
Полная версия:
Kutlu Ant
Atların kulaklarını dikleştirmesinden uzaklarda da olsa önde bir hareketlilik olduğunu anlayan Onbaşı Kumukbek, arabayı durdurdu. Arabanın aniden durması Talayhan’ın hoşuna gitmemişti, Kumukbek’e sordu:
– Kumukbek Onbaşı! ne oldu da durdun?
– Atlar önde bir hareketlilik sezdiler komutanım!
Baybatır da bir tehlike karşısında olduklarını anlamıştı; Navruz’un aklına kürek kemiğine bakmak geldi. Hızlı bir şekilde deri torba içindeki kürek kemiğini çıkardı. Talayhan sordu;
–Tulumdan çıkardığın nedir Navruz?
– Koyun kürek kemiğidir Komutanım, hemen bir ateş yakıp, bakmam lazım.
Talayhan gülümseyerek;
– Telaşlanma Navruz Onbaşı! dedi, arabayı bir kenarda durduralım, sen rahat rahat ateşini yak. Hem neden özellikle koyun kürek kemiği? Dağ keçisi kemiği bulamadınız mı?
–. Yola çıkmamız biraz ani oldu komutanım!
– Hunnuçay’ın bazı yörelerinde kürek kemiğinine “cavrun kalak” da denir bunu biliyor muydunuz? dedi Talayhan.
– Evet, bizim elde de buna “cavrun kalak” diyoruz.
– Peki, neden kürek kemiği dendiğini de biliyor musun? dedi Talayhan ve yine kendisi cevapladı.
– Hayvanın ön bacaklarının gövdeye birleştiği yassı kısım, üçgen şeklinde olduğundan, bezetmeden dolayı kürek kemiği adını almış. Geniş coğrafyamızda “Cavrun kalak” da, kürek kemiği de aynı sözdür, dilimizin töremizin zenginliğindendir bu.
Baybatır, Navruz’a dönerek buyurdu;
–Şu çıraları ve meşe dallarını hemen ateşle! Kürek kemiğine beraber bakalım!
– Emredersiniz Baybatır Komutanım!
– Navruz Onbaşı! Geleceği daha iyi görmek için kürek kemiğinin belli bir yaşı olması gerekli diye biliyorum. Bu cavrun kalak kaç yaşındaki bir koyundan alındı? dedi Baybatır.
–Komutanım! Kürek kemiğinden en doğru bilgiyi almak için; koyunun veya keçinin en fazla üç yaşında olması gerekir. Aksi durumda doğru bilgi alamıyoruz, ayrıca geleceği iyi okumak için bu kürek kemiğinin kaynatılmaması da gerekir, diye cevap verdi Navruz.
–Bu konuda çok bilgilisin onbaşı! dedi Baybatır.
Navruz kemiği aldı, baktı, baktı…
–Komutanım! Kemiğin yüzeyinde çok karmaşık, dolambaçlı çizgiler, küçük çatlaklar var; bunlar bir tehlike, bir uğursuzluk olduğunu gösterir! dedi.
Baybatır’nın aklına o an Hunnuçay’da sık söylenen bir atasözü geldi; “Kürek kemiği karışırsa memleket karışır!” Navruz da yol boyunca kürek kemiğine daha sık bakması gerektiğini ve tedbir almadığını düşündü, canı sıkıldı. Arabadakiler, kemikte karışık çizgiler, değişik noktalar ve küçük çatlaklar oluştuğunda, bunun uğursuzluk işareti olduğunu zaten biliyorlardı.
