
Полная версия:
Uzun Yol
VI
Yol işçilerinin köyünde.
Bundan birkaç gün önce, “Her nahiyeden dörder kişi askere alınsın. Her birine dört yüz som verilsin.” diye Bölge Valiliğinden Nahiye Müdürlerine emir gelmişti. Bu haberin üzerinden fazla geçmeden Urmambet’in askere alınacağını duyduk. Beyşembi bu haberin doğru olup olmadığını öğrenmek için Isık Göl’e gitmişti. Beyşembi geldiğinde biz otları topluyorduk. Canımcan toplanan otların üzerine çıkmış, Elebes amcamın verdiği otları alıyordu. Beyşembi atından iner inmez, atını henüz bağlamamışken, Elebes amcam “Doğru muymuş?” diye sordu, elindeki dirgene dayanarak. “Doğru.” dedi, Beyşembi. Elebes dirgeni toplanmış olan otun üzerine bırakarak, Beyşembi’nin yanına geldi. Eğilerek çizmesine koyduğu keseyi çıkardı. Çıkardığı keseden avucuna tütün döktü, sonra da hemen ağzına attı.
– Ee, söyle bakalım ne var ne yok, dedi dudaklarını bükerek.
– Bizim Şımarık Sarı bir kişi verecekmiş. İşte onun için bizim Urmambet’i askere yazmış, diye söze başlarken Beyşembi, Elebes amcam:
– Nahiye Müdürü onu yakalayıp mı vermiş, diyerek sözünü böldü.
– Lafın kısası, efendiler onu uygun görmüşler, dedi Beyşembi.
– O, Isık Göl’e ne zaman gitmiş?
– Yıllardır gitmiyormuş, bu sene de halkı bir göreyim demiş galiba. Gittiğinde de bu olay olmuş.
– Nerelere gitmiş, dedi, Elebes amcam. Beyşembi bağladığı atına bir baktı ve kalın parmaklarını ovalayarak, bu sefer Irdık’ta, Tunganların yanında kalmış, dedi. Birkaç dakika sessiz kaldıktan sonra:
– Gider gitmesine de, ancak giderayak halkın huzurunu bozup boş yere kötü oldu. Askere yazıldıktan sonra Karakol’a gitmiş, sonra geri gelmiş ve şiddet kullanarak ekâbirlerin atlarını almış, bugün de Şımarık Sarı’nın huzurunu bozmuş. Askere gidecek olanlara 400’er som verilecekmiş, onun 200’sine idareciler el koymuş.
Aslından bunların hepsi doğruymuş. Olay şöyle olmuş:
Günlerden bir gün Cılu Bulak’ın az ilerisinde efendiler bir araya gelerek toplantı yaparlar. Tam o sırada, Urmambet Aral’dan hızlı çıkagelir, toplananların üzerine yürür ve Nahiye Müdürü Ibıke’nin atını elinden almaya çalışır. Oradakiler, “Yapma, etme, ayıp olur, bunu bırak, istediğin başka at varsa verelim.” derler. O ise “Bundan başka ata binmem.” der. Oradakilerden Urmambet’i dövmeye çalışanlar da olur. Urmambet’in soğuk suratını gören Ibıke de korkar. “Bu kâfiri rahat bırakın.” diyerek dövmeye çalışanları durdurur. Böylece Urmambet, Ibıke’nin doru atını alarak yola koyulur.
Aynı gün, halk arasında yayılan “Urmambet askere alınacakmış. Nahiye Müdürünün atı ile gelmiş,” şeklindeki söylenti Şımarık Sarı’ya ulaşır. “Nahiye Müdürünün öfkesi ona rahat vermez.” derler. Kadınlar ise, “Tövbe… Bunun gibisini görmemiştik. Sıradan bir adamın, Nahiye Müdürünün atına binmesi, iyiye yorulacak şey değil. Kahrolasıca! Bu zamana kadar onun atına değil binmek, önünden geçeni görmemiştik. Nahiye Müdürüne bunu yapanı Allah çarpar, derler.” Durum böyle olunca ne yapacağını şaşıran Ibıke:
– Bu kâfirle tartışılmaz. Onu bir şekilde kandırın ve ortadan kaldırın, der.
