Читать книгу Beyaz Lale (Омер Сейфеддин) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Beyaz Lale
Beyaz Lale
Оценить:
Beyaz Lale

5

Полная версия:

Beyaz Lale

Daniel Heitisvus

Evet, şiir gibi, sanat gibi, aşk gibi, şefkat gibi mantık da, akıl da, zekâ da, mazi de, ezeli, kadim Medine’nin harabeleri altında gömülü kalmış! Milyonlarca adamı bir an içinde mahvedebilecek cehennem aletleri yaparken sırf gevezelik, maskaralık için kurduğumuz “himayei hayvanat” derneklerine rağmen, bugün hangimiz biti aklımıza getirebiliriz? Onun hukukunu müdafaa değil, hatta edebiyatta “edebî kelam” diye uydurduğumuz bir riyakârlık kaidesine uyarak, ismini bile anamayız! Asırların içinde insanın ruhu büyüyeceğine küçülmüş! Ulvi hissiyatımız değil, şevki tabiimiz tekamül etmiş! Maddi fayda endişesi, menfaat düşüncesi, nihayet en tabii, en muhik bir akıbet olan ölümün o manasız çirkin korkusu bizi âdeta vahşileştirmiş.

“Buna nasıl hükmediyorsun?” mu diyeceksiniz.

Şimdi Heitisyus’un bu yüksek, bu insani davasını tekrar okurken içimde duyduğum meftuniyetin altından zehirli bir çuvaldız gibi bayağı bir sual sivriliyor. Kendi kendime gayriihtiyari:

“Acaba, onun vaktinde ‘lekeli humma’ yok muymuş?” diyorum!

Ah, evet, asri zihniyetimiz ebedî, ulvi, umumi, ilahi seyyan halk mefhumunu muvakkat uzvi faidelere feda edecek derecede alçalmış! Bugün en ehemmiyetsiz bir sıtma mikrobunu naklettiğini bilsek, mandaları öküzleri, filleri, develeri bile bir darbede hem büsbütün dünya yüzünden kaldırmaz mıyız?

1919

Gayet Büyük Bir Adam

ŞÎMELER

Herkesin “Gayet büyük bir adam” dediği bu zat sahihten pek büyüktü. Boyu bir doksan beş santimetre idi. Yahut yürürken çok kabardığından öyle gözüküyordu. Kuvveti, şiddeti çıplak resimlerindeki kabarık bazularından belli oluyordu. Hele bıldırcın avına gidecekmiş gibi başı açık ve spor elbisesiyle çıkarttığı fotoğrafı… Elinde tuttuğu kalın ve korkunç kırbaç… Tüyleri ürpermeden kimse bu nefis ve kahraman hayale bakamazdı. O kadar büyüktü ki, nazırlar yanında pek küçük kalıyorlardı. Okuduğu birkaç milyon kitabın kafasına yığdığı o nihayetsiz malumata, okumayıp da “Okudum!” diye iddia ettiği birkaç kentrilyon risalenin sayıları da ilave edilecek olursa zekâsının… Hayır hayır, dehasının dehşetinden titrememek mümkün değildi.

Bütün gençlik, bütün ihtiyarlık, bütün orta yaşlılık, dişilik, erkeklik, büyüklük, küçüklük, iyilik, fenalık, hasılı bütün dünya onun adı anılınca ayağa kalkıyor; evvela rükûya, sonra secdeye varıyor, vardığı bu secdeden bir daha doğrulamıyor, bir daha kımıldayamıyordu.

