, hars, felsefe, irfan, hep hayatın içinde idi. Mesela, elli senedir gezmekle bitiremediği şu İstanbul “bir milyon küsur sayfalı” kocaman bir kitaptı. Sokaklarında, çarşısında, pazarında dolaşan her adam da başlı başına ayrı bir cihan, ayrı bir kitaptı. Bu kitapların hepsini okumaya kalkmak ummanı içmek kadar imkânsızdı; yalnız bir tanesinin bir faalini süzebilen insan şüphesiz en büyük irfanın sahibi olurdu. Mahalle mektebinden diplomasını aldıktan sonra mukaddes, gayrimukaddes hiçbir kerpici eline almamakla iftihar eden Cabi Efendi işte bu, yalnız hayatı okuyan ariflerden biriydi! Bütün semt halkınca dünyanın en birinci âlimi sayılırdı. Beyaz top sakalıyla, kısa boyuyla, şişman vücuduyla en beklenilmez yerlerde yuvarlanır gibi dolaştığı görülür; yakaladığına, ufacık tombul elleriyle okşayarak nasihatler verir; ilminden, irfanından büyük küçük herkesi müstefit ederdi. Kitap gibi gazete de okumazdı. “Metelik tuzağı” dediği bu kâğıt parçalarının başından nihayetine kadar yalanla dolu olduğunu iddia eder: “Gözümle görmediğim şeye inanmam!” derdi. Velospide, gramofona, sinemaya, telefona, otomobile, tayyareye, tahtelbahire, hep gözleriyle gördükten sonra inanmıştı.

***

Yine bir bahar sabahı, güneş, bahçesindeki evvel zamandan kalma çitlembik ağaçlarının üstünden doğarken Cabi Efendi de kapısında göründü. Birkaç adım yürüdü, durdu. Etrafına bakındı. Yerlerde çimenler yeşermiş, sıska erik dalları pembe, beyaz çiçeklerle örtülmüştü. Hoşuna gitti. Sola eğri çarpık burnunu yukarı kaldırdı. Derin derin havayı kokladı. “Bu ne letafet, bu ne güzellik yarabbi!” diye mırıldandı.

Allah, mutlaka dünyayı kullarına sevdirmek için baharı yaratmış olacaktı! Her sene kıştan, yağmurdan, çamurdan, kardan, soğuktan, tipiden bıkan insanlara bahar hayalden bir peri gelini gibi görünür, uyuşuk ruhlarına “teselli, hararet, ümit” serper; sonra onları “haberleri olmadan” yazın cehennemi içinde bırakarak kendi kelebekleriyle, çiçekleriyle, kokularıyla savuşup giderdi… ”Ben amma dolma yutmam,” dedi, “hepsi rüya… Birkaç hafta sonra ne bu çiçeklerden, ne bu kokulardan eser kalır!”

Çimenlerin üzerindeki çiğlerde güneşten düşmüş parlak elmas damlalarını inadına ayaklarıyla ezdi. Sokağa çıkar çıkmaz, gece zerzevatçı, sütçü beygirlerinin bozuk kaldırımda bıraktığı şeyleri, cıvıldaşarak yiyen serçelere gözü kaçtı. Durmadı, “Birinin ettiği halt ötekine nimet…” dedi. Kendi istemediği hâlde müstakil zihni bu münasebetsiz hadiseden bir hikmet çıkarmaya çalıştı. İstemeye istemeye arılarla insanları hatırladı. “Vakıa” aynı idi. Yalnız tarafeynin hacimlerinde tehalüf vardı. Birinde müstahsil küçük, müstehlik büyüktü. Diğerinde bunun aksi; müstahsil büyük, müstehlik küçük…

Yürüdü. Şimdi nereye gidecekti! Daima yola düzüldükten sonra buna karar verirdi. Çırpıcıya, Veliefendi’ye, Balıklı’ya, Eyüp’e, Sütlüce’ye gitmeyi düşündü. Hayır… Gölgesinde yürüdüğü duvarın arkasından keskin bir horoz sesi geldi. Cabi Efendi hemen başını göğe kaldırdı. Dikkatle baktı. Bulut mulut yoktu. Hava çok açıktı. “Artık horozlara da inanmamalı,” dedi. “Ne olacak? Bir tanesine kırk tavuk veriyorlar. Zavallıların sinirleri bozuluyor. Niçin, ne vakit öttüklerini bilmiyorlar.” Durdu; sakalını kaşıdı. Hava hiç bozacağa benzemiyordu. Bu güzel günü nerede geçirecekti? Ne vakitten beri Üsküdar’a geçmemişti. “Tekkelere de uğrarım.” dedi. Tekrar, yuvarlana yuvarlana yürüdü. Caddeye çıktı. Topkapı tramvayına atladı. İçi evkaf, gümrük mümrük kâtipleriyle doluydu. Evvela, bunlara kulak misafiri oldu. Hepsi saçma sapan konuşuyorlar, hatta birbirleriyle itişerek şakalaşıyorlardı.

