
Полная версия:
Binbir Gece Masalları
“Şahım! Bu hekimin canını benim hatırıma bağışlayın. Bu adamın size karşı bir kötülük yaptığına hiç şahit olmadım. Sizi diğer bütün hekimlerin mücadele etmekte yetersiz kaldığı bir hastalıktan kurtarmaktan başka bir şey yapmadı.” demiş.
Şah: “Bu adamı öldürmek istememin nedenini bilmiyorsun. Eğer onu bağışlarsam kendimi ölüme mahkûm etmiş olurum. Elime bir şey tutuşturarak beni hastalıktan kurtardığı gibi pekâlâ başka şekillerde öldürebilir de… Beni bir çıkar karşılığında öldürmesinden korkuyorum; ne de olsa buraya gelmesinin tek amacı beni mahvetmek. Faydası yok, onu öldürmeliyim ki kendi hayatımı güvence altına alabileyim.” diye cevap vermiş.
Duban ağlayarak yine: “Beni bağışla ki Allah da seni bağışlasın, beni öldürme ki Allah da seni kötülüklerden uzak tutsun.” demiş.
Fakat bu haykırışı boşunaymış. Şahın kendisini öldüreceğine iyiden iyiye emin olan hekim: “Şahım, eğer ölmekten başka çarem yoksa bana biraz zaman verin. Evime gideyim, sorumluluklarımı son kez yerine getireyim. Aileme beni gömecekleri yeri söyleyip kitaplarımı dağıtayım. Bu kitapların arasında çok nadir bir tanesi var ki onu size hediye etmek isterim. Kütüphanenizi zenginleştirir.” demiş.
“Bu kitabın özelliği nedir peki?” diye sormuş şah.
“Bu eserde tabiatın binbir sırrı yazılıdır… Eğer kafamı kestikten sonra kitaptan üç sayfa açar, sayfaların sol tarafından üç cümle okursanız kesik başım dile gelecek ve sorularınızı cevaplamaya başlayacak.”
Aşırı bir merak duyan şah, gizemin verdiği zevkle titremiş ve şöyle demiş:
“Hekim Efendi! Kafanı kestiğimde gerçekten benimle konuşacak mısın?”
Hekim “Evet.” diye cevap vermiş.
“Bu hakikaten de ilginç bir şey!”
Şah derhâl muhafızları eşliğinde adamı evine yollamış. Duban, bütün görevlerini yerine getirmiş, yarım kalan işlerini tamamlamış.
Ertesi gün, şahın vezirleri, emirleri, generalleri ve asilzadeleri toplanmış ve kabul salonunu âdeta bir çiçek bahçesine çevirmişler. Sonra hekim oturmuş ve: “Bana bir tepsi getirin!” demiş.
Getirilen tepsinin üzerine bir çeşit toz dökmüş ve eliyle tozu yaymış. Şöyle devam etmiş:
“Ey şahım! Bu kitabı alın fakat boynum vuruluncaya dek açmayın. Sonra kafamı tepsiye yerleştirin ve toza bulayın. Toz, kanı derhâl durduracaktır. İşte o zaman kitabı açabilirsiniz.”
Bunun üzerine şah kitabı almış ve celladına emir vermiş. O da hekimin kafasını vurup tepsinin ortasına yerleştirerek toza bulamış. Kan durmuş ve Bilge Duban gözlerini açıp şöyle demiş: “Şimdi kitabı açın şahım!”
Şah büyük bir şaşkınlık içinde kitabı açmış ve yaprakların birbirine yapışık olduğunu görmüş. Bunun üzerine parmağını ağzına götürüp ıslatarak ilk yaprağı kolaylıkla çevirmiş. İkinciyi ve üçüncüyü de… Her sayfayı açmak bir öncekinden daha zormuş. Altı sayfa çevirmiş ve yapraklarda hiçbir şeyin yazılı olmadığını görmüş. Bunun üzerine şöyle demiş:
“Ama Hekim Efendi, burada hiçbir şey yok!”
Duban, “Çevirmeye devam edin.” demiş.
Şah aynı şekilde üç sayfayı daha çevirmiş. Aslında kitabın sayfaları zehirliymiş. Zehir vücuduna yayılıp ona öldürmeden hemen önce şah zorlukla bağırmış: “Beni zehirledin, ölüyorum!”