Atlardaki huysuzluğun arttığını gören Talayhan, Baybatır’a; “Arabadaki silahların indirilmesini, atların koşumlarını bırakmalarını ve zırhlarını giymelerini” söyledi. Zırh önemliydi, göğüs göğüse vuruşma anında atların altında kalsalar dahi zırh hayatlarını kurtarırdı. Talayhan, Nartlana’dan çıkmadan önce, karargâhta gördüğü rüyayı ve yıldız kaymasını hatırladı. “O garip rüya ve yıldız kayması; bir uğursuzluk veya tuzakların, günlük tehlikelerin habercisi miydi acaba!” diye düşündü. Belki de yüreğine aşk acısı düşeceğinin habercisiydi. Talayhan “Bu karmaşık düşüncelerden bir an önce kurtulmalıyım!” diyerek, Baybatır’a ve askerlere baskın anında neler yapılması gerektiğini anlattı…
* * *Nartlana, Islavorus ve Çınakıtay devletleri ile sınır şehri olduğu için, haydutlar bir şekilde sarp ormanlardan içeriye sızabiliyorlardı. Hunnuçay’da yaşayan Kucurbet kabilesinden bazıları da bu haydutlarla işbirliği içindeydiler. Bir grup atlı haydut, Nartlana’dan beri sık ormanlıklara gizlene gizlene, önden takip etmişlerdi arabayı. Baybatır, “Yolculuk boyunca kürek kemiğine daha sık baktırsaydık daha iyi olurdu” diye düşündü. Gerçi Navruz bu işi biliyordu, kemiğe bakmıştı bakmasına ama sadece geriyi kontrol etmiş, bu yüzden tehlikeyi sezememişti…
Günbatımına yakın Debetcurt Kenti’nin sınırlarına yaklaştıklarında on beş kişilik bir haydut grubunun saldırısına uğradılar. Haydutların amacı Talayhan’ı kaçırmaktı, ancak bunun kolay olmayacağını da biliyorlardı. Önce Baybatır’ı öldüreceklerdi. “İki askeri nasıl olsa etkisiz hale getiririz.” diye düşünüyorlardı. Sonra da teslim alacakları Talayhan’ı Islavorus Devleti topraklarına götüreceklerdi.
Atlı on beş haydut, Hunnuçay savaşçılarından gördükleri gibi, arabayı çember içine alarak saldırıya geçti. Haydutlar kalabalık olduklarına güvenerek atlarından indiler, göğüs göğüse çarpışma başladı. Talayhan tek kılıç darbesiyle haydutları biçiyor, Baybatır da kılıcı ve kalkanıyla onu koruyordu. Kumukbek ve Navruz da hançer ve mızraklarıyla haydutlara göz açtırmıyorlardı. Çok kısa süren bu baskında haydutların tümü yok edilerek tekrar yola çıkıldı. İlk defa böyle bir baskına maruz kaldığı için Talayhan’ın canı sıkılmıştı, demek ki bir şeyler eksik yapılıyordu. Ülkede böyle bir saldırıya cesaret edilebilecek haydutların olması Talayhan’ı düşündürdü; “Sınır kentlerinde casusların çoğalmaya başlaması iyiye işaret değil. Bu çaşıtlar,42 Hunnuçay ülkesine tabi olup da kendini yabancı gören birtakım halkları, kolayca kandırıp karışıklık çıkarabilirler. Kötü niyetli kişileri kullanan komşu devletler, kandırılmaya müsait bu insanları isyana teşvik edebilir,” diye aklından geçirdi…
Talayhan bu baskını kurultaya taşıyacaktı; Orunordu’ya gider gitmez Kumanbay Kağan’a da anlatacaktı…

Debetcurt Kentine Doğru…
Akşam karanlığı basmadan Debetcurt’a varmak istiyordu Talayhan. Hızla yola koyuldular. Kentin girişindeki ormanın eteğindeki geniş bahçeli bir evin yanından geçerken, ormana taş atan ve ağaçları yakmaya çalışan çocuklarla karşılaştılar. Talayhan, arabanın durdurdu. Burası kimsesiz çocukların yetiştirildiği, yetimhaneye benzeyen bir yerdi. Talayhan arabadan indi, çocuları yanına çağırdı. Onlara, -Ağaçlara zarar verilmez, ormana taş atılmaz! Böyle yaparsanız kutlu ormanlarımız yanar. “Cer İyesi” dediğimiz Yer Tanrısı’nı incitmiş olursunuz. Yer Tanrısı ormanlarımızı korumayanlara küser, onları ağaçlardan yeşillikten mahrum bırakır. Onu küstürmemeliyiz, yoksa bitkiler sararır, güller solar, kuşlar ötmez olur; insanlara hastalıklar gelir, dedi.