Kısacası onunla ilgili çok sayıda söylenti dolaşıyordu.
Urmambet gitmeden önce Kızıl Kıya’ya uğradı. Akşam üzereydi. Köyün önünde akan derede birçok çocuk oynuyorduk. Tam o sırada kara atlı, gri giysili, bakımlı bir asker atını koşturarak gelip bizim çadırın önünde durdu. Ben hemen tanıdım. Urmambet geldi, dedim. Bekkul’la yarış ederek eve koştuk. Peşimizden şaşkın şaşkın bakan Torgoyakun da koştu. Biz geldiğimizde Urmambet çoktan içeri girmiş, kendine yer bulup, oturmuştu bile. Eski Urmambet değildi. Üzerinde gri asker kaputu, onun içinde göğsünde cebi olan gri gömlek, ayağında ise yepyeni sarı renk çizme vardı. Üzerindeki bütün giysiler kendine çok yakışmış, orta boylu, yakışıklı bir asker olmuştu. Geçenlerde buradan Almanya’ya giden askerlerden hiç farkı yoktu. Bir tek başındaki, kuzu derisinden yapılmış Kırgız kalpağı vardı. Bu sefer askere alınanların hepsini bu şekilde giyindirmişler. Bu, Kırgızlardan alınan asker olduğunun işareti gibiydi. Üzerindeki giysiler kendine yakışmış olan Urmambet gözüme çok yakışıklı göründü. Morali da iyi gibiydi. Öncekilerin aksine, evdekilerle sohbet ediyordu. Ben gelmeden önce epey konuşmuş olmalıydılar.
Benim içeri girdiğimi kimse fark etmedi. İçeri geçip Urmambet’in yanına oturdum. Urmambet yanında, sağ tarafında oturan bana bakarak, “Kurban olduğum, ölmezsen sen de büyür insan olursun.” diye kocaman, ağır elleriyle yavaşça alnımdan okşadı. Bu sözü neden söylediğini anlamadım. Ama yine de bana ilgi göstermesine sevindim.
Bu arada Burmake ana başını dumandan çevirerek Urmambet’e baktı.
– Hey kurban olduğum! Nahiye Müdürünün atına binmişsin, bu nasıl iş? Birinin bedduasını alırsın. Dosta göre düşman çok, derler. Öyle yapma, tövbe de, dedi yumuşak bir sesle ve iyi niyetle. Urmambet bu sözleri dikkate bile almadan:
– Elimden gelse onlara bundan daha fazlasını yapardım, dedi. Deminden beri sesini çıkarmayan Elebes amcam, bu sefer söze karıştı.
– Bunca insan arasından Ibıke’nin atını almışsın. Herkes, “Bunun gibisini görmemiştik.” diye senden bahsediyor. Bunun sonu sana iyilik getirmez.
– Urmambet bu sözlere de kılını kıpırdatmadı. Tam tersi bu sözler üzerine cesaret almış gibiydi.
– Bana başkaları değil, Ibıke’nin kendisi lazımdı. İntikamımı aldım. O da elinden geleni arkasına koymasın. Benim için fark eden bir şey yok, dedi.
Bu yaptığın kibirlilik olmaz mı, dercesine Burmake ana düşünceye daldı ve biraz sonra, “Kurban olayım, kısacası dikkat et. Halkın bedduasına kalmak iyi değildir. Uzun yola çıkıyorsun.” dedi. Urmambet Kızıl Kıya’da sadece bir gece kaldı. Sabah vakti. Bugün sanki sonbaharın habercisi gibi hava serindi. Ağaçların yaprakları daha çok dökülüyordu. Yerde kırağı vardı. Gökyüzündeki koyu kara bulutlar daha da karararak, saldırır gibi aşağıya iniyorlardı.