Bunun üzerine Duban’ın kafası şu şiiri okumaya başlamış:
Uzun yıllar hüküm sürenNe şahlar geldi, geçti…Eser kalmadı birindenTek tek hepsi göçtü, gitti.Boğdular halkın sesiniFeryatları göğe erdi.Felek vurdu sillesini.Onlara da dertler verdi.Göçüp giderken dediler.Feleğin hiç yoktur suçu.Zulmedenler mihnet çekerEtme bulma dünyası bu!Hekimin kafası konuşmayı bitirdiği anda şah ölmüş.
Balıkçı cine anlattığı bu hikâyeyi böylece bitirmiş, sonra:
“Bilmeni isterim ki cin efendi, eğer Şah Yunnan, Bilge Duban’ın hayatını bağışlasaydı Allah da onun canını bağışlayacaktı ama o bunu reddedip bilgeyi ölüme mahkûm etti. Bunun üzerine Allah da onu öldürdü. Eğer sen beni öldürseydin Allah da seni öldürecekti.” demiş.
Artık sabah olmak üzereymiş, Şehrazat burada masalı kesmiş, bunun üzerine kız kardeşi:
“Ablacığım ne heyecanlı masalların varmış!” demiş. Şehrazat da:
“Yarına sağ kalırsam bakın size daha neler anlatacağım.” deyince Şah Şehriyar o gün de karısının canını bağışlamış.
Ertesi akşam Şehrazat masalına devam etmiş…
Balıkçı, konuşmasına devam etmiş: “Eğer beni bağışlasaydın ben de seni bağışlardım. Fakat seni, beni öldürmekten başka hiçbir şey tatmin etmeyecek. Seni bu küpe hapsettim ve şimdi de denize atarak cezalandıracağım.”
Cin gürleyerek: “Allah aşkına bunu yapma balıkçı! Ben zalimlik ettim, sen merhamet et. Kötülük yapan zaten kötülük bulur! Bana Ümame’nin, Atika’ya davrandığı gibi davranma.” demiş.
“Onların hikâyesi nasıldır?” diye sormuş balıkçı.
“Bunu sana böyle hapsedilmişken anlatamam. Tabii beni özgür bırakırsan başka…” demiş cin.
Balıkçı: “Bırak palavrayı! Seni denize atmaktan başka çarem yok. Senin de oradan çıkmanın bir yolu yok. Ben senden merhamet dileyip ağlayarak yalvardığımda sen beni öldürmek konusunda oldukça kararlıydın. Ben ki bunları hak edecek hiçbir kötülük yapmadım sana. Sana zarar vermeye de çalışmadım. Yaptığım tek şey, seni o küpten çıkarmaktı. Sen ise bana kötülük yaptın. Şunu bil ki seni denize geri attığımda burada balık avlayan herkesi benim başıma gelenlerden dolayı uyaracağım. Eğer olur da seni denizden çıkarırlarsa tekrar suya atmalarını söyleyeceğim. Böylece zamanın sonu gelip de senin de sonunu getirinceye dek orada kalacaksın.” demiş.
Cin ise yüksek sesle şunları söylemiş: “Beni serbest bırakmak asil ve cömert bir davranış olur. Sana söz veriyorum ki seni incitmeyeceğim ve istediğini yerine getireceğim.”
Balıkçı, cinin teklifini bir şartla kabul etmiş. Ona yaptığı iyiliğe karşılık olarak kendisine zarar vermemek üzere Allah’ın adına yemin etmesi şartıyla… Daha sonra adam küpün ağzını açmış. Büyük bir buhar kütlesi havaya yükselmiş, ta ki tamamı dışarı çıkıncaya kadar. Sonra buhar kalınlaşmış ve cinin iğrenç silüeti ortaya çıkmış. Cin oradan kurtulur kurtulmaz şiddetli bir tekme darbesiyle küpü denize fırlatmış. Bunu gören balıkçı öleceğini düşünmüş. Kıyafetlerine sarınmış ve kendi kendine şöyle demiş: Sözünü tutmayacak!