Cabi Efendi bu arsız hâlleri görmemek için gözlerini kapadı, o kadar sıkıldı ki… Azıcık daha “Allah’ım, kulaklara da niçin birer kapak yapmadın?” diyecekti. Sirkecide “Oh!” diye gözlerini açtı, şehrin ta göbeğinde, bacını verdiği köprüyü yavaş yavaş geçti. Üsküdar vapuruna bilet aldı. Güverteye çıktı. Hava hakikaten çok, pek çok güzeldi. Bacanın çıkardığı kapkara dumanlar içinden, temiz, beyaz martı sürüleri kirlenmeden geçiyor, koyu mavi denizin ortasında “Kız Kulesi” köpükten bir alev gibi parlıyordu.

Cabi Efendi elli senedir, her gün İstanbul’da seyahat ettiği hâlde henüz buraya gitmediğini düşündü. Acaba içi nasıldı? Kim yaptırmıştı? İçinde şimdi ne vardı? Yapıldığı zaman İstanbul’da lodos esmez miydi? Daha böyle birçok sual faal zihnine hücum etti… “Bugün şuraya gideyim. Hakikati anlayayım…” dedi.

Vapur iskeleye yanaşıncaya kadar seyahat planını kurdu. Karadan Harem İskelesi’ne gelecek, oradan sandalla Kız Kulesi’ne çıkacaktı.

Ama dalgın dalgın, Ahmediye’den Karlık Bayırı’na giden sokağı geçerken gözüne tuhaf bir şey ilişti. Durdu. Kız Kulesi’ni falan hemen unuttu.

Baktı, baktı, baktı:

“Olur iş değil…” dedi.

Biraz karan lık ça, temiz, geniş bir marangoz dükkânı. İçinde ferah ferah kırklık, pos kara bıyıklı, şişmanca bir adam… Elinde keser, çalışıyordu; fakat beyaz mermerden büyük, narin bir tezgâhın önünde! Cabi Efendi “Aldanmayayım.” diye gözlerini ovuşturdu. Dikkatle baktı. Hayır tezgâh mermerdendi! “Acaba beyaza boyanmış kalastan mı?” şüphesi tekrar zihnini bulandırdı. Baktı. Baktı. Hiç mermerden doğramacı, marangoz tezgâhı olur muydu? Olursa… Mutlaka bunun hususi bir sebebi vardı! Cabi Efendi mermerin kalastan çok pahalı olduğunu düşündü. Başını, sakalını kaşıdı. Hiç şüphe yok burası eskiden ya bozacı, ya muhallebici dükkânıydı. Sonradan gelen bu marangoz, mermer tezgâhı hazır bulmuş olacaktı. Güldü. “ Tembel herif ” dedi, “kim bilir ne kadar keser bozdu. Hiç mermer üzerinde çalışılır mı?” Birden nasihat damarlarının kabardığını duydu. Her şeyin bir usulü, bir kaidesi vardı. Usulleri, kaideleri bozanların zarar görecekleri muhakkaktı. Duramadı. Gayriihtiyari dükkânın açık kapısından girdi.

“Ne var?” gibi kendisine bakan marangoza sordu:

“Sen bu dükkânı yeni tuttun, değil mi?”

“Hayır.”

“Öyle ise bir bozacı?”

“Hayır.”

“Ya kim otururdu?”

“Hiç kimse… Bu dükkânı ben kendim yaptırdım.”

“Ey bu mermer tezgâh burada ne arıyor?”

“Ben koydurdum.”

Cabi Efendi gözlerini açtı. Marangoza daha keskin bir dikkatle baktı:

“Sen deli misin, oğlum!” dedi.

“Hayır.”