Talayhan, çocukların mahçup olup yere baktıklarını görünce konuşmayı bıraktı. Bu sefer Baybatır hemen konuşmaya başladı. Talayhan, “Benim konuşmam yeterliydi, çocukları çok korkutmamak gerekir” diyecek olduysa da vazgeçti ama Baybatır konuşmaya başlamıştı.
–Dağlar, ormanlar kutludur! Biz dağlara kurban keseriz, adak adarız! Dağ ruhları insanların iyilikleri için çalışır, insanları kötülüklerden korur. Ormana girildiğinde yüksek sesle konuşulmaz. Bunları size öğretmediler mi? Bakın! Bahçenizdeki bu büyük taş üzerine resmedilmiş olan ve ellerinde kapları tutan insanlar neyi anlatıyor biliyor musunuz? Bilmiyor olabilirsiniz belki, ben anlatayım: Her Hunnuçaylı, törenle vatan için ant içer. Bu Kutlu Ant esnasında, içlerinde mavi ve yeşil renkli su bulunan kaplardan su içerler. Bu su, Yer Tanrısı’nın sembolüdür. Kutsal anavatan topraklarından çıkan mavi ve yeşil renklerdeki bu su, Yer Tanrısı’nın kendi rengidir. Genç Hunnuçaylı’lar! Ormanlarımızı ateşe vermeyeceğiz, koruyacağız anlaştık mı?
Yüzleri mahcubiyetten kızaran çocuklar, hep bir ağızdan, “Anlaştık!” diye haykırdılar.
–Ata ruhlarını da Yer Tanrısı’nı da üzmeyeceğiz! Biz burada ‘güller solsun’ istemeyiz! Asla ‘kuşlar ötmez olsun’ demeyiz! Biz uçmağa varmış annelerimiz için orman gülleri toplayacaktık. Savaşlarda kalan babalarımızdan haber getirecek kuşları bekliyoruz! Ateş yakma ve taş atma oyununu oynamayacağız artık, söz! dediler.
Talayhan ile arabadakiler, çocukların sözleri ve hayalleri karşısında duygulanmışlardı. Talayhan’ın aklına, Hunnuçay’da bin yıllar sonra dahi söylenecek olan ve daha önce kutlu bir kaya yüzeyinde okuduğu ünlü bir ozanın yazısı geldi: “Yürekleri sonsuza dek dağlanacak anaların oğulları, savaşlarda kolay ölürler!” Çocukların, “Savaşlarda kalan babalarımızdan haber getirecek kuşları bekliyoruz!” sözünü, Talayhan içinden birkaç kez tekrarladı. Şimdiye kadar olan bütün savaşlar yakmıştı, yıkmıştı, yok etmişti. Öyle ya da böyle her savaş, ardında nice sakat kalmış insan ve yetim çocuklar bırakmıştı. Talayhan, ülke tehlikede olmadıkça her türlü savaşa karşıydı. Eğer bu acundaki savaşlar bir şekilde sonlandırılmazsa, insanlığın tükenip gideceğini de iyi biliyordu. Talayhan, bu öksüz ve yetim çocukları unutmayacaktı, unutamayacaktı hiçbir zaman…
* * *Talayhan, Navruz Onbaşı’ya arabadaki aşık kemiklerini çocuklara getirmelerini söyledi, onlara hediye edecekti. Hunnuçay’da “aşık oyunu” nu sadece çocuklar değil büyükler de oynardı. Hemen hemen her evde onlarca aşık kemiği bulunur, uzun kış gecelerinde yaşlısı, genci, çocuğu bu oyunu oynardı. Navruz Onbaşı, çocuklara aşık oyununu nasıl oynayacaklarını anlatmaya başlayacaktı ki mavi gözlü uzun boylu çocuk sordu;
– Bu aşık kemikleri hayvanın neresindedir?