Bu “Gayet büyük adam”ın en ziyade kızdığı şey millî ve dinî mefkurelerdi. “Ah bu serseriler” derdi, “ellerinden gelse bütün insaniyeti mahvedecekler.” Evet, dünyada milliyet kadar çirkin ve yırtıcı bir vahşilik iddiası olamazdı. İtalyanları yarım asır evvel Avusturya’ya karşı isyan ettiren, kurdukları müstakil hükûmetleri birdenbire büyüterek ve meşum tarihlerinden ilham olarak Trablus’a atılmalarına sebep olan “milliyet” hissi değil miydi? Rusya’nın Asya’yı benimsemesi, Japonya’nın sivrilişi, Sarı Tehlike, Pan Cermanizm, Pan İslavizm tehlikeleri hep bu milliyet hissinden doğmamış mıydı? Bulgarların iki hafta içinde İstanbul’a dayanmaları hangi uğursuz kuvvet sayesinde idi? Milliyetler ve dinler olmasa, insanlar bu arzın üzerinde kardeş gibi taşıyacaklardı. Türki-yerde olmayan bu tehlikeyi icat etmek en büyük cinayet değil miydi?

Büyük adam, aynı zamanda gayet büyük bir muharrirdi. Liberal gazetelerin baş sütunlarında Pan Türkizm, Pan İslamizm aleyhinde birçok yazı yazdı. Hatta bir mecmua, “Yeni lisan – Yeni hayat” hareketinin aleyhinde bulunuyor, millî cereyanı asker bozuntusu iki üç muharrire atfediyordu. Büyük muharrir sabredememişti. Hemen bir mektupla: “Ben de tamamıyla sizin fikrinizdeyim. Türklük cereyanı vatan ve millete(!) çok muzırdır.” diye takdirlerini saçıyordu. Onun fikrince felsefenin, ilmin, fennin gayesi fertleri cemaatlerinden ayırmak, onları hür ve müstakil bırakmaktı. İlim ve felsefeye yabancı kalmayan bir fert, ne milliyetini, ne dinini tanır, ayrı dinlerin saliklerini hep kardeş sayardı.

Bütün arz onların vatanı idi. Milliyetleri insanlıktı. Ancak bu nazik ve medeni noktayı anlayan insan, insan olurdu. Yoksa milliyet gibi vahşet ve karanlık zamanından kalma bir müesseseye bağlanan bir cemaatin ruhuyla, idaresiyle hareket eden, kendi arzularını unutan bir adam asla insan addolunamazdı ve bu “insan addolunamayan güruh” halkı kendilerine benzetmeye çalışıyor, “ Turan, Turan, Turan” diye tehlikeli bir gürültü koparıyordu.

Kırk sekiz yaşındaydı. Memeden kesilir kesilmez düşünmeye ve yazmaya başladığı gayrimatbu altı yüz bin sayfalık eserinde medeniyetin ferdiyete doğru yürümek olduğunu ispat etmişti. Milliyetler ölmeye mahkûmdu. Cemaatler dağılınca millî vicdanlar da yaşamayacak, herkes umumi bir idare ile değil, şahsi arzularla hareket edecek ve o vakit ortada yalnız “insanlık” kalacaktı. Fakat Avrupa’daki cemaat ruhlarının iflasına daha çok zaman isterdi. Ruhsuz ve idraksiz bir cemaat olan Osmanlı Türkleri, işte bu insaniyet gayesine yüzlerini çevirmişlerdi. Politika ile uğraştığı zamanlar diğer Osmanlıları, yani Bulgarları, Sırpları, Rumları, Arnavutları pek iyi tanımıştı. O vakitki bu gayri Türk Osmanlı arkadaşlarının milliyet ve din hususundaki taassuplarına bakar, içinden:

“Ne dar kafalı herifler!” derdi.

