Читать книгу Asilzadeler (Омер Сейфеддин) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Asilzadeler
Asilzadeler
Оценить:
Asilzadeler

3

Полная версия:

Asilzadeler

Zırtaf ’ın gözleri parladı. Bu, hakikatte kaşarlanmış bir serseri, gayet mahir bir şantajcıydı. İttihadı İs-lamla Arap İmparatorluğu mefkûrelerinin ikisine de aynı miktarda malikti. Gördüğü oldukça iyi tahsile rağmen iptidai bir zihniyetle dünyadaki insanları “İslam, Hristiyan” diye iki basit kısıma taksim eder, ne kadar İslam varsa hepsine Arap nazarıyla bakardı. Ebülhüda’nın yetiştirmesiydi. Eskiden mabeyne nasıl girip çıkarsa, şimdi de Babıali’ye, sadarete, teşkilatı mahsusalara, cemiyeti hayriyelere, edebî kulüplere, siyasi mahfellere öyle girip çıkardı. Gayet şıktı. Beyoğlu’nda birinci sınıf bir apartmanda yaşıyor; kumarda, sefahatte harcadığı paraların membaını, kimse değil, hatta kendi bile bilmiyordu.

“Benim ailem, İslamiyet sayesinde Kureyşler iktidarı elde ettiğinden beri siyasi mücahedesinde devam eden minimini gizli bir kabileciktir. İddiası bütün Araplardan büyük bir imparatorluk teşkil, Afrika ile beraber Asya’yı, Çin, Hindistan, Türkistan, Silezya, Türkiye dahil olduğu hâlde tamamen Araplaştırarak tekrar Cebelüttarık’ı geçmek, İspanya’yı, Fransa’yı, Almanya’yı, Avusturya’yı, İtalya’yı, hasılı bütün Avrupa’yı ezerek İngiltere ile Amerika’yı zapt etmektir. Ceddimiz Kaysüssücufüzzırtaftır.”

Müzekki Bey zihninde birden uyanan mazinin semi hatırasıyla:

“Zannedersem Zırtaf değil, Zırt.” dedi.

“Hayır efendim, Zırtaf! Siz mektepte çocukların bana ‘Hacı Zırt’ dediklerini hatırlıyor, ihtimal diğer münasebetler gibi bu mektep lakabını bozarak kendime aile ismi yaptım sanıyorsunuz. Hayır, yanılıyorsunuz. Benim ceddim Kaysüssücufüzzırtaftır! Bu ismin bütün Araplar indinde meşhur bir hikâyesi vardır. Bu hikâye binlerce âşıkane şiire mevzu olmuş. Hatta muallakatta bile telmih olumuş.”

Efruz Bey:

“Rica ederim bu şairane hikâyeyi anlatınız.” dedi.

“Peki anlatayım. Hicretten binlerce sene evvel ceddim Kaysüssücufüzzırtaf on buçuk yaşında bir çocuktu. Daha kimse onun büyük bir şeyh, büyük bir hükümdar, büyük bir cihangir olacağını bilmiyordu. Zayıftı, sıskaydı. Karnı biraz, biraz değil, epeyce şişti. Çenesinin altında bir davul gibi kabarıyordu. Bu esnada kabilesi civardaki kabileler üzerine gazve yapmış, sayısız ganimet yağma etmişti. Bu ganimetler vahada denk denk birbiri üstüne yığılmıştı. Ekserisi setrelerden, kumaşlardan ibaretti. Gece bütün kabile halkı uyurken ceddim uyumuyor, ileride yapacağı cihatları düşünerek yığının dibinde geziniyordu. O, böyle küçük mikyasta gazvelere tenezzül etmeyecek, şarkı garbı birleştirecek, yeni dünya durdukça arza hâkim olacaktı. Tam bu sırada dehşetli bir fırtına çıktı. Ganimet yığınları devrildi. Ceddim bunların altında kalıp ezilince karnındaki gazlar o kadar şiddetle intişar etti ki… Havan topu gibi patlayan bir sada ile bütün kabile halkı uyandı. Ganimetlerin yanına koştular. Denkleri kaldırdılar; altından küçük kahraman Kays’ı çıkardılar. Zaman geçti. Bu Kays büyüyüp bütün Arabistan’a hâkim olunca bu vaka da kendi kadar şöhret kazandı. Arapça sucuf ‘secf ’in ‘cem’idir; setreler, örtüler demektir. İşte örtü gömlek denkleri tazyikiyle ceddimin karnından çıkan bu sada ‘Sücufüzzırtaf ’ diye evvela kendine, sonra ailesine ondan sonra beş yüz beş bin sene var ki hanedanına alem olmuştur.”

