Читать книгу Abay Yolu 2. Cilt (Muhtar Auezov) онлайн бесплатно на Bookz (5-ая страница книги)
bannerbanner
Abay Yolu 2. Cilt
Abay Yolu 2. Cilt
Оценить:
Abay Yolu 2. Cilt

5

Полная версия:

Abay Yolu 2. Cilt

– Şükiman! Komşudan gelen yemek tabağı boş gönderilmez ya! Daha demin o evde söylenen Topaykök şarkısını Erbol’la ben unutmuş değiliz. “Onu kim söylüyordu” diye soracak da değiliz. Söyleyenin siz olduğunuzdan şüphemiz yok. Onu hiç olmazsa bir kez söylesenize, dedi.

Şükiman yine estetik bir gülüş attı ve azıcık latife katarak:

– Hah! Bizi davet eden ve o şarkıyı söyleyen yaşlı bir yengemizdi. O, evde kaldı, dedi. Yiğidin özgüvenini azıcık alaya aldı. Yanındaki küçük kızlarla gelin de aldatmasına yardımcı olmak istercesine gülüştü. Abay ve Erbol boyun eğmedi, inanmadı. “Sensin”, “sen söyle” diyerek arzuyla ısrar ettiler.

Bunun üzerine Şükiman Topaykök’ü söylemeye başladı. Söylerkenki haşmetli sesi şarkıyı gayriihtiyari mayalıyordu. İpek gibi yumuşakça çevrilen ayrı bir nağme bulmuştu. Bu şarkı Abay’a dünyadan bir şarkı gibi değil, belki de hayatta hiç görülmemiş bir endam, hiç işitilmemiş bir sır esintisi gibi geldi. Diğer yiğitlere tanıdık gelse de Topaykök daha önce kendisine böyle bir sesle, tam da bu şekilde cana can verircesine, insanın içini genişletircesine güzel gelmemişti. Abay tapınırcasına uyuşup kendinden geçerek dinledi.

Sadece bir an gözü Şükiman’ın yüzüne takılmıştı. Güzel genç kız artık çekinmiyordu. Bütün duygulu yüreğiyle, fidan gibi boyuyla şarkının melodisine kapılmıştı. İncecik kaşları bazen azıcık çatılıyor, bazen gerilerek yükseliyor, iç dünyasındaki duyguların efil efil esintisini sergiliyordu.

Şimdiki Şükiman nahif ezgili billur melodi eşliğinde bütün vasıflarını ortaya döküyordu. Sanat nuru ile bir başka canlanmış, bir başka güzelleşmişti. Şarkısında açık seçik ve belirgin şekilde uyumlu bir ezgi yanı sıra kesintisiz olarak ilişen ufak ve huzurlu bir tını, simli bir ses dalgası vardı.

Özellikle ilişen bu ses yiğit yüreğine başka türlü bir sıcaklık etkisi veriyordu. Gözünün önünden ne biçim güzel görüntüler geçiyordu. Ay ışığı şırıldayarak akan sığ bulak gibi yüzüne düşünce sevinerek parlar mıydı? Sesine hayran olarak gelip, nur şulesini geceye döker gibi olur muydu? İşte özellikle böylesi bir görüntüyü çokça hayal ediyordu.

Şükiman tekrar eskisi gibi dalgalandırdı, bütün ağırlığıyla nazlandırarak geldi, aheste bir şekilde duruverdi. Herkes hayranlıkla tâbi olmuş, sessiz sedasız dinliyordu.

Abay nefesini içine çekmiş, alabildiğine takatsizce gevşemişti. Sevinç ve bahtla karışık aydınlık bir yüzle sert bir biçimde “of” dedi. Sesini çıkarmadan Şükiman’a bakarak başını hafifçe öne eğdi.

İçtenlikle alkışlayan Erbol:

– Bugüne kadar söyleyicisiyle karşılaşmamış yahu biçare! Böyle söylenen Topaykök’ün başka ne hayali olur, dedi.

Abay da böyle düşünüyordu. Fakat o, içindeki huzur hâlini şu anda söze dökerek ifade edebilecek gibi değildi. Gönlü nur şuleleriyle dolup taşıyor, gerdirerek dalgalandırıyor gibiydi… Bir şeyler söyleyerek konuşsa, o huzuru kendisi bozmuş ve kendisi kovmuş gibi olurdu. Tek bildiği; içinde gün doğmuş gibiydi. Apaçık mutluluk hissediyordu. Artık kavuşulması imkânsız olandan ümidi kestiren ve yok eden mutluluk dönüp kendisi gelmiş, nazlandırarak esirgemiş, onu yeniden bulmuş gibiydi.