Urmambet atına binmiş, hazır bekliyordu. Biz, hepimiz dışarıdaydık. Komşumuz Baybolot öbür taraftan bizim eve doğru geldi ve gözlerinin çapağını temizlerken “Selametle!” dedi sertleşmiş büyük ellerini Urmambet’e uzatarak. Hemen peşinden de, “Askere ne zaman gidiyorsun?” diye sordu. Urmambet hafifçe eyerden kalkıp ata düzelerek oturdu ve geniş göğsünü yukarı kaldırıp ok gibi gözleriyle uzaklara bakarak: “Buradan Karakol’a gider gitmez gönderirler.” dedi. Kamçısını eline alıp atına bir vurup hareket etmeye çalışırken, Burmake ana boğulmuş sesiyle, “Sağ salim git, kurban olayım sana. Allah yolunu açık etsin!” dedi. Yaşlı Burmake ana, gözlerinden akan yaşlar yüzündeki kırışıktan aşağı akarken eliyle siliverdi. Urmambet ise cesaretle kamçıyla atına bir kez vurarak yola koyuldu. Uzaklaşırken bir köşeyi döndü, ondan sonra sanki ömür boyunca kaybolmuş gibi oldu. Herkes içeri girdi. Ben yalnız kaldım, o tamamen kaybolana kadar peşinden baktım. Onun silueti tamamen kaybolduktan sonra içeri girdim.
Beyşembi ile ben öğlene doğru odun getirmek için kahverengi öküze binerek dağa gittik. Giderken her zamanki gibi Beyşembi bağıra şarkı söylüyor. Böyle durumlarda tekrar, tekrar söyleyeceği bir şarkısı vardır. Bu şarkı benim kulaklarıma da sinmişti:
“Güzele, güzel derlermiş,Güzelliği yok olsun.Âşık edip kendine çile çektirir.İyiye, iyi derlermiş,İyiler de yok olsun,Yalvartır çile çektirir…”Beyşembi bu şarkıyı söyledikçe iyiler ile ilgili söylenen son üç satırın anlamını anlamayarak, acaba “Yalvartır çile çektirir.” ne demektir, der düşünürdüm.
VII
Kış. Çok soğuk, ayazın en şiddetli olduğu günlerdi. Henüz yatmamıştık. Nerdeyse gece yarısı olmuştu. Ailecek evde, ocağın etrafına toplanarak ateşte ısınmak için sıkışmış oturuyorduk. Benim bir dizim ateşten tarafta değil de, dışarıda kaldı. Keşke bağdaş kurmadan otursalar ne güzel olurdu. Başarin sigara içmek için bizim evi kullanırdı. Çünkü hanımı onun sigara içtiğini bilmezdi. Şu an diğerlerinden önemliymiş gibi o da oturuyordu.
– Kırgızların evinde insanın önü ısınıyor, arkası üşüyor, dedi.
Anne, babasının çoktan öldüğünden bihaber zavallı Bekdayır, gözyaşlarını akıtıp, yiyecek bir şey istiyordu. En küçüğümüz Bekdayır’dı. Onun dışındakiler, az çok bir şeyler anlıyorduk. Canımcan yengenin (Beyşembi’nin hanımı) huyu önceden de böyleydi:
– Ağlama, gözleri kör olası! Sana sürekli bir şey verecek kadar çok şeyimiz yok. Evde yiyecek çok mu zannediyorsun, diyerek, ateşte ısınmakta olan maşayı alıp Bekdayır’ın ayağına vuruverdi. Neye uğradığına şaşıran Bekdayır çığlık atarak, ayağını çekti. Burmake ana:
– Kahrolası dünya! Kanışa (annemizin adı) beni diri diri azaba bırakmış, diyerek Canımcan’a baktı.
– Her şeye karışmayın. Ben bunların anne babasını borcuma mı verdim, diyerek Canımcan soğuk yüzüyle Burmake anaya baktı. Zaten içi sıkılmış, hayatı hep çilelerle geçen Elebes amcam ise, “Kahrolası dünya, kahrolası dünya” diyerek daha beter olayı abarttı. Yırtık gömleğinden giren soğuğu elleriyle kapatarak ağlayan Bekdayır’ı gören Başarin “Hey zavallı.” dedi acı dolu bir sesle. Sonra da başını geri çevirerek başı kırık olan eyere baktı. Başarın’in o bakışından hayatımızın zorluğu anlaşılırdı. Fakat bu onun sadece sözle “acımasıydı” galiba. Oysa bu kadar zenginken bir kez olsun bize hayrı dokunmamıştı. Biz yaz kış demeden Başarin’in bütün işlerini karşılıksız yapardık. Baharda ot biçerken, ekin ekerken, kışın avlusundan karı temizlerken ben hep yardım ederdim. Kışın sonlarında, bahara doğru tosunlarını otlatırdım. Ne kadar yardım edersem edeyim bana eski giysilerini bile vermezdi. Bu yıl oğlunun bir deri kemerini uzun süre isteye isteye ancak elde ettim. O da babasına tekrar tekrar danışarak zar zor verdi.