Efruz Bey:

“Oh, ne romantik menkıbe!” dedi. Prens Eternel Kâmıran dö Kara Tanburin şiirle de iştigal ettiği için bunu pek şairane buldu:

“Pek bedii bir levha. Düşününüz. Çölde bir vaha.. Tüyleri dökülmüş kamış yelpazeler hâlinde sakin, nazenin duran hurma ağaçları… Saf, asude, dumansız, lekesiz, yıldızsız bir sema… Susuz bir kuyunun başında ince mugaylan fidanları arasında kurulmuş çergeler… Herkes uyuyor. Hurmalar, sema, mugaylanlar… Her şey, her şey uyuyor. Yalnız kahraman Kays uyanık! Ganimetlerin dibinde. Birden çıkan rüzgârla denkler yıkılıyor. Müthiş bir sada bütün bu sakin ufku dolduruyor ‘Zırrrrrt’ diye! Herkes uyanıyor, koşuyor, denklerin altından birkaç sene sonra tamamıyla kürei arza hâkim olup Zuhal, Utarit, Zühre gibi küreleri de zapt için projeler yapan cihangiri çıkarıyorlar… Dünyada bundan nefis bir trajedi, bir destan, hatta bir opera mevzuu olamaz.”

Vakanın şiiri, tabiatı hepsini teshir ediyordu. Zırtaf ’ın tarihine bu hadise ile başlanmasını münasip buluyorlar; oğuldan evlada, evlattan toruna uzayıp gelen bu büyük kahramanlık tarihinden bir destan, bir opera yapılınca besteleyecek bestekâra mukaddime olarak ne nefis ne tabii bir sada hazır olduğunu söylüyorlar; bu tabii sesten ilahî bir melodi çıkarmak için bir Verdi, bir Vagnerr bir Bethoven doğmasını temenni ediyorlardı. Prens Azizüssücufüzzırtaf ceddinin daha birçok hikâyesini anlattı. Artık hava kararıyordu.

Nermin Bey:

“Asaletmeaplar!” dedi. “ Vakit geçti, artık dağılsak…”

Fakat Efruz Bey kendi asaletini, kendi cetlerini anlatamamıştı. Saat altıyı geçiyordu. Bu beş asil genç birbirinden ayrılamadı. Hemen oracıkta, aceleyle “Asiller Serkli” namıyla bir kulüp tesisine karar verdiler. Oraya bütün asiller toplanacak, şarkta da garpta olduğu gibi asaletin hakkını arayacaklar, milletlerin idaresini ellerine alacaklar, avamı –asillerin iddiasızlığından fırsat bularak– sıçradıkları yüksek mevkilerden indirecekler, layık oldukları kovuğa sokacaklardı. Ayrılırken ev sahibinin ellerini samimiyetle sıktılar.

“ Yarın Perapalasta.” diyorlardı. Orada bir odada toplanacaklar, nizamnamelerini, duhul şartlarını, unvan, derece meselelerini müzakere edeceklerdi. Ev sahibi misafirlerini ta kapıya kadar teşyi ediyordu.

Prens Zırtaf:

“Efruz Bey, sizinle bir dakika yalnız kalmak isterim.” dedi.

“Emredersiniz Prens. Emrinizi icraya hazırım.” cevabını veren Efruz Bey misafirlerinin arkasından kapıyı kapadıktan sonra Prens Zırtaf ’la kapının sağındaki salona döndü.

“Buyrunuz efendim?.”

Prens sıkılıyor, ellerini ovuşturuyordu. Gayrete geldi. İnce parlak potinlerinin narin uçlarına bakarak:

“Portmonemi düşürmüşüm!” dedi.