Bununla beraber Kozmidi1 ile canciğer sevişirdi. İntihabat esnasında Boşo’yu2 halka “Sağlamdır… Benden hamiyetli, benden vatanperver bir Osmanlıdır.” diye takdim etmişti. “Osmanlılık, müsavat, adalet, kanun yine kanun, sonra yine kanun…” davasını şimdi Arnavut Krallığı nazırlarından olan eski fesatçılarla beraber ne güzel müdafaa etmişti! Artık “Elhamdül BakonVel Spenser”3 bu millî ve taassup unsurları Osmanlılığın içinden çıkmışlardı. Araplar Arabistan’da ve Türkler Anadolu’da hemen hemen yalnız kalıyorlardı. Ve Türkleri yalnız İstanbul ahalisinden ibaret sanırdı. Ecnebi coğrafya kitaplarının adedini yazdığı on beş milyon Türk’ün varlığına inanmaz:

“Bu Avrupalılar etnografya ilminde pek cahildirler!” derdi. “ ‘Memaliki Osmaniye’ye haksız olarak ‘ Türkiye’ dedikleri gibi Anadolu ahalisine de hep ‘Türk’ diyorlar.” Ve faydasız mütalaayı sevmediğinden tarihe o kadar ehemmiyet vermemişti. Bütün tarihî malumatı mektepte öğrendiği şeylerdi. Bu malumatın verdiği kati itimat ile gülerdi:

“Anadolu’da on beş milyon Türk ha… Bunu yazan Avrupalılar hiç tarih okumamışlar. Türkler, Anadolu’ya altı yüz sene evvel beş yüz çadır halkı olarak gelmişler. Ada tavşanı olsalar bu kadar üreyip çoğalamazlar…”

Hâlâ mekteplerde okutulan, içinde “Türk ve Turan” kelimesi geçmeyen küçük “Fezlekei Tarihi Osmanî” kitabından başka tarih görmediğinden, Osmanlı Türkleri gelmezden evvel Anadolu’nun baştan aşağıya kadar Türk milleti ile dolu olduğunu bilmezdi. Selçukileri Acem zannediyordu. Hele Aydın ahalisi tamamıyla Rum’du. Çünkü ora ahalisine verilen “Efe” ismi Rumca eski ve genç kahramanlara verilen “Efet” kelimesinden çıkmamış mıydı? Ve Milliyetperverlerin “ Türk” yapmaya çalıştığı Türk- Osmanlı nüfusu, karmakarışık, kendi tabirince “Mağşuşülmilliye” bir heyetti. Bunlara millî ve dinî bir mefkûre vermek, müşterek insanlığa karşı bir hıyanet idi. Zira bu Türk Osmanlıların damarlarında, beş sene evvel Selanik’te çıkan milliyetperver bir paçavraya yazdıkları gibi; Rum, Bulgar, Sırp, Rus, Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan kanı akıyordu. Ve asla “Türklük”ü kabul edemezdi. İşte kendisi Meşrutiyet’in ilanından beri beş altı milliyete intisap iddia etmişti. Hatta Balatta verdiği bir konferansta:

“Bizzat, ben bir siyonistim…” diye haykırmıştı. Lakin yine Türklüğü kabul edemezdi. Çünkü kendisinin Türk olmadığını iyice biliyordu. Türk olmadığına zekâsı, dehası şahit değil miydi? Hiç Türklerin içinden kendisi gibi mütekâmil, âlim, fazıl mütefennin, feylesof çıkabilir miydi?

Kendisi olsa olsa “Osmanlı” olabilirdi. Öyle bir Osmanlı ki, mazi ile “Memaliki Osmaniye” haricindeki Türklerle, Türklükle, Turan ile katiyen alakası yok..

Yalısının denize bakan en büyük odasını kütüphane yapmıştı. Yıllarca biriktirdiği, ciltlettirdiği kitapları birkaç sene evvel Türklük iddia eden Osmanlılara inat için Hristiyan ve ecnebi bir müesseseye vermişti. O vakitten beri yine her hafta Beyoğlu’ndan bir küfe kitap alır ve hamalla evine getirirdi. Bu zerzevat gibi küfe ile kitap almak onun eski bir âdetiydi. Osmanlılar, küfe küfe alınan bu kitapların hepsini okur zannederek ondan ürkerlerdi. Hatta Abdülhamit Efendi bile padişahken onun şöhretinden, ilminden korkmuş, terbiyesini verememişti.