Fakat sonra yüreğini ferah tutmaya çalışmış ve cine dönerek:
“Allah adına verdiğin sözü yerine getir. Yoksa bunun hesabını verirsin. Bana bir söz verdin ve Allah adına yemin ettin. Olur da bana yanlış yaparsan bu durum Allah’ın hoşuna gitmez. O ki günahkâr kuluna merhamet eder fakat kimse onun elinden kurtulamaz. Ben de sana Bilge Duban’ın, Şah Yunnan’a söylediğini söyleyeceğim: ‘Beni bağışla ki Allah da seni bağışlasın.’ ” demiş.
Cin gülme krizine tutulmuş ve yürümeye başlamış; balıkçıya: “Beni takip et!” demiş.
Adam güvenli bir mesafeden onun arkasından yürümeye başlamış. Şehrin etrafındaki yerleşim yerlerini geçinceye dek yürümüşler. Kimsenin şimdiye kadar hiç uğramadığı toprakların üzerinden yürüyüp kırları geçmişler ve bir dağa varmışlar. Beraberce dağa tırmanıp arkasındaki bir ovaya ulaşınca cin balıkçıya tekrar: “Beni takip et!” demiş ve onu bir gölün yanına götürmüş.
Sonra adama, balıkları yakalamak üzere ağını denize atmasını söylemiş. Balıkçı suya bakmış ve farklı renklerdeki -beyaz, kırmızı, mavi, sarı- balıkları görüp hayrete düşmüş. Ağını suya atmış ve bir süre sonra çekmeye başlamış. Ağda dört tane balık görmüş. Her renkten bir tane…
Balıkçının çok sevindiğini gören cin şöyle demiş: “Bunları sultana huzuruna götür. O da sana, seni zengin bir adam yapacak her şeyi versin. Kusura bakma, Allah biliyor ya sana bundan başka nasıl yardım edebilirim bilmiyorum. Bin sekiz yüz yıldır denizde olduğumdan dünyanın nasıl bir yer olduğunu unuttum. Şu geçen bir saatin dışında da dünyaya dair hiçbir şey görmedim.”
Daha sonra cin, Allah’ın adını anarak: “Umarım Allah bize yeniden karşılaşmayı lütfeder.” demiş.
Sonra bir ayağıyla yere vurmuş. Toprak ikiye yarılmış ve cini yutmuş. Gördüklerine şaşıran balıkçı, balıklarıyla birlikte şehre doğru yola çıkmış. Evine ulaşır ulaşmaz toprak bir testiyi suyla doldurup çırpınan balıkları içine atmış, cinin kendisine söylediği gibi sultanın sarayına doğru yola koyulmuş. Saraya ulaştığında balıkları sultana sunmuş. Hayatı boyunca o şekil ve renkte balık görmemiş olan sultan, hayretler içinde kalarak şöyle demiş:
“Bunları yeni gelen köle kıza verin, pişirsin.”
Üç gün önce Rum şahının kendisine hediye ettiği köle kızdan bahsediyormuş. Böylece onun yemek pişirme konusundaki becerilerini ölçebilecekmiş.
Bunun üzerine vezir, balıkları genç kıza götürmüş ve kızartmasını emretmiş:
“Bunları sultan size gönderdi ve: ‘Yeteneklerinizi değerlendirme fırsatı bulamadım. Beni zamanın azlığından doğan sıkıntıdan kurtarın ve marifetli ellerinizle bu yemeği pişirin.’ dedi. Çok nadir bulunan bu balıklar sultana hediye olarak geldi.”
Vezir onu dikkatlice uyardıktan sonra, sultanın yanına dönmüş. Sultan da balıkçıya dört yüz altın verilmesini emretmiş. Adam altınları almış, koşa koşa evine varmış. Yaşadıklarının hepsinin bir rüya olduğunu zannetmiş. Sonunda ailesine istedikleri her şeyi alacak paraya sahipmiş. Sevinçle karısının yanına gitmiş.