Canımcan ise yaz kış demeden sabahın köründe kalkıp sığırlarını sağıyordu. Yetmiş seksen kadar sığırı sağmak kolay mıydı? Bunların çoğunu sağan Canımcan. Sığır sağmakta olsun, başka işlerde olsun Canımcan’dan usta kimse yoktu. Tez canlıydı, çok uyanıktı. Bu başarısıyla Başarın’in gözüne girmişti. Sığırlarını sağmasının karşılığında, Başarin’in Canımcan’a verdiği sadece yağı alınmış, yağsız bir kova süttü. İşte bu bir kova süt için sadece Canımcan değil, hepimiz Başarin’in gözlerine bakar, istediği her işini yapardık. Başka çare yoktu. Çünkü bu evde yaşayan kalabalık aileyi açlıktan öldürmeyen işte bu bir kova yağsız süt idi. Bir kova süte bir kova su katardık. Bu bize iki kova ayran olurdu.
Başarin’in ailesi bu yıl Canımcan’ın yaptığı işlerden memnun kaldıkları için, onun oğlu Cumabek’e eski bir kaban vermişti. Geçenlerde Başarin’in gelini Canımcan ile bir şeyden dolayı tartışmış, o kızgınlıkla Cumabek’i yakalamış, karşı koyup ağlamasına rağmen üzerindeki kabanı geri almışlardı.
Yatma zamanı geldi. Biz altı yetim beraber yatıyoruz. Bizim yatağımız yapılırken birimizin bile kaburgalarımızı yumuşatacak bir şey yoktu. Altımıza her günkü kara keçeden yapılmış kilim, üzerimize de eskimiş kötü bir yorgan serilirdi, hepsi bu kadar. Bazen de başımıza koymak için bir şeyler bulunursa koyardık, olmazsa öyle yatardık.
Yattık. Başköşede yatanlardan biri hemen horlamaya başladı. Dışarıdaki fırtına kudurmuş gibi karı oraya buraya uçuruyor. Rüzgâr var gücüyle çadırın kapısını vurunca keçeden yapılmış eskimiş çadır kapısı yerinden oynuyor, çadırın ağaçları gıcırdıyor. Çadırın hasırlarından giren rüzgâr intikam alır gibi karı sürüp içeriye kadar getiriyor. Bekkul kapıya yakın yatıyordu. Üşümüş olmalı ki, ayaklarını karnına çekip, yan yattı. Gecenin bir vakti, uzaktan rüzgârla karışık bir zil sesi duyuldu. Ses yaklaştıkça daha da şiddetleniyordu. Elebes amcam tavşan uykusunda olmalı ki:
– Allah kahretsin geldiler, diyerek yerinden fırladı. Karanlıkta bir şey arıyordu, beni de kaldırdı. Bu arada dışarıdan geçen biri:
– Hey Çodon, hey Elebes, diyerek yol işçilerinin ismini sırayla sayıp onları uyandırmaya çalışarak durmadan devam etti. Tezek kokan, karanlık ahırda eyerlemiş hazır bekleyen ata binerek biz de geç kalmadan yola koyulduk. Ben Burmake ananın kabanını giymiştim, kaban ayaklarıma kadar geliyordu. Ata bindiğimde ucu ayaklarımı sardı.