Efruz Bey çok zengin olduğu için para meselesine ehemmiyet vermeyi asalete mugayir görürdü.

“Ne zararı var efendim?”

“Sizden yarın akşam vermek üzere küçük bir meblağ isteyeceğim.”

Zırtaf, Efruz Bey’in doğru bir mazeret uydurmasına meydan vermeden ilave etti:

“Bin lira kadar bir şey!”

Bu, Efruz Bey için vakıa çok ehemmiyetsiz bir para idi. Lakin aksi şeytan… Şimdi vermek mümkün değildi. Çünkü Efruz Bey mazeretini saklamadı:

“Kasanın anahtarları annemdedir. İki hafta var ki nasırlarını kestirmek için profesör Verşinker’in yanına Viyana’ya gitti. Üç ay sonra gelecek. Burada olsaydı vallahi billahi, namusum, asaletim üzerine tekrar tekrar yeminler ederim ki şu bin lirayı hemen size verirdim.”

Prens Zırtaf teşekkür etti, sonra başını eğdi:

“Şimdi yüz lira verseniz?”

“Aksi şeytan!” dedi. “O da yok!”

“Bir lira lütfetseniz?”

Efruz Bey binden bire yıldırım gibi inen prense dikkatli dikkatli baktı. Ne diyecekti? Fakat mazereti pek makbuldü:

“Bugün yanımda ne kadar bin lira varsa sizin gibi bir dostuma verdim. Elime ancak yarın para geçecek.”

“Şimdi bir mecidiye olsun veremez misiniz?”

Kurtulamayacağını anlayan Efruz Bey parayı asil dostunun avucuna koyarak:

“İşte bir çeyrek! Daha fazla veremediğim için beni affediniz.” dedi. “Hayatta bazen öyle münasebetsiz, öyle aksi anlar oluyor ki…”

Prens çeyreği cebine koydu. Teşekkür etti. Efruz Bey konuşarak para üzerine, aksi tesadüfler üzerine, zenginlik üzerine felsefeler yaparak misafirinin elini sıkıyor, veda ediyordu. Ansızın, arkada, mermer döşeme methalde dehşetli bir gürültü oldu. Çığ gibi yuvarlanan al yanaklı şişman, yuvarlak bir evlatlık sanki birkaç kilometre ötede birisine söylüyormuş gibi nefes nefese, avazı çıktığı kadar:

“Küçük Bey! Küçük Bey!” diye haykırdı. “Anneniz beni görmeden gitmesin, dedi. Size çarşıdan burnunun kıllarını çekmek için cımbız aldıracakmış!”

***

Efruz Bey Zırtaf ’ın arkasından kapıyı kapayınca annesinin yanına koştu. Burası beyaz dokuma sedirli, Uşak halısı döşenmiş, Şam perdeli gayet alaturka bir oda idi. Duvarları hep ayet hadis levhalarıyla örtülüydü. Eğer bir “Allah” bir de “Muhammed” levhası olsa mükemmel bir mescit sayılabilirdi.

“Anne! Niçin o münasebetsiz kızı misafirlerin yanına gönderiyorsun?” diye karşısına dikilen hiddetli oğlunu bu sert Çerkez hemen yatıştırdı.

Acele ile o rast gelmişti. İşte onun için göndermişti… Münakaşadan ziyade iş yapmasını seven Efruz Bey lafı pek uzatmadı. Hemen evde yeni bir tensikata girişti. İki İslam bir Rum hizmetçi kızla küçük evlatlığı, dadısını çağırdı.

“Şimdiden sonra ‘Despina’dan başka hiçbiriniz bana lakırdı söylemeyeceksiniz?” dedi.

Dadısı mahzun mahzun baktı:

“Küçük Bey’im! Niçin bize darıldın?”

“Bak hâlâ ‘Küçük Bey’ diyor.”

“Ne diyeyim a Bey’ciğim?”

“İsmimi söylemeye hacet yok. Yalnız unvanımı telaffuz edersin.”

Hiçbir şey anlamayan dadı, hanımefendisine, kızlara “Ne diyor?” gibi baktı.