“Akıllı bir adam mermer üzerinde keser oynatır mı?”

“Niçin oynatmasın?”

“Kazara keser kaçar. Hem mermer bozulur, hem keser…”

“Ben hiç keserimi kaçırmam.”

“Kaç senelik marangozsun?”

“Yirmi senelik.”

“Kaç senedir mermer tezgâh üzerinde çalışıyorsun?”

“On beş sene var…”

Cabi Efendi tezgâha yaklaştı. Marangoz gülüyor, pos bıyıklarının üstündeki şiş yanakları elma gibi kızarıyordu.

“On beş senedir keserini hiç yanlışlıkla kaçırmadın mı?”

“Kaçırmadım.”

“Kazara… Bir defacık olsun…”

Bir defacık olsun kaçırmadım. İstersen gel, bak…

Cabi Efendi cebinden gözlüğünü çıkardı. Taktı. Baktı. Baktı, mücella mermer tezgâhın sathında hafif bir çizgi bile yoktu. Sonra marangoza döndü. Tepesinden tırnağına kadar iyice süzdü. Hiç öyle zeki bir adama benzemiyordu.

Tekrar sordu:

“Şimdiye kadar keserini hiç yanlış vurmadın ha?”

“Görüyorsun işte…”

“Nasıl olur bu?”

“Çünkü ben birinci ustayım. Vuracağım yeri iyice görürüm. Hiç yanılmam. Elimin maharetine emniyetim var, onun için tezgâhı mermerden yaptırdım.”

Cabi Efendi dayanamadı:

“Oğlum, bu senin elindeki maharetinden değil!” dedi.

“Ya neden?”

“Düşüncesizlikten…”

“Düşüncesizlikten mi?”

“Evet.”

Marangozun kalın siyah kaşları çatıldı. Keserini mermer tezgâhın üstüne yavaşça bıraktı. Suratını buruşturdu.

Hakareti andıran bir tavırla Cabi Efendi’ye sordu:

“Ne bildin?”

“Nereden mi bileceğim? Biraz düşüncen olsa her vakit bu kadar dikkatli keser kullanamazsın.”

“Benim düşüncem olmadığını ne biliyorsun? Ne olsa ben keserimi vuracak yeri bilirim. Hiç şaşırmam. Ben ‘sanatımın eriyim’ haydi bakalım, gevezelik yeter… Çek arabanı…”

Cabi Efendi fena hâlde bozuldu. Kendisiyle tatlı tatlı konuşurken hakikati işitince herifin birdenbire değişip kabalaşması canını fena hâlde sıktı. Gözlüğünü çıkarmaya vakit bulamadan, kös kös önüne bakarak dükkândan çıktı. Sanatının eri ha… “Seni gidi budala seni!” diye dişlerini sıktı, başını salladı. Her hadisenin sebebini aramak onda bir illetti. Bulduğu sebebi de, hatta bizzat hadisatın mevzularını gösterip kabul ettirmek diğer bir illetiydi. İşte bu ahmak, düşüncesizliğinin neticesi olan “ yanılmaz dikkat”ini elinin maharetine atfediyor, düşüncesizliğini kendisi için bir “meziyet” sanıyordu. Hızla döndü. İşine başlayan kayıtsız marangoza kapıdan haykırdı:

“Usta, yarın dikkat et. Keserini tam yerine yapıştıramayacaksın. Mermer tezgâhını kıracaksın!”

Cevap beklemedi. Hemen yürüdü. Karşıki sokağa saptı. Birer birer civardaki dükkânlara girdi. Mermer tezgâhlı marangoza dair birçok malûmat topladı. İsminin meşhur Ali Usta olduğunu öğrendi. Valideiatik bostanına bitişik, kırmızı aşı boyalı, tek katlı, yedi numaralı evde otururmuş. Yeni evlenmiş. Genç bir karısı varmış… Bütün komşuları onun elindeki mahareti methetmekte müttefiktiler. “Daha ömründe yanlış bir çivi vurmamıştır, keserine güvenir. İstanbul’da eşi bulunmaz. Frengistan’da bile onun gibi mermer tezgâhta işleyen bir marangoz yokmuş.” diyorlardı.

Cabi Efendi hepsine, içinden, “ Yarın siz onun mermer tezgâhını görürsünüz.” derken, dışından “Doğru, doğru…” diye başını salladı.