Köle kıza gelince; balıkları almış, temizlemiş, tavaya koymuş ve yağlayıp çevirmiş. Ancak birden mutfak duvarı yarılmış. İçinden güzel, zarif, gözleri sürmeli genç bir kadın çıkmış. Püskülleri olan mavi renkli ipek bir elbise giyiyormuş. Kulaklarında küpeler, kollarında bilezikler, parmaklarında çok değerli taşlardan yapılmış yüzükler varmış. Elinde Hint kamışından uzun bir sopa tutuyormuş. Sopayı tavaya vurmuş ve şöyle demiş:
“Balıklar, yemininize sadık mısınız?”
Kadını gören köle kız, bayılmış. Genç kadın sözlerini bir kez daha tekrarlamış. Sonra balıklar kafalarını kaldırmış ve şöyle demişler:
“Evet, evet!” Ardından hep birlikte şarkı söylemişler: “Gel ki ben de geleyim, inan çünkü ben de inanıyorum. Eğer ki vazgeçersen, seni ağlatırım.”
Bunun üzerine genç kadın tavayı devirmiş, geldiği yerden geri dönüp duvarı kapatmış. Köle kız ayıldığında dört balığın kömür gibi karardığını görmüş ve:
“İlk işimde her şeyi mahvettim; ben şimdi sultanımıza ne diyeceğim!” diyerek başlamış ağlamaya… Sonra tekrar bayılmış ve yere düşmüş. O bu hâldeyken vezir, balıklar için dönmüş ve kızın kendini bilmeyerek yerde yattığını görmüş. Kızı ayağıyla dürterek ve şöyle demiş:
“Balıkları sultana götür!”
Ayılan kız, ağlamış ve başına gelenleri vezire anlatmış.
Büyük bir hayrete düşen vezir: “Bu oldukça ilginç bir olay.” demiş ve balıkçının yanına gitmiş:
“Bize bu balıklardan biraz daha getir.” demiş.
Bunun üzerine adam, dağdaki yola koyulmuş, ağını atmış ve tıpkı ilk seferde olduğu gibi dört balık daha yakalamış. Bunları vezire götürmüş. Vezir de balıkları köle kıza verdikten sonra: “Bunları benim yanımda pişir ki ne olduğunu ben de görebileyim!” demiş.
Köle kız balıkları temizlemiş ve tavaya yerleştirip ateşe koymuş. Çok geçmeden duvar ikiye ayrılmış ve genç kadın aynı kıyafetlerle ve elindeki sopayla ortaya çıkmış. Sonra sopasıyla tavaya vurmuş ve şöyle demiş…
Sabah olduğundan Şehrazat masalını burada kesmiş. Masalı sonuna kadar dinlemeye kararlı olan hükümdar o gün de Şehrazat’ın canına kıymamış ve Şehrazat ertesi gece masalı anlatmaya devam etmiş:
“Balıklar, yemininize sadık mısınız?” Bunu der demez balıklar kafalarını kaldırıp:
“Gel ki ben de geleyim, inan çünkü ben de inanıyorum. Eğer ki vazgeçersen, seni ağlatırım.” demişler.
Balıkların konuşmaları üzerine genç kadın tavayı devirmiş ve geldiği yerden geri dönmüş, duvar da onun ardından kapanmış.
Vezir yüksek sesle “Böyle bir olayı sultandan saklamamalıyız.” demiş ve sultanın yanına gitmiş, olanları anlatmış.
Sultan: “Bunu kendi gözlerimle görmeliyim.” demiş.
Sonra balıkçıya, üç adamın şahitliğinde, diğerleri gibi dört balık daha getirmesini emretmiş. Balıkçı balıkları getirmiş, sultan da ona dört yüz altın verilmesini emretmiş. Vezirine dönüp: “Bu balıkları benim huzurumda pişirin.” diye emretmiş.
Vezir: “Başüstüne!” demiş.
Vezir tavayı getirtmiş, temizlenmiş balıkları tavaya yerleştirip ateşe koymuş. Bunun üzerine duvar yarılmış ve iri yarı bir zenci çıkmış. Elinde bir ağaç dalı tutuyormuş. Yüksek ve korkunç bir ses tonuyla:
“Balıklar! Yemininize sadık mısınız?” diye sormuş ve balıklar aynı sözleri tekrar etmişler:
“Gel ki ben de geleyim, inan çünkü ben de inanıyorum. Eğer ki vazgeçersen, seni ağlatırım.”