“Kalın kafalı Çerkez! Laf anlamazsın ki…”

Efruz Bey tekrar hiddetlendi, köpürdü. Hepsine ayrı ayrı sordu:

“Benim unvanım ne?”

Sonra annesine döndü:

“Söyle anne, benim unvanım ne?”

Hiçbirisinden bir cevap alamayınca daha ziyade ateşlendi. Ana oğlunun, hizmetçiler efendilerinin unvanını bilmiyorlardı. Bu memleket batmasın da neresi batsın? Bu ne idraksizlik, bu ne kabalık, bu ne hayvanlıktı.

“Benim unvanım Prens… Ben Prens’im! Beni artık Prens diye çağıracak, medeniyete girmeye alışacaksınız. Hain vahşiler…”

Hanımefendi yine oğlunu geçen seneki gibi ismini değiştiriyor sandı:

“A oğlum, bari kendine bu sefer bir İslam ismi taksan.” dedi.

“Sus anne! Cahilliğini meydana vurma. Bu isim mi? Unvan.”

“Her ne ise… Bari İslamca olsa.”

“İslamcası Han amma böyle söylerseniz insanı Acem zannederler.”

Hanımefendiyi yine bayılmaktan kurtarmaya çalışan dadı:

“Başüstüne, öyle deriz efendim. Artık hepimiz size ‘Prens Bey’ deriz.”

“ ‘Prens’ dedikten sonra ‘Bey’ demeye hacet yoktur.”

Efruz Bey Despina’ya döndü:

Söyle beni nasıl çağıracaksın.

“ ‘Müsyü lö Prens’ diye.”

“Yalnız o kadar mı?”

“ ‘Müsyü lö Prens zenapları’ diye.”

Efruz Bey çok memnun oldu. Annesi Bolulu aşçı ile fingirdeyen bu kızı ay nihayeti savmak istiyordu. Fakat oğlunun tensikatı niyetinin aksine çıktı. Despina’nın maaşına bir lira daha zam yapıldı. Erkek misafir geldiği zaman Despina’dan başka kimse salona, kapının yanına uğramayacaktı.

Efruz Bey yarım saat içinde hizmetçilerin meselesini bitirdikten, küçük evlatlığın misafir karşısında bağıra bağıra yalan söylediğine ceza olarak iki gün tavan arasında hapsine hükmettikten sonra yatak odasına çekildi. Yemek yemeye gelmedi. Düşünmek istediği akşamlar yemeği hazfeder: “Boş mide, dolu zihin, parlak fikir!” derdi. Koltuğuna uzandı. Hava tamamıyla kararmıştı. Gölgeler, karanlıklar içinde düşünmeye başladı. Evet kendi bir prensti! Fakat hangi aileden? Bunu, hakikatte, ancak tarihler biliyordu. Hâlbuki Türklerin tarihi henüz yazılmamıştı. Annesi Osmanlı asaletine akıl erdirecek zihniyette değildi. Tabii hiçbir şey bilmiyordu. Amma yalnız kendisi… Yalnız kendisi ailesini biliyor, ruhundaki deruni bir sedanın, bir tehaddüsün, bir ilhamın ismini haber verdiği asil ailesini bütün tarihiyle, bütün ananatıyla biliyordu. Babası ölmezden birkaç sene evvel Kastamonu Vilayeti Defterdarlığında bulunmuştu. İhtimal bu adamı gizli bir “sevkitabii” son günlerde ecdadının payitahtına çekmişti. Ecdadı ihtimal ki… Hayır, “ihtimal ki” değil, muhakkak surette “Kızıl Ahmet”lilerdi.

“Prens Efruz dö Kızıl.” dedi.

“Ahmet” ismi adi idi. Hazfetmek icap ediyordu. Odanın yalnızlığı içinde ecdadının mazisini tahayyül etmeye başladı, o cenkler, o saraylar, o atlar gözünün önüne geliyor, Kızıl Ahmetli bayrağının dalgalandığını, altından armaları, elmaslı tuğları görüyor gibi oluyordu.

Kalktı. Soyundu. Aç acına yatağına yattı.