Daha öğleye epey zaman vardı. Ali Usta’ya mermer tezgâhını kırdırmak için tasarladığı planı düşüne düşüne Yeni Cami’nin avlusuna girdi. Bu düşüncesiz herifi bir dakikacık düşündürmek kâfiydi! Cabi Efendinin birçok tecrübesi vardı. Ufacık bir düşüncenin en büyük bir dikkati iflas ettirdiğini dini gibi bilirdi.

Bu tecrübelerden bir tanesini bu düşüncesiz herifte tekrarlayarak, ona da bu hakikati zorla kabul ettirecekti. Planını zihninde tamamlayınca cami avlusunun karşısındaki kasaba girdi. Kesilmiş, yüzülmüş kuzulardan bir tane satın aldı. Çırağın eline verdi. Moskoflunun fırınına geçti. Bir kuzuyu kaç saatte kızartabileceğini sordu.

“İki saatte.” cevabını alınca hemen bir de büyük toprak kap aldırdı. Kuzuyu fırına attırdı. Kendi dükkânın gizli kepengine yaslandı. Kısa çubuğunu doldurdu. Yaktı. Tam iki saat orada, sabır taşı gibi sesini çıkarmadan çubuğunun dumanlarını seyretti. Kuzu pişince bir hamal buldurdu. Kabı eline verdi, öne geçti. Çavuş Deresi’ne çıkan yokuşu tırmandı. Valideiatik bostanını buldu.

Bostana bitişik tek katlı, kırmızı aşı boyalı evi görünce:

“Hah işte burası.” diye yürüdü. Tokmağı çaldı. İçeriden ince, sert bir kadın sesi:

“Kimdir o, bakayım, kimdir o?” dedi.

“Ben.”

“Sen kimsin ayol?”

“Burası mermer tezgâhlı marangoz meşhur Ali Ustanın evi değil mi?”

“Evet.”

“Usta bu kuzuyu kızarttı, gönderdi. Alın.”

Kapı yarım açıldı. Kalın, beyaz, çıplak iki kol daha beyaz elleriyle kuzu kabını içeri aldı, meçhul bir şeye hiddetlenmiş gibi kapıyı hızla çarparak kapadı.

Cabi Efendi gülümsedi:

“Yarın mermer tezgâh…”

Ellerini ovuşturdu. Gözleri, isabet etmemiş müthiş bir tokat gibi rüzgârı suratına çarpan, alçak kapının üstündeki silik rakama kaçtı:

“Yedi, yedi.” diye başını salladı.

Sabahleyin erkenden mermer tezgâhın kırıldığını görecekti. Bunun için İstanbul’a geçmedi. Doğru at pazarındaki Hacı Hüseyin’in hanına gitti. Temizce bir oda kiraladı. Geceyi Üsküdar’da geçirecekti.

***

Meşhur marangoz Ali Ustanın evine geç gelmek âdetiydi. Kapıdan girince doğru sofraya oturdu. Bu akşam sofranın başına çökünce şaşırdı.

Karısına:

“Hayrola…” dedi. “Bu kuzu nereden esti?”

“Sana sormalı?”

“Ne demek?”

“Bugün sen gönderdin.”

“Hâşâ…”

“Hâşâ mı?”

!…

Karısı merhum Kasımpaşa imamının üvey kızıydı. Pek çabuk hiddetlenirdi. Yine kıpkırmızı oldu. Ellerini geniş kalçalarına dayadı. Yüzünü eğriltti:

“Hâşâ, ha? Vay, demek ben bunu çaldım, ha?”

“Bilmem.”

“Dostum mu gönderdi?”

“Onu da bilmem!”

“Gündüz gönderdin. Şimdi unutup laf mı çıkarıyorsun?”

Ali Usta:

“Ben hiçbir şeyi unutmam.” dedi.

“Haydi oradan bunak, sen de… Çamaşır yıkıyordum. Bir adam geldi. ‘Mermer tezgâhlı Ali Ustanın evi burası mı?’ dedi. ‘Evet.’ dedim. ‘Benimle bu kuzuyu gönderdi.’ dedi. Ben de aldım.”

“Nasıl adamdı?”

“Beni namahreme bakar sanıyorsun ha… Görmedim bile.”

“Sesi nasıldı?”

“Beni namahremin sesini işitir sanıyorsun ha… Vallahi işitmedim..”