Sonra koca zenci tavaya yaklaşmış ve elindeki dalla onu ters çevirdikten sonra geldiği yerden geri dönmüş. Adam gözden kaybolduğunda sultan, balıkları incelemiş ve hepsinin kömür gibi karardığını görmüş. Büsbütün şaşırmış ve vezire:
“Gerçekten de bu meseleye kayıtsız kalmak çok zor. Belli ki balıklarla ilgili büyük bir gizem var.” demiş.
Sonra balıkçının getirilmesini emretmiş ve ona sormuş:
“Yazıklar olsun sana! Bu balıklar nereden geldi?”
“Şehirden de görülebilecek dört tepeli bir dağın üzerindeki gölden.”
“Kaç günlük mesafede?”
“Sultanım, sadece bir saatlik mesafede.”
Meraklanan sultan, adamlarına atlarına binip yola çıkmalarını emretmiş. Balıkçıyı da rehberleri olarak görevlendirmiş. Bu arada balıkçı, içinden cine lanetler okuyormuş. Dağa tırmanıp hayatları boyunca görmedikleri büyük alana ulaşıncaya dek yola devam etmişler. Sultan ve şen şakrak adamları, dört dağın arasında gördükleri bozkır karşısında hayretler içinde kalmışlar. Göl ve farklı renklerdeki balıklar karşısında da şaşkınlıklarını gizleyememişler. Sultan, merak içinde askerlerine sormuş:
“İçinizden herhangi biri daha önce böyle bir şey gördü mü?”
Askerler: “Ey sultanımız, bizler hayatımız boyunca böyle bir şey görmedik!” demişler. Dahası, bölgenin en eski sakinlerini, uzun yıllar boyunca orada yaşamış insanları da sorgulamışlar. Fakat hepsi:
“Buralarda küçük bir göl görmedik.” diye cevap vermiş.
Sultan: “Allah adına yemin ederim ki bu göl ve içindeki balıklar hakkındaki gerçeği öğreninceye kadar ne şehrime döneceğim ne de tahtıma oturacağım.” demiş.
Sonra adamlarına atlarından inmelerini ve dağın etrafında ordugâh kurmalarını emretmiş. Vezirini, yani tecrübeli, akıllı, zeki ve bilge adamını çağırtmış. Ona: “Yapmam gereken bir şey var ve sana bunu anlatmak istiyorum. Kalbim bana bu gece yola çıkıp bu gizemi -balıkların ve gölün gizemini- çözmemi söylüyor. Çadırımın önünde durup emirlere, vezirlere ve yüksek rütbeli subaylara: ‘Sultan hasta, içeri kimseyi kabul etmememi emretti.’ de ve dikkatli ol, kimseye ne yaptığımdan bahsetme!” demiş.
Vezir, sultanın emrini yerine getirmiş.
Bunun üzerine sultan kıyafetlerini değiştirmiş, kılıcını omzuna almış ve dağlara uzanan yolda gecenin geri kalanı boyunca yürümüş; ta ki sabah oluncaya kadar. Uzaktan bir karaltı görünce sevinmiş. Kendi kendine şöyle demiş:
Umarım burada biri bana gölün ve balıkların gizemi hakkında bilgi verir.
Oraya yaklaşırken o karaltının aslında, siyah taşlarla yapılmış, kapısı aralık bir saray olduğunu anlamış. Kapının önünde durmak onu heyecanlandırmış. Sonra sultan, kapıya hafifçe vurmuş. Kimse kendisine cevap vermemiş. Bunun üzerine iki defa daha vurmuş. Fakat yine bir cevap alamamış. Daha sonra kapıya kuvvetle vurmuş ancak sonuç yine aynı olunca kendi kendine şöyle demiş: Demek ki saray boş.
Sonra oldukça cesur bir hareketle kapıdan geçip büyük salona varmış. Yüksek sesle: “Hey, ahali… Ben yolunu kaybetmiş bir yolcuyum. Yok mu bana yemek verecek kimse?” demiş.