– Aşık kemikleri, hayvanların arka ayaklarının eklem yerlerindedir, size hediye edilen aşık kemileri koyun ve keçilerden alındı.
– Peki o hayvanlar ölmeden bu kemikler alınamaz, o kadar çok nasıl biriktirdiniz? diye sordu çocuk.
Navruz onbaşı biraz önce Baybatır’ın çocuklara; “Ormanlarımızı koruyalım!” sözlerine karşılık, Çocukların da; “Siz ormanları koruyun diyorsunuz da hayvanları topluca öldürmüşsünüz!” demek istedilerini düşündü ve;
– Bu aşık kemiklerini biriktirmek zaman alabilir, almayabilir de. Bunlar, etini yemek için avladığımız dağ keçilerinden veya bahar bayramlarında Göktanrı’ya topluca adaklar adandığı zamanlarda biriktirilenlerdir, dedi.
Çocuklar Navruz’a “Bizimle bir kez oynar mısın?” diye israrcı olunca, Navruz; “Çocuklar, ben size kısaca anlatayım. Yolumuz çok uzun, bir an önce gitmemiz gerek” diye anlatmaya başladı.
–Bu aşık oyununu en az iki kişi oynar. Elinize ikişerli, üçerli, dörderli hatta daha fazla kemik alıp oynayabilirsiniz. Elinizle oyun alanına serdiğiniz aşık kemikleri, yerdeki konumlarına göre “şobura”, alçi “tavçu”, “pık”, “çık” gibi isimler alır. Yere serptiğiniz kemiklerin insan kulağına benzeyen oval hatlı yan kısmı, “alçi”, düz kısmı ise “tavçu” dur. Tümsekli kısmını “pık”, ortası çukur kısmını ise “çık” diye adlandırıyoruz. Eğer aşık kemiği yere dik konumda kalırsa, buna “şobura” denir ve aşık kemiklerini kim kaparsa kemikler onun olur veya oyunun galibi de olabilir.
Navruz Onbaşı çocuklara oyunu kısaca tarif ettikten sonra vedalaşarak yanlarından ayrıldı…
Gece yarısı olmadan ulaştıkları Debetcurt Kenti’ndeki askeri karargâhta konuk oldular. Karargâhtaki komutanlardan bazıları Talayhan’ın ve Baybatır’ın çocukluk arkadaşlarıydı. Birlikte savaşlara katılmışlardı. Onbaşı Kumukbek ile Onbaşı Navruz yorgun oldukları için erkenden yattılar. Talayhan uzun zamandan beri Debetcurt Şehri’ne gelmemiş, Teyrikul Komutan ile de uzun yıllardır karşılaşmamıştı. Teyrikul ile Talayhan en son, Islavorus Devleti’yle yapılan Kasavkanlı Savaşı’na birlikte katılmışlar, o zamandan bu yana da görüşmemişlerdi. O savaşta Talayhan, Teyrikul ve Baybatır, üçü de kılıç yarası almışlardı. Bu savaşta Hunnuçay ordusunun komutanları, Islavorus ordusunu Kubanak Vadisi’nde “kurt kapanı”43 taktiği ile çembere alarak yok etme planı hazırlamışlardı. Talayhan, Baybatır ve Teyrikul, Kubanak Vadisi’nden ziyade Kasavkanlı Geçidi’nde düşmanın daha kolay yok edileceğini söylemişlerse de henüz üçü de genç birer komutan olduklarından, düşünceleri kabul görmemişti. Sübaşı44 da dahil olmak üzere çoğunluk, Kubanak Vadisi’nin tutulması ve düşmanın burada imha edilmesi yönündeki karara katılmıştı. Ancak Talayhan’ın ısrarı sonucunda, bu üç genç komutan, Sübaşı ile görüşerek Kasavkanlı mevkiine bir bölük asker gönderilmesini kabul ettirmişler; Talayhan, Teyrikul ve Baybatır’ın da bu bölük ile birlikte kalması kararı alınmıştı.