İşte böylesi karanlık ve fırtınalı gecelerde kulakları çınlatan bu zil sesi, zavallı yol işçilerinin kalbini birçok kez sızlatmış, onları sıcak yataklarından, tatlı uykularından uyandırmıştır. Yaklaşmakta olan postacıya atımızı koşturarak zar zor yetiştik. Biraz geç kalsaydık belayı bulacaktık. Kar nerdeyse mızrak boyu kadar yağmıştı. Böyle zamanlarda atlarının hepsini peş peşe koşarlardı. Her zamanki gibi postacının kızağına atlarımızı bağlayarak devam ettik. Bakın şu kötü niyetli adamın yaptığına. Aslında postacının kendi atları bizim atlarımız olmadan çıkabilirmiş bu geçitten. Postacının atları meğer bizim atlardan güçlüymüş, bizim üzerimize çıkacakmış gibi yürüyorlar. Ne yapalım? Yapacak bir şey yok. Efendinin işi, Allah’ın işiymiş. Efendi olarak yaratılmışsa, başka çare var mı? Geçidin tam ortasına gelince Elebes amcamın bindiği doru at, ilerleyemeyip yerinde kaldı. Beyşembi, zavallı hayvanı bugün Başarin’in işi için binmiş, yorulmuştu. Postayı getirmekte olan efendi atın yürümediğini görünce kızaktan zıplayarak indi ve Elebes amcamı yanına çağırdı. Elebes amcam kızağa bağlı olan atını çıkardı ve kalın karda zar zor yürüyerek efendinin yanına gelene kadar, efendi sanki bir şey yapacakmış gibi elini yukarı kaldırıp bekledi. Adam, Elebes amcama bir tokat attı, amcam atından düştü. İş bununla bitse neyse, adam amcamı yeni yağmış kara batırarak, üzerine bastırdı, tekme tokat girişti. Posta gelmeden önce yol işçileri hazırlık yapıp beklemezlerse görecekleri buydu. Önceden beri böyle devam ediyordu. Bu durum, yol işçileri için ömür boyu sürmesi gereken bir kanun gibiydi. Nazır da dün kötü atıyla gidip efendiden dayak yiyip dönmüştü. Biz postayı geçitten geçirip sabaha doğru eve döndük. Ertesi gün bir felaket oldu. Komşumuz Baybolot, “Beyşembi, Allah kahretsin, bizim sığır ile sizin sığırı Isık Göl’e sürmüşler,” diyerek koşarak geldi. Baybolot, kırk yaşlarında, kısa boylu, sağlam vücutlu bir adamdı. Çekik gözleri kaşlarıyla kaplanmıştı. Yüz kere kamçı vursan da aldırmayan, karnı büyük bir ala aygırı vardı. Bu aygırın nasıl “koştuğunu” şundan anlayabilirsiniz. Bazen oğluna kızdığında, onu yakalamak için aygırına binip kovalardı. Ancak aygır yaya kaçan oğluna bile yetişemezdi.
Şimdi deminki olaya dönelim. Olay şöyle olmuş. Bundan birkaç gün önce Cıluu Bulak’ın kenarında birkaç ahmak boza içip, sarhoş olurlar. Bunlar sarhoş olunca insanlıklarını unuturcasına bir kavgaya girişirler. Karımbay isimli bir zenginin oğlu, yoldan atla geçen birinin başına sopayla vurur. Dayak yiyen adam o gününü yatakta geçirir ve gece yarısı ölür. Bunu öldüren ise bizim Boor kabilesinden. Ölen ise Capak kabilesindendir. O, ölür ölmez kabilesinden birçok insan “Kanımızı yerde bırakmayız,” diyerek toplanırlar ve sabaha kadar Boor kabilesinin atlarını alırlar. Ertesi gün iki tarafın büyükleri toplanıp işi tatlıya bağlarlar. Sonunda Boor kabilesi Capak kabilesine birer büyük baş hayvan vermek zorunda kalır. Dava bununla kapanır. O gün bizim sığırımızı sürüp gitmeleri de bundanmış. Baybolot demin koşarak girdiğinde Elebes amcam tütününü eline tutmuş oturuyordu. “Ne diyorsun, kahrolasıcalar?” dercesine gözlerini fal taşı gibi açarak Baybolot’a bakakaldı. Burmake ana olayı anlayınca, “Tek inekle öküzümüze göz dikiyorsan, çocuk çoluğunun gününü görme. Yetimlerin vebali uyutmasın, inşallah,” diyerek beddua üstüne beddua etti. “Atlar tepişir, arada eşekler ezilir.” dedikleri gibi karnı tok insanların yaptıklarını aç insanlar çekiyordu.