?…

!…

Karı koca bu kuzu yüzünden bir güzel kavga ettiler. Ali Usta bu nefis kuzudan değil, öbür yemeklerden bile ağzına bir lokma koyamadı. Acaba bu kuzuyu kim göndermişti? Merakından çatlayacaktı. Yoksa evini barkını dağıtmak için bir büyü müydü? Kahvesini, çubuğunu da içemedi, ömründe ilk defa olmak üzere o gece uykusu kaçtı. Sabaha kadar uyuyamadı. Karısı hâlâ onu unutkanlıkla itham ediyor, “Bunamışsın ayol, git kendini Pabucu Büyük’e okut.” diyordu.

Sabah namazını kılmadan dükkânına indi. Kepenkleri açtı. O kadar dalgındı ki, köşede kendisini gözetleyen Cabi Efendiyi bile görmedi. Mihaniki bir sükûn ile keserini eline aldı. Dünden kalan işini mermer tezgâhın üstüne koydu. Cabi Efendi açık kapıdan onun dalgınlığına bakarak gülümsüyordu. Zavallının aklı fikri hep dün akşamki kuzuda idi. “Kim gönderdi yarabbi, kim gönderdi, kim olabilir?” diye düşünüyordu. Kaldırdığı keskin, kalın, ağır keseri çattadak indirince gözleri açıldı. El kadar bir mermer parçası tezgâhtan kopmuş, yere fırlamıştı. Aynı zamanda arkasındaki kapıdan bir ses işitti:

“Geçmiş olsun Usta!”

?…

Döndü. Dün kovduğu küçük ihtiyarı görünce bütün bütün şaşırdı.

Cabi Efendi sordu:

“Hani sanatının eriydin! Ne oldu böyle?”

!…

Zavallı Ali Usta ağzını açamadı. Sapsarı kesildi. Dudakları titriyordu.

O vakit Cabi Efendi düşüncesizliğin neticesi olan dikkatini bu ana kadar kendisinde bir meziyet sayan bu adama acıdı.

“Artık düşünme.” dedi. “O kuzuyu ben gönderdim.”

“Sen mi?”

“Evet.”

“Niçin?”

“Seni biraz düşündürmek için…”

Sonra üşenmedi, ona, ayak üstünde, insanın “düşünen bir hayvan” olduğunu, dalgınlıkla bazen dikkat hassasını kaybettiğini, “yanılmaz, keskin bir dikkat”in sırf “düşüncesiz hayvanlar”a mahsus bir fazilet sayılacağını uzun uzadıya anlattı.

Kapıdan çıkarken:

“Haydi oğlum.” dedi. “Dünyanın nizamını bozmaya kalkma. Marangozun tezgâhı kalastan olur. Şimdi kırdığın şu mermeri hemen kaldır. Yerine ahşap bir tezgâh koy!”

***

Bir saat sonra Cabi Efendi Harem İskelesi’nin koyu lacivert dalgalarında sallanan köhne bir kayığa biniyordu. Dün gitmeye karar verdiği “Kız Kulesi”nin neye deniz ortasına yapıldığını keşfedecek, mutlaka bunun da asıl sebebini bulacaktı! Ama bu sabah erkenden nadanın birine “dikkatin hakikati”ni öğretebildiği için o kadar memnundu ki…

DAMA TAŞLARI

Deli pazarı … pazarı

–Atalar sözü–

Ali Dânâ Efendi Edirnekapısı semtinde dedesinin dedesinden kalma eski viran evde oturur; kırk yılda bir dışarı çıkardı. Son zamanlarda birtakım genç âlimlerin bin bir rica, yüz bin teşekkürle gezip yıkık sakiflerinin eğrilmiş camsız pencerelerinin, düşük kapılarının resimlerini aldıkları bu harabe iki yüz yaşını çoktan doldurmuştu. Beş dönüme yakın bahçesi kablettarihî bir ormanı andırırdı. Büyük çitlembik, çınar ağaçlarının altında isimlerini kimsenin bilmediği irili ufaklı yüzlerce ağaç, otlar, baldıranlar, deve dikenleri, yılanyastıkları arapsaçı gibi birbirine karışmıştı. Ağustos böceklerinin ninnileri, dızdızların ahenkleri sanki bu karanlık gölgelerde saklı haşaratı uyuturdu. Çitlembik çalmak için yüksek duvarlardan aşarak bu bahçeye bir defacık girmek kabadayılığını gösterebilen küçük külhanbeyleri bir daha buna cesaret edemezler, benizleri sarararak “sık ağaçların içinde, karanlık kovuklarda ayılar, kurtlar, kaplanlar, hatta devler” gördüklerini yeminlerle anlatırlardı. Baykuşlar o kadar çoktu ki kahkahaları gündüz bile işitilirdi.