Sübaşı, “Düşmanın gelebileceği yol, Kubanak Vadisi boyuncadır. Diğer yollar dağ yoludur. Düşman ordusu bu dağ yollarını bilmez, bilse de burada pusuya düşeceğini tahmin eder. Bu duruma yaptığınız itirazlarınız bana göre yersiz, ama yine de bir miktar asker gönderelim.” demişti. Ancak Talayhan, Sübaşı ile yaptığı görüşmede; “Düşman bu savaşı kazanmak için her türlü hileye başvuracaktır, çevremizde bize düşman olan diğer devletlerle işbirliği yapacaktır. Hatta Islavorus’ların, Hunnuçay Ordusu’ndan kaçan ve bazı gizli geçitleri bilen Çankay ve Amantişlik adlı iki çaşıttan yardım alacakları bilgisine ulaştık. Bu yüzden Kasavkanlı Geçidi tehlike arzediyor.” diye ikaz etmişti.
Hunnuçay Ordusu düşmanı Kubanak Vadisi’nde beklerken, ihanet edip de Islavorus Devleti’ne sığınan haydutlar, “Hunnuçay askerlerinin Kubanak Vadisi’nde yığılma yaptığını, dolayısıyla Kasavkanlı Geçidi’nin daha emniyetli olduğunu” düşman komutanlara bildirmişlerdi. Islavorus ordusu casusların yardımıyla, Kasavkanlı geçidine ulaşmıştı. Ancak akşamüzeri başlayan gök gürültülü yağmur, gece yarısı şiddetlenmiş; iki ordunun da silahlarının çoğu kullanılmaz duruma gelmişti. Bu yüzden göğüs göğüse, çok çetin bir çarpışma yaşanmıştı. Talayhan komutasında kahramanca çarpışan az sayıdaki Hunnuçay askeri, sabaha doğru geri çekilmek zorunda kalmıştı. Düşman ordusu da çok kayıp verdikten sonra iki Hunnuçay köyünü ateşe vererek geri çekilmişti. Hunnuçay Ordusu, Kubanak Vadisi’ni boşuna beklemişti. Komutanların çoğu yanılmıştı ama ne yazık ki yanıldıklarını geç anlamışlardı. Hunnuçay’lılar bu savaşı kaybetmişlerdi. Talayhan’ın geleceği iyi gören bir komutan olduğu daha o zaman bilinmişti…
O savaşta, hayatta kalmayı başaran Talayhan, Baybatır ve Teyrikul şimdi anılarını tazeliyorlardı. Aslında Yiğit Teyrikul olmasaydı, belki ikisi de o savaşta kan kaybından öleceklerdi. İkisinin de yaralarını o sarmıştı; Teyrikul bu işi çok iyi yapıyordu. Annesi ile babası iyi birer halk hekimi oldukları için ta çocukluğunda öğrenmişti yara sarmayı. Teyrikul, Orunordu’ya bağlı şirin bir kasabada doğup büyümüştü. Teyrikul’un çok sevdiği annesi ile babası da Kasavkanlı Savaşı’ndan bir kaç yıl önce, büyük veba salgınında hayatlarını kaybetmişlerdi.