Bu olayla bizim hiç alakamız olmazsa da, Canımcan bize bakarak, “Kahrolası yetimler, Allah belanızı verdi!” diye kötü kötü baktı. Bu sözü hangimiz için söylediğini anlayamadık, tüm yetimler için söylenmişti galiba.
– Elebes amcam, kahrolası dünya. Neden bakmadınız, diyerek, sanki dayaktan kurtulan köpek yavrusunun çıkardığı gibi ince bir ses tonuyla olayı daha beter abarttı. Baybolot ise geldiği gibi kapı eşiğinde bekliyor, bir şeyler düşünüyordu. Bir süre sonra da, “Ben değerli kul muyum? En iyisi gidip onların ellerinde öleyim.” diyerek çıkıp gitti. O çıkar çıkmaz Elebes amcam, “Yatarak ölmektense bir kere vurarak öl derler, sen de varsana.” dedi Beyşembi’ye bakarak. Sonra da memnuniyetsiz bir şekilde başını çevirdi.
– Giderim. Gitmezsem başımın etini yersiniz. Bilmez miyim? Öyle olmaktansa…
– Beyşembi sığırın peşinden Isık Göl’e kadar gitti. Fakat aradan iki gün geçmeden, “İneklerini geri almaya giden Beyşembi’yi Isık Göl’de dövmüşler,” diye duyduk. Ekâbirler “Sen nerden çıkan belasın?” diye onu birkaç kişiye dövdürmüşler. Beyşembi bugün yanında bir adamla geldi. Yanındaki şu adam bizim bildiğimiz amir Karabay. Başımıza yeni bir bela sarmak için gelmiştir. Beyşembi, ineklerle ilgili haberi verdikten sonra biraz durakladı ve “Beş som vergi vermemiz lazım, şimdi nerden bulacağız?” diyerek Elebes amcama baktı. Bur-make ana:
– Ne vergisi, vergiyi daha dün vermemiş miydik? Bu sefer hangi bela çıktı karşımıza, dedi ve kimsenin yüzüne bakmadan devam etti. Lafın kısası ekâbirler vergiden gözümüzü açtırmıyorlardı. Yetimleri doyurmak için beslediğimiz ineğimizi götürmeleri yetmezmiş gibi, şimdi de dışarıdaki yalnız çolağa göz dikmişler, dedi.
– Başköşede eskimiş kilimin üzerine oturan gök gözlü amir elinde tuttuğu küçük ağaç parçasını ocağa attı ve Burmake anaya cevap verecekmiş gibi duruşunu düzeltti.
– Hey koca karı halkla beraber çekmek gerek. Halk birliğinden çıkmak olmaz, dedi ağır bir sesle, sanki akıllı bir insan gibi.
– Halkımızda “halk birliği” diye bir şey kalmadı. Bir yandan amir, diğer yandan ekâbir, efendilerin sürekli istemeleri, halkın da sabrının sonuna geldi nerdeyse. Biz şimdi nereye gidip hayatımızı geçirelim? Başımızı nereye sokalım? dedi Burmake ana çekingen gözleriyle amire bakarak.
Beyşembi ertesi gün sabahın köründe amirle birlikte vergi parasını bulmak için Vasiliy’in evine gitti.
VIII
Hayvanların ota doyduğu günlerdi. Dört beş çadır kadar insan, kışlaklarından yaylaya taşınmışlardı. Karpık’ın çadırından başka herkes aynı yerdeydi.
Karpık, Kızıl Kıya’nın en zengin adamıdır. Yıllardır buranın en zenginlerindendi. Bahar gelince hemen halktan ayrılır, onlardan uzak, tenha bir yere yerleşirdi. Eskiden beri yol işçileri ile bir yakınlık kurmamıştı. Karpık kırk yaşını geçmiş, kırlaşmış keçi sakallı, gözlerinin derinlerinden kurnazlığı okunan, sevimsiz sarışın birisiydi. Ona bakıldığında “İyilik bilmeyen biri.” diye kolaylıkla tarif etmek mümkündü. Halk, ona “Açgözlü Karpık, kımızını kıskandığı için çadırını halktan uzak kuruyor.” derlerdi. Halkın dediği kadar vardı. Çadırını halktan biraz uzağa kurar, kısraklarını sağar, her gün elde ettiği iki üç çanaç7 kadar kımızı atına yükleyerek, güneyde kurulan Karkıra pazarına götürür satardı.