Yine dolmaya başlayan kütüphanesine bu sefer büyük büyük dolaplar da koydurmuştu. Akajudan yapılmış bu narin ve şık dolaplar otuz âşıklı bir kokoşun elbise dolaplarına benziyordu. Ve kapakların fildişi levhaları üzerinde yaldızlı harflerle:

“Birinci sayfadan, Yüz on iki bin sekiz yüz kırk beşinci sayfaya kadar.

Yüz on iki bin sekiz yüz kırk altıncı sayfadan, Dört yüz otuz bir bin dokuz yüz yetmiş üçüncü sayfaya kadar…

Beş yüz bin altı yüz elli üçüncü sayfadan, sekiz yüz bin üç yüz on birinci sayfaya kadar…”

yazılmıştı. Bu dolaplar altı tane idi. Birisi görse bu gayet büyük adamın tevazu için yalan söylediğine, altı yüz bin sayfalık eserinin birkaç milyon sayfalık olduğuna hükmedecekti. Fakat sıkı sıkıya kilitlenmiş olan bu dolapların içinde hiç kâğıt yoktu. Onun eski spor elbiseleri, kırbaçları, kispetleri, tek ve çifte gözlükleri, kemerleri, cübbesi, külahı, tespihleri, nayı ve tamburası dururdu.

Açık pencereleri indirdi. Hava çok güzeldi. Fakat soğuktu. Üstünde küçük kitap kaleleri yükselen yazı masasına oturdu. Her vakitki meşguliyetine başlayacaktı. Bu masanın üzerinde asla yazı yazmazdı. Yalnız usturalarını bilerdi. Anahtarla çekmeceyi açtı. Bileyi taşını, küçük bir zeytinyağı şişesini ve bir deste de ustura çıkardı. Büyük ve âlimane bir dalgınlıkla işe başlayacaktı. Lakin, “Belki erken gelirler…” diye durakladı. Düşündü. Çıkardığı şeyleri tekrar çekmeceye soktu ve kilitledi. Sonra önüne büyük ve İngilizce bir kitap açtı. Okuyormuş gibi bakmaya başladı. Bugün iki büyük adamı davet etmişti. Onları barıştıracaktı. Şair, âlim, mütefennin, feylesof, mutasavvıf ve kabalist olduğu kadar hayalperestti. Bu iki büyük adamın dargınlığında Osmanlılık için gayet büyük, hem gayet büyük bir tehlike görüyordu. Mağşuşülmilliye ve Türklükle, Turanla münasebeti olmayan Osmanlıların en büyük adamı kendisiydi. Hatta üç dört aylık hükûmeti esnasında vatana, millete ettiği büyük hizmetleri tarihin asla unutamayacağı “büyük kabine” onun iktidarını, meziyetini takdir ederek ayanlığa namzet göstermemiş miydi? Tuhaf ve hayalî bir hezeyan içinde kendisini nazır zannetti. Ve yine yalnız hayalinde mevcut olan Osmanlı milletine bir hizmet edecek bu iki meşhur ve büyük adamı barıştırarak âyana sokacaktı. O vakit ikiye ayrılan Osmanlılar birleşecekler, gayrimillî ve ferdî hayatlarına devam edeceklerdi. Bunlardan birisi “şîmei muhabbet” birisi “şîmei husumet” iddia ediyordu.