Dânâ Efendi bu evin ceddi Mahmut Ağa tarafından yapıldığını bilirdi. Bu Mahmut Ağa, Kara Mustafa Paşanın kethüdalarından biriydi. Evi gezmeye gelen meraklıların önlerine çok eski bakır kaplar, kazanlar, cezveler, sahanlar yığar, bunların kenarlarındaki “kargacık burgacık” istilinde okunmaz bir mührü göstererek:

“Bakınız, mimi görüyorsunuz ya? Kefin ucunda da kaf var. Tı, fe… Rı silinmiş eskiden şine nokta koymazlarmış. Dikkat ediniz. Okuyamıyor musunuz? Efendim, gayet açık: Veziriazam Kara Mustafa Paşa kethüdası Mahmut Ağa!” derdi.

Hâlbuki Dânâ Efendinin içinde su gibi bir satır yazı okuduğu bu mühürcüğün nısıf kutru ancak yarım santimetreydi. Gören genç âlimler bu mührü “hat sanatı nefisimizin tespih böceği büyüklüğünde emsalsiz bir abidesi telakki ederlerdi. Eski ev, eski eşya, eski kitap, eski esvap, eski kundura, eski halı, eski şarap meraklısı olan Dânâ Efendi evinin kırılan çerçevelerini tamir ettirmez, eski çamaşırlarını değiştirmez, eski dostlarından vazgeçmezdi. Tam evvel zamankâri bir rint hayatı sürüyordu.

Eski bir merakı da dama oyunu idi. Kışın çini ocaklı odasında, yazın bahçesindeki yıkık, suyu yosunlu eski havuzun kenarına serdiği hasırın üstünde eski dostlarından biriyle dama oynamak yegâne zevki, yegâne eğlencesiydi.

Yine bir gün bu eski hasırın üstünde uzanmış, çubuğunu çekiyordu. Evin camları kırık tepe pencerelerinden girip çıkan serçelere gözleri dalmıştı. Hızlı bir rüzgâr esti. Geniş saçaktan bir tahta parçası koptu. Yere düştü. Dânâ Efendi sevgili evinin bu kışı nasıl geçireceğini acı acı düşündü. Her şey gibi, içinde doğup büyüdüğü, içinde evlendiği, dedesinin, babasının, annesinin, kardeşlerinin, bir bir; arkasına aldığı karıların, çocuklarının, kızlarının ölülerini içinde kefenlediği bu uğurlu ev de yıkılacaktı…

Dünyada zaten ne bâkiydi? Hiç, hiç… Evet hiç! Gözlerini saçaktan ayırdı. Havuza dikti. Orada gayet iri, kart bir kurbağanın kendisine baktığını gördü. Dikkat etti.

“Süphanallah, ne benzeyiş…” diye başını salladı.

Şimdiye kadar hiç farkına varmamıştı. Bu kurbağa, kendisiyle tam kırk sene her gece dama oynadığı Cabi Efendiye benziyor, tıpkı onun gibi bakıyordu. Kaybolan eski dostlarından biri de bu Cabi Efendicikti.

Geçen sene delirmiş, tımarhaneye gitmişti. Dânâ Efendinin beyaz kaşları çatıldı. Soluk dudakları büküldü. Doğruldu. Ayağa kalktı. Terliklerini giydi. Havuzun kenarına eğildi. Bu kurbağayı tutmak, öpmek istiyordu. Elini uzatırken kurbağa daldı. Havuzun durgun, koyu yeşil derinliğinde görünmez oldu. O vakit kalbine keskin bir sızının saplandığını duydu. “Ah Cabi, Cabi!” dedi. Bu ne eski, ne iyi, ne hoş, ne hakîm, ne tatlı bir arkadaştı. Âdeta bir feylesoftu. O kadar akıllıydı. Dânâ Efendinin havuza dikili gözlerinden yaşlar yuvarlanmaya başladı.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Vallahi, bittabi, tallahi…

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

bannerbanner