Bu haykırışını ikinci ve üçüncü kez de tekrar etmiş fakat hiçbirinde bir cevap alamamış. Cesaretini toplamış ve sarayın girişini geçip geniş bir avluya varmış. Fakat orada da kimseyi bulamamış. Sarayın ipek eşyalarla ve altınlarla süslendiğini görmüş. Tüm kapılar da açıkmış. Girdiği avlu, dört ayrı salona açılıyormuş. O salonlar da başka salonlara… Avluda bir koltuk ve dört köşesinde ağızlarından mücevher kadar berrak su fışkırtan dört aslan heykelinin olduğu bir süs havuzu varmış. Etrafında çeşit çeşit kuşlar serbestçe uçuşuyormuş. Bu kuşların uçup gitmemesi için avlunun üst tarafına bir ağ geriliymiş. Bunları gören sultan çok şaşırmış. Kimsenin kendisine, virane, göl, balıklar, dağ ve saray hakkında bilgi vermeyecek olması kendisini üzmüş. Oturup derin düşüncelere dalarken bir ağlama sesi ile birlikte yürek paralayan acı dolu şu sözleri duymuş:
Aşkımı saklamadım, sevdam oldu aşikârUyku kaçtı gözümden, ağlarım fecre kadarÖyle bir derde düştüm ki devası bulunmazTahammülüm kalmadı ne kara talihim var!Bu kederli sözleri duyan sultan, derhâl harekete geçmiş, sesi izlemiş ve kapısında perde asılı olan bir odaya kadar gelmiş. Perdeyi araladığında bir tahtta oturan güzel yüzlü, güzel vücutlu, billur gibi bir sese sahip, beyaz alınlı, gül yanaklı, yanağında âdeta esmer bir amber çiçeğini andıran bir beni olan genç bir adam varmış. Şairin de dediği gibi:
Ey ince belli güzelKaranlık dünya oldu aydınlıkSenden daha güzeli yokGözler senin kadar nadir olanını görmediYanağında kahverengi bir ben, dudakları gül kırmızısı…Sultan neşeyle genç adamı selamlamış. Mısır altınlarıyla ve çeşitli mücevherlerle bezenmiş ipek kaftan giyen genç adam oturmaya devam etmiş. Yüzünde kederin izlerini taşıyormuş. Sultanın selamına nezaketle karşılık vermiş:
“Ah efendim, büyüklüğünüz ayağa kalkmamı icap ettirir ama maalesef bunu yapamam. Umarım kusuruma bakmazsınız.”
“Ne kusuru genç adam? Beni bir şey sormak üzere yanına gelmiş bir misafir olarak kabul et ve lütfen bana gölden, balıklardan, saraydan ve de feryat figan ağlamana sebep olan bu kederinden bahset.”
Bu sözleri duyan genç adam, acıyla ağlamaya devam etmiş. Öyle ki göğsü gözyaşlarından sırılsıklam olmuş. Sonra şu dizeleri okumuş:
Kader değişirken umarsızca uyuyana söyleDaha ne kadar zulüm görecek bu dünya böyleSenin gözlerin mühürlü olsa daYüce Allah görür gizleneni de aşikârı daKim hayatın adil olduğunu düşünüyor ki zatenUzunca bir iç çektikten sonra devam etmiş.
Allah’a güven, sıkıntılarını ona emanet etDerdi tasayı bırak, karıştırma kafanıGeçmişi bırakKader belirler ne olacağımızıSen ona bak!Hayretler içinde kalan sultan yine sormuş:
“Seni ağlatan nedir genç adam?”
“Bu hâlime nasıl ağlamayayım?”
Bunu söyledikten sonra elbisesini kaldırmış. Meğer vücudunun göbeğinden aşağı kısmı taşmış. Bunu görüp kederlenen sultan, şefkatle şöyle demiş:
“Vah, vah… Senin acın, benim acımdır. Sana balıkların gizemini sormaya gelmiştim. Ama şimdi senin hikâyeni daha çok merak ediyorum. Allah büyüktür. Şimdi bana hikâyeni anlat.”
“O hâlde bana kulak verin ve anlatacaklarımı dinleyin.”
“Tabii ki!”
Sonra genç adam anlatmaya başlamış.
“Benim hikâyem de oldukça ilginç, tıpkı balıklarınki gibi. Benimki insanlara ibret olacak türden bir hikâye…”
“Peki, nasıl?” diye sormuş sultan.