Hayalinde büyüttüğü, hayalinde vücut verdiği gayrimillî Osmanlı milleti şimdi şaşırmıştı. Husumete mi, yoksa muhabbete mi taraftar olsunlar? Ve bu iki âlimin çıkardıkları davalarla şöhretleri cihana yayılmıştı. Eğer barışmazlarsa Avrupa’da değil, hatta bütün dünya yüzünde umumi bir muharebenin baş göstereceği iki kere iki dört eder, kadar muhakkaktı. O vakit “şîmei muhabbetçi” ile “şimei husumetçi”nin namları tarihlere geçecekti. Bu ne muvaffakiyetti… Kendisi altı, yedi yüz bin sayfalık bir eser yazmaya kalkmasına rağmen, fotoğraflarına, makalelerine, hususi mektuplarına, resmî istidalarına imzasını “feylesof ” diye atmasına rağmen henüz onlar kadar baş döndürücü ve ani bir şöhret kazanamamıştı. Bunu kıskanıyordu. Ah ne olurdu, o da bir “şîmei bir şey” uyduruverseydi… Lakin hayır, işte kendisi nazırdı. Maddeten değilse bile manen nazırdı. Mademki Türklüğü kabul etmeyen, milliyetperverlerin arkasından gitmeyen Osmanlıların en büyük adamıydı; hakikatte hakkı nazırlık değil, sadrazamlıktı. Ve Şîmeicileri barıştırıp âyana koyacak, onların iddiasından kendisine mahsus vasatı bir “Şimei” çıkaracaktı. Dünyada en nefret ettiği, sözüyle, kalemiyle her fırsatta aleyhlerinde bulunduğu Genç Türklerin en yırtıcı huysuzlukları, vahşetleri barışmamak, itilaf etmemekti. Onlar: “İtilaf mesleğin ölümüdür…” derlerdi. Ve biraz kendi itmihanlarından, programlarından feda ederek muhalifleriyle, şantajcılarla anlaşmazlardı. Hâlbuki o “muhabbet” ile “husumet”i barıştıracaktı. Çünkü budala değildi, gayet zekiydi. Hem “muhabbet” ile “husumet”in arasında ne fark vardı? Hemen hiç. Beyaz ile siyahın, tek ile çiftin, ateş ile suyun arasındaki fark kadar ehemmiyetsiz bir başkalık… Bu başkalığa âdeta “müsavat” denebilirdi. Biraz tahlil istiyordu. Yoksa muhabbetin husumetten, beyazın siyahtan, tekin çiftten, ateşin sudan hiç farkı yoktu. Ve başını sallayarak:

“Bütün yollar Roma’ya gider.” dedi.

Zaten o hissediyordu. Muhabbetçi ile husumetçinin yalnız nağmeleri değişiyordu. Bestelerinin güftesi, bu güftenin manası hep birdi… Menfaat… Ve mademki fikirlerinin esası birdi, niçin dargın duracaklar ve Turan düşmanı Osmanlılığı anarşi içinde bırakacaklardı.

Daldığı cehennemdeki gayya kuyusundan daha derin mütalaadan hizmetçi kız uyandırdı… Rumca, şişman bir beyin geldiğini söyledi. O da Rumca, yanına getirmesini söyledi. O, on yedi lisan biliyordu. İngiliz’le İngilizce, Fransız’la Fransızca, Rum’la Rumca. Arnavutla Arnavutça, Yahudiyle İspanyolca, fakat Türklerle Osmanlıca konuşurdu.

Hizmetçi kızın arkasından giren “Muhabbetçi” Bey idi. Biraz ayağa kalktı. Yer gösterdi.

“Buyrun, oturunuz bakalım.” dedi.

“Muhabbetçi”nin mesut ve şişman bir banker gibi dünya umurunda değildi. Güldü.

“Geç mi kaldım?” diye sordu.

“Hayır, hayır…”

“Fakat matbaada işimi bıraktım. Zarar ve ziyan olarak sizden bir makale almadan gitmem…”

“Pekâlâ şeye dair yazdığım yazıları sana veririm…”

“Neye dair?”

“Şeye canım…”

“Neye?”

Büyük adam öyle kaldı. Neye dair yazdığını bulamıyordu. Pazularını gerdi, dişini sıktı ve attı:

“Pestalojiye dair canım, birden bulamadım.”

“Muhabbetçi” sevindi:

“Pestaloji… Evet gayet mühim bir fen… Sekiz on senedir ben bu fenle uğraşıyorum. Osmanlılarca bilinmeyen bu ilimden ilk defa benim risalemde bahsolunması büyük bir şeref… Şerefin en büyük kısmı da size ait olacak.”