Rüyasında Kastamonu’daki muhteşem şatosunun büyük salonunu gördü. Bu altın kanepe, billur avizeli salonda asil dostlarına, av için kendini ziyarete gelen Prens Eternel dö Kara Tanburin, Prens Sücufüzzırtaf, daha birçok Marki, Kont, Lort, Veliaht nevinden asile ziyafet veriyordu. Şampanyalar içildi. Sofrasında şimdiye kadar haremlerin gölgeli kafesleri arkasında mahpus, meçhul kalan Şark Prensesleri de çırılçıplak hazır bulunuyorlardı.

Hele Prenses Zırtaf…

Efruz Bey tabii asil bir şövalye serbestliği ile sofrada, kocasının, bütün davetlilerin önünde bu çırçıplak güzel Prenses’in beline sarılıyor, şampanyalı dudaklarından öpüyordu. Fakat Prens Zırtaf kıskandı. Afrikalı bir maymun çevikliğiyle sofranın ta ortasına atıldı. Efruz Bey’in üzerine hücum etti. O anda bir kargaşalık koptu. Kadehler, sürahiler, avizeler devrildi, silah, kılıç, kalkan, mızrak, tabanca, top, mitralyöz, bomba sesleri işitildi. Karanlıkta salonun eski büyük kubbesi çöktü. Efruz Bey can havliyle gözünü açınca kendini yatağında dimdik buldu. Sabah olmuş, hızla kapıyı açan Despina sütlü kahvesini getirmişti:

“Buyurunuz Müsyü lö Prens zenapları…”

Müsyü lö Prens zenapları hemen yataktan fırladı. Tersine giyilmiş pijamasının hiçbir düğmesi iliklenmemişti. Hâlâ rüyasında kucakladığı Prenses Zırtaf ’ın aşkıyla ruhu, kalbi, sinirleri gergindi. Şakadan Despina’nın üzerine atıldı. Belinden yakaladı. Karyolanın içine attı. Sütlü kahve dökülmüş, fincanlar odanın ortasına yuvarlanmıştı.

“Ah Prenses, Prenses…”

“Vire duyazaklar simdi… Olazağız rezil…”

Bu esnada sofadan geçen Hanımefendi fincanların şangırtısını duymuştu. “Ne oluyor!” dedi. Vurmadan, habersizce kapıyı itince öyle müthiş bir çığlık kopardı ki… Herkes yukarı koşuştu. Manzara müthişti! Prens’in elinden kurtulan Despina saçı başı karma karışık, tıpkı iffetine tecavüz olunmuş masum bir kız oğlan kız gibi hıçkıra hıçkıra, derin derin ağlıyor, yanmamak için hemen kazı çeviren Prens:

“İşte sütümü döken beceriksizi ben böyle döverim!” diyordu.

Amma Hanımefendi yutmadı. Bağırdı:

“Dışarıda ne haltı yersen ye. Burası bildiğin yer değil. Benim boynuzlarımı takmaya vaktim yok.”

Despina’yı hemen kovdu.

Ana oğul işi azıttılar. Kavga az daha dövüşe dönecekti. Hanımefendi her vakitki gibi bayıldı. Prens Efruz bu aralık çabucacık giyinerek kendisini sokağa attı. Serin rüzgârsız bir eylül günü tatlı güneşiyle her tarafı parlatıyordu. Tek gözlüğünü taktı. Yürüdü. Yanından geçenleri görmüyordu. Harbiye’nin önünde bir arabaya atladı, Perapalas’ın önünde indi. Prens Eternel dö Kara Tanburin, Prens Zırtaf, Prens Müzekki, Marki Nermin otel kapısının karşısında, yaya kaldırımda ayakta durmuş konuşuyorlardı. Onu görünce:

“İşte Efruz Bey.” diye döndüler.

Efruz Bey asillere yakışmayan bu hitaptan müteessir oldu. Elini onlara uzatmadı. Dargın bir tavırla:

“Asaletmeaplar beni tanımıyorlar.” dedi.

Tanıyorlardı. Fakat ismini bilmiyorlardı. Prens Zırtaf hemen intikal etti:

“Prens hazretleri dün bize ailelerinin ismini söylemediler.”