Arada bir Karpık’ın evine kımız içmeye giden hanımlar, “Kâfir adam, ne olacak. Senin âdetin batsın, evine ne zaman gidersen git, o suratsız hanımı cimriliğinden kımızı küçük kâseyle veriyor.” derlerdi. Zaten fazla da gitmezlerdi. Onun evine daha çok Kızıl Kıya’ya gelen ekâbirden insanlar uğrarsa uğrarlardı.
Bu konuyu bir kenara bırakalım.
Günlerden bir gün biri aşağıdan doğru bizim eve geldi ve “Elebes, evde misin?”, diye seslendi.
– Evet.
– Öyleyse bugün bir kişi ver!
– Niye?
– Çonkol gelecekmiş. Yolu yaptıracakmış. Aşağıdan geliyormuş. Sanki kırıp dökecek gibi geliyor.
– Neden?
– Karakol’dan efendiler gelecekmiş. Çabuk ol! diye devamını söylemeden atını kamçıladı.
– Çonkol’un adını duyan Elebes amcamın kanı beynine sıçramış gibi oldu. Belli etmemeye çalışsa da, rengi bembeyaz olmuştu.
– Çonkol, o adama Kırgızların verdiği isimdi. Amir unvanı unutulmuş, sonradan hep Çonkol olmuştu. Günümüzde Çonkol deyince Karakol Yöresinin küçük çocukları bile tanırlar. Ona Çonkol denilmesinin de kendince sebebi vardı. İki kolu sırık gibi uzun, yanakları şiş, bıyıkları kısa, gözleri kudurmuş itin gözleri gibi kıpkırmızı, sert yüzlü bir Rus idi. Ama bu lakap ona elinin büyük olmasından değil de, halkı en ufak bir bahane bulunca dövmesinden dolayı verilmişti.
Öğlen vaktiydi. Burmake ana bir ara, “Elebes, Çonkol gelmiş!” diyerek, deri tuluma ayran doldurduğu kâseyi eline alarak aceleyle içeri girdi. Evden görebiliyorduk. Halk Karpık’ın evinin önünde toplanmaya başlamıştı. Ortada Çonkol’un başını çektiği bir sürü casool8 ve çeşitli amirler vardı. Çonkol’un öfkesi yüzüne vurmuş, gazaplı bir şekilde halka küfrediyordu. Bir ara, “Senin adamların nerde?” diyerek birine saldırmaya başladı. Adam Toguzbay köyünün yöneticisiydi. O, el kol hareketiyle bir şeyler demeye çalışsa da çabası boşunaydı. Çonkol atının üzerinde gerilerek yumruğu savurdu. Sonra onu bıraktı, ikincisine yaklaştı. Ayıran, dur diyen kimse yoktu. Dayak yeme sırası gelenler, kocasının dövdüğü kadınlar gibi başlarını kolları arasında alarak korunmaya çalışıyorlardı.
Elebes amcam çadırın içerisinden bir delikten bakıyordu. Bir anda geri çekilerek, bana bakıp, “Sen varsana.” dedi.
Ben vardığımda, Çonkol toplanan halkı koyun gibi sürmeye başlamıştı. İnsanlar yoldaki irili ufaklı taşları kenara atarak temizlemeye ve ellerindeki kazma küreklerle onarmaya başladılar. Yolu onara onara Kızıl Kıya’ya kadar geldik. Buraya geldiğimizde öyle kalabalık oldu ki, sanki evlerde insan kalmamış gibiydi. İşte buraya geldiğimizde işimiz uzun sürdü, selin bozduğu yolları onarmak kolay olmadı. Öğlene kadar uğraştık.