Saatlerce Kasavkanlı Savaşı anılarını konuştular. Talayhan, Debetcurt’u merak ediyordu. Teyrikul’a, “Sabah erkenden yola çıkacağız, bu şehri gündüz gözüyle görmeyeceğiz.” diyerek arkadaşından Debetcurt şehrinin durumunu anlatmasını istedi. Teyrikul Komutan anlatmaya başladı:
–Debetcurt, ülkemizin demircilikte en ileri olan kentidir. Kentin ismi, bu dünyaya insanüstü yeteneklerle gelmiş olan Debet’ten geliyor. O, istediği zaman insan kılığına girip Hunnuçaylı’lara yeryüzündeki madenleri işlemeyi öğretiyormuş. Çok çok eski zamanlarda Göktanrı yalnızlıktan sıkılmış ve Yer Tanrısı’ndan bir çocuk istemiş. Bir gün yeryüzü büyük bir gök gürültüsüyle sarsılmış, dağlar taşlar yerinden oynamış, mağaralar parçalanmış. Bu büyük gök gürlemesi sonunda Yer Tanrısı hamile olmuş. Dokuz yıl dokuz ay dokuz gün öylece beklemiş. Bu hamileliğin sonunda Yer Tanrısı Debet’i doğurmuş. Göktanrı’nın yardımcılarından olan Su Anası, Yer Tanrısı’nın yardımına koşup gelmiş ve Debet’i yıkamak için; Celburuş Dağları’nın karlı zirvelerinden inip gelen afsunlu suların birleştiği Karakoban Nehri’ni kendine doğru çevirerek Debeti yıkamış ve onu emzirmiş. Debet’in yüreğinin ateşten olduğunu gören Su Anası, irkilerek; “Debetin bedeni demirden, yüreği de ateşten yapılmış!” demiş. Yer Tanrısı da “Debet’in bilgiç, kudretli ve insanüstü bir varlık olduğunu, yardımcıları Sur Usta ile Hut Usta’yı Hunnuçaylı’lara göndererek demiri işlemeyi öğreteceğini” söylemiş. Debet, Sur ve Hut ustaya demirciliği öyle öğretmiş ki; onlar kızgın demiri bile ellerinde işler hale gelmişler. Çekiç ve örs kullanmadan kızgın demire elleriyle şekil verebilen ustalar yetiştiren Debet, aynı zamanda toprağın altındaki madenlerin, dağlardaki kuşların dilinden de anlıyormuş. Uzun yıllar halkına büyük hizmetlerde bulunduktan sonra, kendi yaptığı demirden kanatlı bir araba ile yıldızlara doğru uçup gitmiş. Bir daha da göklerden geri dönmemiş!
Teyrikul, “İşte şehrimizin isim hikâyesi böyledir,” dedi ve biraz soluklandıktan sonra anlatmaya devam etti.
–Şehrimizde büyük demir işleme atölyeleri vardır. Aynı zamanda bu kentte bakır, gümüş ve bronz işlenmektedir. Çok eski zamalarda da bu böyle imiş. Yani şehrimiz henüz köy veya kasaba kadar iken dahi kılıç, kalkan, ok, yay, miğfer gibi savaş aletleri ile saban, orak, tırmık gibi pek çok tarım aleti burada yapılıyormuş. Nartlana’dan sonra, savaş arabalarının en çok üretildiği kent yine burasıdır. Hunnuçay’ın en ünlü demirci ustaları buradan çıkar.
Talayhan gülümseyerek, -Teyrikul! dedi. Sen eskiden de güzel hikâyeler anlatırdın, hiç değişmemişsin! Senin doğduğun köyde Bir Koca İlbaşı vardı, yıllar önce o kişiyle ilgili bir hikâye anlatmıştın. Onu Baybatır’ın da dinlemesini isterim, dedi.
Teyrikul sohbeti severdi, anlattı.