Bir saat kadar pestalojiye dair konuştular. Bu ilmin tarihinden, terakkisinden, tekâmülünden bahsettiler. Hizmetçi kız bir beyin daha geldiğini haber verdi. Büyük adam “Muhabbetçi”ye:

“Sana bir sürpriz yapacağım.” dedi. “Mutlaka barışacaksın…”

“Ne? Beni onun için mi çağırdınız?”

“Niçin?”

“ ‘Husumetçi’ ile barışmak için…”

“Evet.”

“Mümkün değil.”

“Niçin?”

“Çünkü o barışmaz. Yoksa bana göre hiç…”

Büyük adam, hizmetçi kıza, bu beyin getirilmesini yine Rumca emretti.

Muhabbetçiye:

“Sen emin ol.” dedi. “V beklediler… Biraz sonra kapı açıldı. Husumetçi büyük adama doğru yürüdü. Kendisine uzanan elleri sıktı. Yüzünü çevirip diğer misafiri görünce çehresi değişti. Bir an içinde kızardı, bozardı, sarardı, yeşilleşti, morardı, karardı. Âdeta sathına bukalemun derisi kaplanmış bir husumet heykeline döndü. Gözlüğü titriyordu. Yumruklarını sıktı. Muhabbetçiye o kadar korkunç ve ateşli bir gözle baktı ki… Büyük adam bile ürktü. Ayağa kalktı.

“Ne oluyorsun yahu?” dedi. “Otursana… Tuhaf bir tesadüf? Hiddetlenmeye lüzum yok.”

Birden Muhabbetçi de korkmuştu. Husumetçinin elinden bir kaza çıkacağından çekmiyorlardı. Fakat yavaş yavaş Muhabbetçi cesaret aldı. Arkadaş oldukları zaman onun ne kadar cesur olduğunu da öğrenmişti.

Husumetçi:

“Düşmanımın bulunduğu yerde duramam, mazurum.” dedi. Tekrar kapıya doğru yürüdü.

Büyük adam fırladı. Onun belinden yakaladı:

“Burası tekkedir. Gelmek sizin elinizde amma gitmek değil.” diyordu. İtişiyorlar; husumetçi kurtulmaya çabalıyordu. Ev sahibi bırakmıyordu. Muhabbetçi bedava sinematograf seyreden acemi bir polis hafiyesi kadar neşeliydi. Nihayet Husumetçinin gözlüğü yere düştü, büyük adam üzerine basınca tuzla buz oldu. Gözlüksüz kalan Husumetçi:

“Teslim, teslim!” diye bağırdı. Artık gitmeyecekti. Çünkü gözlüğü kırılmıştı. Artık hiç görmüyordu. Hatta şimdi kovsalar yalnız gidemeyecekti. Zira duvarlara çarpar, hendeklere düşer, denize yuvarlanırdı. Son nefesinde vasiyet veren bir hasta sesle:

“Beni bir yere oturtunuz.” dedi. Bir koltuğa oturttular. Elleriyle gözlerini ovuşturuyordu. Gayet büyük adam, feylesof, muharrir, âlim, şair ilahıre… olduğu gibi aynı zamanda doktordu. Husumetçiye gözlerinin miyop olup olmadığını sordu.

“Ah ne miyobu?” dedi. “Hep kabahat bende… O kadar çok kitap okunur mu? İşte gözlerimi kaybettim. Gözlük olursa ne âlâ; görebiliyorum. Yoksa körüm…”

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Birinci Dünya Savaşı yıllarında vagon ticareti ve erzak ihtikârı ile ün kazanmış bir Rum.

2

İkinci Meşrutiyet Meclisinde Arnavut milliyetçiliği ile ün kazanmış bir milletvekili.

3

Spenser ve Btkon’a hamdederim.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

bannerbanner