Dinlenmek nerde? Çonkol çalışan kalabalığın etrafında dolaşarak gözcülük yapıyordu. Birinin başını kaldırdığını görürse kudurmuş köpek gibi hemen ona saldırıyordu. Torgoyakun ile ben gömleğimizin eteğine toprak dolduruyor, koşar adımlarla taşıyorduk. Çalışanlar birbirine yavaşça, “Başını kaldırma Çonkol bakıyor.” diyorlardı. Biri sertleşmiş çimleri çıkarırken, biri deve kadar kocaman taşları aşağıya doğru indiriyor, birileri de demirleri döşüyordu. Tam bu sırada Çonkol atına sert bir şekilde kamçı vurarak çalışanların arasından birinin üzerine yürüdü. Çalışmakta olan kalabalık etrafa kaçıştı. Kalabalığın ortasında duran bir gence yaklaşarak kocaman soğuk kamçısıyla birkaç kere vurdu. Genç sanki kırılmakta olan dal gibi eğilerek kenara kaçtı. Kalabalık olanları görünce, ellerindeki aletlerine sıkı sıkı sarılarak, canlanıverdi. Ortalık biraz yatışınca yanımdaki genç küreğinin üzerine sıkı sıkı basarken bana yandan bakarak, “Susadım, carma9 içsek nasıl olur?” dedi yavaşça.
– Saçmalama. Bir kâse carma içeceğim diye Çonkol’dan dayak yiyecek değilim, dedim.
Çonkol tehditleriyle kalabalığın hızlı çalışmasını sağladıktan sonra, yemek yemek için kenara çekildi. Çalışanları rahat gözleyebilmek için yol kenarındaki tepeye çıktı, atının yularını birine tutturdu, kendisi de yemek için oturdu. Ona kendilerini beğendirmek isteyen bir iki kişi, ayakları yerden kesilircesine koşarak hizmet ediyorlardı. Çonkol, Kırgızların yemeklerine alışmıştı. Önüne semiz bir kuzu eti geldi. Etin yanında yağda pişirilmiş ekmek ve kımız da vardı. Leşe çöken akbabalar gibi tüm o yemekleri tek başına yemeye başladı. Aynı zamanda çalışmakta olan kalabalığa bakıyor, bıyıklarını siliyor, ağzından yağ akıta akıta yemeye devam ediyordu. Ben toprak taşırken belli etmeden göz ucuyla ona bakıyor, önündeki yemekleri gördükçe, ağzımın suyu akıyordu. Akşama doğru Kızıl Kıya’nın öbür tarafına geçtik. Bu tarafın yolu biraz düzgünmüş. Suyun bozduğu yerler fazla değildi. Bundan dolayı sadece çakıl taşlarını topluyorduk. Torgoyakun ve ben yalın ayak olduğumuz için bir süre sonra yürüyecek halimiz kalmadı. Ayaklarımızın altı ısınmış, kabarmıştı. Yolun bundan sonraki kısmını ancak sürünerek gidebilirdik. “Kaçalım.” dedim. “Tamam.” dedi, bana destek vererek. Belirlediğimiz yere gelince kalabalıktan geri kalmaya başladık. Kalabalık tepeye çıktı. Biz ise eğilip taş alıyor gibi yapıyor, geride kalıyorduk. Kalabalık tepenin öbür tarafına geçince, biz tersine aşağıya doğru yola koyulduk. Kalabalık artık gözükmüyordu. Bir süre yürüdükten sonra evimizin yoluna ulaştık ve devam ettik.
Güneş batmak üzereyken Kızıl Kıya’ya ulaştık. Yol boyunca “deh, deh” diye bağırarak, at arabalarıyla ücret karşılığı yük taşıyan adamlar, tepeye tırmanmakta zorlanan öküzler vardı.
O gün eve ulaşamadık. Kızıl Kıya’da tanıdık bir evde gecelemek zorunda kaldık. Ertesi sabah eve giderken yolda Babay’ın (Rus adam) evine uğradım. Tam iş üstünden çıktım. Babay’ın hanımı avludaki tezekleri küremekteydi. Bu fırsat kaçmazdı. Sevindim. İşi görünce kahraman oluverdim, doğrudan koca karının yanına geldim, halsiz düşmüş hanım, benim ne istediğimi anlamış gibi elindeki küreği uzattı. O Kırgızca, ben Rusça bilmezsek de, ne düşündüğümüzü hemen gözlerimizden anladık. En az bir haftadır birikmiş olan tezekleri küreyip avluyu temizledikten sonra Babay’ın hanımı karnımı doyurdu. Öğlene doğru evin yolunu tuttum.
Конец ознакомительного фрагмента.