Ve genç adam anlatmaya başlamış:
BÜYÜLENEN SULTAN’IN HİKÂYESİ
“Anlatayım öyleyse efendim. Bir zamanlar benim babam bu şehrin hükümdarıydı. Hükümdar Mahmut… Babam siyah adaların ve dört dağın sahibiydi. Uzun yıllar boyunca hükümdarlık yaptı. Hakk’ın rahmetine kavuştuktan sonra idareyi ben devraldım ve sultan oldum. Amcamın kızıyla evlendim. Beni o kadar büyük bir aşkla severdi ki yanında olmadığım zamanlar yemeden içmeden kesilirdi. Bu mutlu hayatımız beş yıl sürdü. Bir gün hamamdan döndükten sonra akşam yemeğimizi hazırlamaları için acele etmelerini emrettim. Ardından alışkanlık edindiğim üzere iki genç hizmetçiye beni uyurken yellemelerini söyledim ki ferahlayabileyim. Fakat sıkıntıda olduğumdan ve karımın yokluğunda uykusuz kalıp yorgun düştüğümden uyuyamadım. Gözlerim kapalı olmasına rağmen uyanıktım.
Sonra ayak ucumdaki kızın, baş ucumdakine şöyle dediğini duydum:
‘Ah Mesude! Efendimize yazık oldu, gençliği ziyan oldu. Ona ihanet eden hanımımıza yazıklar olsun. Adi kahpe!’
Diğeri cevap verdi: ‘Efendimiz aptal mı ya da hiçbir şeyden şüphelenmiyor mu da ona hiçbir şey sormuyor?’
‘Ayıp, ayıp! Efendimiz onun yaptıklarını biliyor mu ki onu sorgulasın? Her gece ona içirdiği şarabın içinde kenevir olduğunu bilmiyor musun? O şey sayesinde uyumasını sağlıyor ve efendimizin, karısının ne yaptığından haberi olmuyor; ama biz biliyoruz ki ona ilaçlı şarabı verdikten ve en güzel kıyafetlerini giyip en muhteşem kokuları sürdükten sonra gün doğuncaya kadar ortadan kayboluyor. Sonra efendimizin yanına gelip ona yanmış pastil koklatarak ağır uykusundan uyandırıyor.’
Köle kızın bu sözlerini duyduğumda gözlerim karardı ve her şeyi gözümle görmek istedim. Sonra amcamın kızı banyodan döndü. Bizim için kurulmuş sofrada yemeklerimizi yedik ve her zamanki gibi yarım saat birlikte oturup kahvelerimizi içtik. Sonra bana uyumadan önce her zaman içirttiği şaraptan getirdi ve kadehi uzattı. Ben de içermiş gibi yapıp şarabı gömleğimden içeri döktüm, uyuduğumu düşünsün diye yatağa uzandım.
Uyuduğumu zanneden karım birden öfkeyle bana bağırdı: ‘Gece boyunca uyu ve hiç uyanma. Senden, vücudundan, her şeyinden nefret ediyorum! Seninle birlikte yaşamaktan iğreniyorum! İnşallah Allah’ın canını alacağı günü de görürüm!’
Böyle söyleyip ayağa kalktı, en şık kıyafetlerini giyip en güzel kokuları süründükten sonra benim kılıcımı omzuna aldı ve sarayın kapısından çıkıp gitti.
Sarayı terk edince onu takip etmeye başladım. Caddeleri geçip şehrin kapısına vardı. Anlamadığım sözler söyledi ve asma kilitler kırılırcasına düştü. O da yoluna devam etti. Tabii ben de onu izlemeye… Uzaklarda bir tepede çatısı çamur tuğlalardan yapılmış, kamış çitlerle çevrili bir kulübeye geldi. Çatıya tırmandım ve karımı bir dudağı yerde, bir dudağı gökte iğrenç bir zenciyle birlikte gördüm. Adam cüzzamlı ve felçliydi. Şeker kamışı çöpüyle kaplı bir yerde yatıyordu. Eski bir battaniyeye sarılmıştı ve paçavralar içindeydi. Karım, adamın önünde yeri öptü. Adam da onu görmek için kafasını kaldırdı ve şöyle dedi:
‘Yazıklar olsun sana! Neden bu kadar zamandır gelmedin? Burada benimle birlikte kalıp içki içen kardeşlerim var. Hepsi de hanım arkadaşlarıyla birlikte. Bense içkimi içemedim çünkü sen yanımda değildin!’