–Doğup büyüdüğüm yeri biliyorsunuz, Orunordu’nun dağlık bir bölgesindedir. Atalarımız yüz yıl kadar önce Celburuş Dağları’nın eteklerinden kopup buraya yerleşmiş. Orunordu’ya gelmeden önce de mutlu bir hayatları varmış. Yaşadıkları bölgelerde verimli ovalar, geniş yataklı akarsular bol imiş. Zirveleri göklere değen karlı, buzullu dağlardan inen akarsular, derin vadileri aşındıra aşındıra El’imizin ortasından geçip gidermiş. Halkımız çok eski zamanlardan beri bu dağ silsileleri arasında huzurlu ve rahat bir hayat sürüyormuş. Nasıl olmuşsa, bir Yılan Yılı’nda,45 kış ayları, o zamana kadar hiç görülmemiş şekilde çok soğuk geçmiş ve uzun sürmüş. Yazın da kuraklık baş göstermiş. Bu Yılan Yılı’nda o bölgede yaşayan halklar arasında çok değişik hastalıklar görülmüş. En çok da veba hastalığı yayılmış. Yılan Yılı bitip de At Yılı girdiğinde, bu defa pek çok hayvan çeşitli hastalıklarla telef olmuş. At Yılı’nda kış yumuşak geçtiyse de insan ve hayvanların hastalıklardan ölümü artarak devam etmiş. Bunun üzerine, halkın ileri gelenleri toplanarak göç etme kararı almışlar. Bu güzel yurttan göç etmeye başladıkları gün, çok acı bir gün olmuş; yer gök feryatlarla inlemiş. Göç edenlerle kalanların vedalaşmak için birbirlerine sarılarak saatlerce ağlamaları yürekleri dağlamış. Hatta bu ayrılığa dayanamayan bazı kardeşler ve sevgililer, bedenlerini köyün ortasından geçen Ural-terek Nehri’nin azgın sularına bırakarak can vermişler. Gökteki Ay’ın ve yıldızların parlak olduğu gecelerde, o insanların nehir kenarında ağlaşarak dolaştıklarını bugün bu gece bile görenler olurmuş. Onların bu ağlamalarına dayanamayan dağlar, taşlar, ağaçlar ve Uralterek Nehri onları oradan alıp götürmesi için Yer Tanrısı’na yalvarırlarmış. Yer Tanrısı da onları Su Anası’nın Korlagan Göl’ün derinliklerindeki köşküne alıp götürürmüş…
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Kurultay: Eski Türk devletlerinde temel sorunların görüşüldüğü meclis. Kurultay, “kurul” ve “toy” sözlerinin birleşmesinden oluşmuştur. Toy sözcüğü; toplantı, devlet meclisi, bayram anlamlarına gelmektedir.
2
Kürek kemiği: Hayvanların ön bacaklarının gövdeye birleştiği kısım.
3
Kemik Falı: Gelecekten ve bilinmeyenden haber verme yöntemi. kürek kemiği falı da olarak adlandırılır. Kemik falının Karaçay-Malkar kültüründe önemli yeri bulunmaktadır. Bu fal için genellikle koyun ve keçiye ait kürek kemiği kullanılır. Falcı kemik yüzeyinde oluşan çizgi ve çatlaklara bakarak değişik kehanetlerde bulunur.
4
Amanlıkçı: Karaçay-Malkar Türkçesinde kötülükçü, haydut.
5
Kam: Hekim, düşünür, ozan, bilgiç, din adamı.
6
Başlık: Karaçay-Malkar Türklerinin “çepken bashan” da dedikleri, beyaz kuzu yününün sıcak su ile ıslatılıp ayakla çiğnenerek yapıldığı keçeleşmiş kumaştan dikilen ve iki yanında uzun kanatları bulunan kapüşon şeklinde baş ve boyuna sarılan giysi.
7
Yamçı: İç kısmı yumuşak keçeden dışı da sert keçeden yapılan soğuk geçirmeyen bir çeşit pelerin. Dışı tüylü olduğu için yağmur tutmaz.
8
Acun: Dünya
9
Uçmağa varmak: Ölmek, ölüp cennete gitmek.
10
Hıynı: Karaçay-Malkar Türkçesi’nde büyü. İnsanlara kötülük yapmak, zarar vermek, sevgilileri birbirinden ayırmak vs. için yapılır.
11
Tamu: Cehennem.
12
Erlik Han: Eski Türk inanışına göre yeraltında yaşayan ve kötülüğü simgeleyen kötü ruh.
13
Kara içegi: Karaçay-Malkar Türkçesi’nde hayvanların midesine yapışık olan ve yenmeyen bağırsaklar.
14
Cılkı Cılı: On iki hayvanlı takvime göre at yılı.