“Hakkınız var. Unuttum.”

“O hâlde şimdi lütfediniz.”

“Prens Efruz dö Kızıl.” Hepsi bu ismi tekrarladı. Prens’in elini sıktılar.

“Beni mi bekliyordunuz?”

“Evet, evet…”

“O hâlde niçin girmiyoruz?”

“Marki Nermin Bey makul bir şey düşündü. Perapalas’ta içtimaimiz münasip değil.”

“Niçin?”

Marki cevap verdi:

“Çünkü bu otele adi politikacılar da girebiliyor. Ondan başka iktisat serserileri de burada toplanıyor. Bizi bilahare tanıyacak olan asiller ilk içtimaimizi burada yaptığımızı duyarlarsa protesto ederler.”

Prens dö Kızıl arkadaşlarını evine, kendi salonuna davet edecekti. Amma henüz sabahki vaka aklında olduğundan teklife cesaret edemedi.

“İyi fakat nerede toplanacağız?” dedi.

Prens Eternel:

“Nerede olursa olsun hususi bir yerde…”

Kendi evi pek uzakta, Fatih’te olduğu için dostlarını davet şerefinden mahrum kalacağına dair samimi, hakiki teessüfler izhar etti.

Prens Zırtaf:

“Benim apartmana buyrun!” dedi.

Kabul ettiler. Yavaş yavaş Caddeikebir’e doğru yürümeye başladılar. Zırtaf yirmi senedir İstanbul’da umumhaneler, kumarhaneler işletmekle milyonerleşmeye yüz tutmuş bir Rum’un geçen sene yaptırdığı büyük “Megalo idea” apartmanında, ikinci kattaki dairede oturuyordu. Burası son derece muhteşem, son derece süslü idi. Kapısında beyaz fistanlı, Karadağ tabancalı iri, ince belli Efzunlar duruyor, gelene geçene bir kral sarayı bekliyorlarmış gibi dehşetli dehşetli bakıyorlardı. Bu esatir kahramanlarının önünden geçerken Prens Efruz dö Kızıl asil kalbinin gurur ile titrediğini duydu. İşte arkadaşı Prens nasıl ismiyle unvanına layık bir ikametgâhta yaşıyordu! Geniş mermer merdivenleri çıktılar. Kapının düğmesine Prens Zırtaf bastı. Açılan kapıda kesik kır bıyıklı ihtiyarca bir uşak göründü. Sadece, yani âdeta kabaca:

“Oriste!” dedi.

Prens Zırtaf asil arkadaşlarının hepsini kendi önünden geçirdi. Salonuna götürdü. İhtişama, mobilyaların zenginliğine hepsi şaşıyordu. Duvarlarda kıymetli açık saçık resimler asılıydı. Köşelerdeki sehpalarda beyaz mermerden heykeller parlıyor, nefis vazoların içindeki taze çiçek kokularına, sanki ağır bir tütün kokusu karışıyordu. Ortadaki masa salona göre biraz büyüktü. Üzerinde ağır nefti çuhadan bir örtü vardı. Kumaş koltuklara oturdular.

Prens Zırtaf:

“Evimde ulvi bir vesile için toplandığımıza çok memnunum.” dedi. “Bütün içtimalarımız için bütün apartmanım, uşaklarım ve ben emrinize tabiiyiz.”

“Teşekkür ederiz.”

“Ben size teşekkür etmeliyim. Çünkü ilk içtimaı benim evimde yapmak şerefini bana… Müşerref olmaklık… Çünkü…”

“Teşekkür ederiz.”

“Bin teşekkür…”

“Mersi.”

“Asaletiniz…”

Zırtaf cümlesinin nihayetini getiremedi. Prens Eternel:

“Vakit nakittir.” diye söze başladı. “Şimdi boş durmayalım. Biliyorsunuz ki maksadımız pek âlidir. Kendi asaletimizle beraber köşede bucakta kalmış asaletleri de meydana çıkaracağız. Onlara evvela unvanlarını vereceğiz. Sonra haklarını aramaya, bulmaya çalışacağız.”

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

bannerbanner