Sonra o: ‘Ah efendim, gözümün nuru, kalbimin biricik aşkı! Bilmiyor musun ki vücudundan ve görünüşünden tiksindiğim amcamın oğluyla evliyim. Onunlayken kendimden nefret ediyorum. Eğer senin hatırın olmasa şehrini harabeye çevirmeden ve içindeki mahlukatı helak edip Kafdağı’nın ardına göndermeden bir saniye bile durmazdım.’ dedi.
Zenci: ‘Yalan söylüyorsun! Lanet olsun sana! Şimdi sana zenci bir adamın yiğitliği ve şerefi üzerine yemin ediyorum ki -bizim adamlığımız zavallı beyaz adamınkiyle karşılaştırılamaz bile- bugün itibarıyla eğer bu saate kadar benden uzak kalırsan bir daha seninle sevgili olmayacağım, seninle sevişmeyeceğim. Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Seni zavallı yaratık! Senin alçakça arzularını tatmin edeceğimi mi düşünüyorsun? Alçak sürtük! Beyazların en adisi!’ diye cevap verdi.
Bu sözleri duyduğumda ve bu iki sefilin yaşadıklarına bizzat şahit olduğumda dünyam karardı ve bir süre nerede olduğumu bile anlayamadım. Karımsa alçak gönüllülükle ayağa kalktı ve tatlı sözlerle köleye yalvarmaya başladı:
‘Ah sevgilim, gözümün nuru…’
Adam onunla barışmaya tenezzül edinceye dek de ağlamayı kesmedi. Sonra ayağa kalktı, iç çamaşırları hariç bütün kıyafetlerini çıkardı ve şöyle dedi:
‘Ah efendim, bu hizmetkârının yiyebileceği bir şey var mı?’
‘Dolabı aç!’ diye homurdandı zenci. ‘En altta bizim de yediğimiz pişmiş fare kemikleri bulacaksın. Sonra şuradaki kabı al, içinde yarım bıraktığımız içki var.’
O, yiyip içtikten sonra elini yıkadı ve kölenin yanına gidip şeker kamışı çöpünün üzerine uzandı. Çırılçıplak soyundu, sonra paçavralardan yapılma yatak örtüsünün altında zencinin yanına kadar süründü.
Karımı bu hâlde görünce aklımı kaybettim. Çatıdan aşağı indim, karımın getirdiği kılıcımı aldım. İkisini de öldürmeye kararlıydım. İlk önce kölenin boynunu vurdum.”
Şehrazat sabahın yaklaştığını görünce masalını burada kesmiş. Ertesi gece hükümdarın müsaadesiyle masalına devam etmiş:
“Kafasını kesme niyetiyle kılıcımı zencinin boynuna vurduğumda onu öldürdüğümden emindim fakat o, yüksek bir sesle inlemeye başladı. O zaman sadece derisini ve boynundaki iki damarı kestiğimi anladım. Bunun üzerine amcamın kızı irkildi. Onun beni görmesine fırsat vermeden kılıcı kınına sokup şehre doğru yola koyuldum. Saraya gidip yatağıma uzandım ve karım beni uyandırıncaya kadar (yani ertesi sabaha kadar) uyudum. Uyandığımda karımın saçlarını kestiğini ve yas kıyafetleri giydiğini gördüm.
Bana şöyle dedi: ‘Ah, amcamın oğlu, yaptığım şey için beni suçlama! Annemin öldüğü, babamın kutsal savaşta şehit düştüğü, ağabeylerimden birini yılanın ısırdığı, diğerinin vurulup can verdiği haberini aldım. Ağlamaktan ve feryat etmekten kendimi alamıyorum.’
Bu sözleri duyunca kendimi zor zapt ederek şunları söyledim: ‘İstediğini yapabilirsin. Kesinlikle sana karşı gelmeyeceğim.’