15
Kurgan: Türk ve Altay kültüründe genelde devlet yöneticileri için yapılan kutsal mezar.
16
Çamçak: Ağaçtan oyularak yapılmış kulplu su kabı.
17
Atasagun: İslamiyet öncesi Türk dilinde doktor, hekim.
18
Bagıvçu: Karaçay-Malkar Türkçesinde doktor, hastalıklarda geleneksel yöntemleri kullanmasını bilen hekim.
19
Antlı egeç: Karaçay-Malkar kültüründe bir erkeğin akraba olmadığı halde bir kızı kardeş ilan etmesi geleneğidir.
20
Sayrı: Hastalık
21
Toy: Düğün, şölen, ziyafet
22
Maymun Yılı: On iki hayvanlı takvimde bir yıl adı. Mesela bu takvime göre; 2016 yılı Maymun Yılı’dır, bir sonraki Maymun Yılı 2028 yılına tekabul ediyor.
23
Karakış Ayı: Aralık ayı
24
Aşık kemiği: Koyun, keçi gibi çift tırnaklı hayvanların arka ayaklarının diz bölgesinde bulunan kemik. Aşık kemiği ile oynanan aşık oyunu tarihi bir Türk oyunudur. Türklerin yaşadığı coğrafyalarda bugün dahi oynanmaktadır.
25
Çolpan Yıldızı: Merkür’den sonra Güneş’e en yakın olan Venüs gezegeninin adıdır. Güneş doğmadan ve Güneş battıktan sonra görüldüğü için Tan yıldızı, Sabah Yıldızı ve Akşam Yıldızı da denir. İslamiyet öncesi devirlerde Türkler bu yıldızı Tanrının lutfu gibi kabul etmişlerdir.
26
Kantarma: Atların zaptedilmesi amacıyla ağızlarına yerleştirilen ve her iki ucuna dizginin bağlandığı metal parça.
27
Kak et: Karaçay-Malkar Türklerinde genellikle kış mevsiminde tüketilmesi amacıyla, tuzlanarak gölgede kurutulan et.
28
Baksı: Geleneksel yöntemlerle halk hekimliği yapmanın yanı sıra; büyülü sözlerle kötü ruhları kovmak, din adamlığı, ozanlık gibi görevleri olan kişi.
29
Kartkurtha: Karaçay-Malkar Türrkleri’nde akıllı, tecrübeli, herhangi bir sorun olduğunda danışılan, bilgiç, yaratıcı özellikleri olan kadınlara verilen ad. Kartkurthalar aynı zamanda kemik kırık ve çıkıklarını da tedavi eder.
30
Otaçı: Çeşitli bitkilerle hastalıkları tedavi eden kişi. Eczacı, hekim anlamlarında da kullanılır.
31
Tamga: Bir şeyin üzerine basılan nişan, mühür, işaret. Ön Türklerin tarih boyunca iletişim aracı olarak kullandığı bu semboller; Türk etnolojik tarihini oldukça aydınlatıcıdır. Tamgalar mağara duvarlarında, kaya resimlerinde, topluluk, boy, soy ve ailelerin tanıtılmasında, at, sığır, koyun gibi hayvanların vücütlarının değişik yerlerinde, mezar taşlarında, kilim ve halılarda, at koşum takımlarında, heybe ve çuvallarda, ziynet eşyalarında, evlerin kapı ve duvarları gibi pek çok yerde kullanılmış ve halen daha da kullanılmaktadır. Örnek olarak, Orhun Yazıtları’ndaki Göktürk Harfleri’ni tamga olarak değerlendirebiliriz. Aynı şekilde Karaçay-Malkar Türkleri’ndeki sülale tamgalarının maddi ve manevi kültürdeki etkisi günümüzde de devam etmektedir.
32
Buv: Karaçay-Malkar Türkçesinde erkek geyik.
33
Acir: Karaçay-Malkar Türkçesinde erkek at, yılkıyı yöneten aygır.
34
Tigin: Türklerde kağanın oğlu, şehzade, prens.