O anda Abay’ın aklında vazgeçilmez sağlam bir karar doğdu. Bir zamanlar gençlik, çaresizlik ve güçsüzlük sebebiyle sevdiğinden ayrılmış idi. Bunun için kendisi bağışlanmayacak kadar suçlu idi. Şimdi bu baht yıldızından ayrılmayı bırak, gözünü kaçıracak da değildi… Dünya alt üst olsun. Ana baba, arkadaş ve akrabalar abes karşılasın. Bütün âlem “kabahat” desin, bundan yaka silksin… O zaman bile Abay bu güzellikten uzaklaşmayacak, ayrılmayacaktı… Ayrılacak olursa, gerekli değildi yaşamak da! Bütün muradı, bütün hayali artık geri dönülmez bir biçimde bu hülyaya, bu karara bağlanmıştı sağlamca…

Gençlerin toplantısı bittiğinde Abay tekrar tekrar Şükiman’a teşekkür etti. Nefesi titreyen ve yüzü değişen yiğidin diline başka kelime gelmiyordu. Şükiman’ın gönlü bilge, sezgisi açık idi. O, kibarca süzülüp yüzü pembeleşerek gülerken Abay’a son bir kez göz attı. Şimdi o, içeriye ilk girdiğindeki yiğit değildi. İlk karşılaştığındaki gibi kibirli ve soğuk değildi. Hoş bakışlı ve yumuşak mizaçlı bir insan gibiydi. İçindekileri çekinmeden söyleyen, herkesi kendine çeken iyi bir adama benziyordu. Şükiman’ın daha önce görmediği, beklemediği iyisi gibiydi. Kız onu akrabası gibi yakın hissetti. Güleryüz gösterdi, uzun uzun bakışarak vedalaştı…

Yatma vakti geldiğinde Şükiman misafirliğe gelen damatlarını yengelerinden birinin evine yerleştirmeye gitti ve sonrasında kendi evine dönmedi.

Ertesi sabah atlanarak yola düşen Abay ve Erbol Şilikti bölgesinden çıkar çıkmaz Şükiman hakkında konuşmaya başladı. Abay:

– Kerim8… Kerim… Ne diyeceksin, dedi.

– Ay Kerim! Ay Kerim, diyen Erbol da gözünün önünde duran bir şeyi iştahla yiyecekmiş gibi gözünü pörtletmiş ve ağzının suyunu akıtmak üzereydi.

“Nasıl, nasıl dedin” diyen Abay, yoldaşının bu sözünü tekrar tekrar söylettikten sonra:

– Bir şey diyeyim mi? Bunun adı güzel değil. Cibilliyetine uygun değil… Yeni ad koyarız… Bunu da şimdi sen buldun. Şükiman adı dursun, gerçek adı “Aygerim! Aygerim” olsun, dedi…

Bunların sohbeti bu meyanda ilerledi. Dün geceki rüya ile başlayıp şahane ve imrendirici hakikatle sonlanan, hayretler içinde bırakan sırra geldi, dayandı. İkisi de uzun uzun konuşmakla birlikte bunun nasıl bir sır barındırdığını ve nasıl bir hâlden kaynaklandığını çözemedi, anlayamadı. İnsanı afallatıyordu. En sonunda Abay kendisi bir varsayımda bulundu, tahminini söyledi:

– Erbol akla yatmasa da bir şey diyeyim mi? Akıl ve bilinçle yaşayan halk bir yana, tam da böyle olacakları düşte görmek ya buna niyetlenen kâhinin, öngörürün, baksının, falcının işi yahut kitapların sözünü ettiği evliyanın, pirin işi. Ben böyle biri değilim. Nasıl gördüm? Belirli bir süreyle düşünüp dalınça girmiş, cezbeye gelmiş de değilim… Ama böyle sezgiler abdal ozanlarda da oluyor. Buna göre, ben de bir ozan olmalıyım, dedi.

Erbol Abay’ın ozanlığına önem veriyordu. Fakat bu hususu tam olarak anlamış değildi, ses çıkarmadı. Alışılmamış, tuhaf bir durum saydığı düşünce hâlinde kalıverdi. Abay da, o da, geceki rüya durumunu doğru düşünemiyor, sadece fal açar gibi oluyor, belirsiz dalınça düşüyorlardı. Fakat Abay “ben de bir ozan olmalıyım” sözünü, geldiği açıkça hissedilen bir ilham üzerine söylemişti…

Yol Şilikti tepesini aştı, dosdoğru gitti, boylu boyunca Orda dağının arka döşüne doğru uzandı.

Seyyahların tam karşısından Şınğıs’ın yeli esti. Uzakta, sahranın muhteşem masalındaki gibi güzel bir serap dalgalandı. Gözleri fal taşı gibi açan, insanı olduğu yerde donduran nice türlü görünüşler ve hayaller peydah oldu. Bunlar bazen mavimsi yeşilimsi bir pusarıklık içinde kalkıp yükseliyor, yerden koparak semaya doğru gidiyordu. Bazen dağın kendisi, bazen üzerindeki bir kışlak, bir mezar veya bir çalılık böyle uçarcasına yükseliyordu. Bu ılgımın arka tarafında, mavimsi yeşilimsi pusarıklık arasında Şınğıs’ın büyük katmanlı yemyeşil yükseltileri görünüyordu.

Bütün çevreyi yemyeşil göveren selinler ve geçen güzden kalan saçaklanmış solgun gri yulaflar basmıştı. Ara sıra yol boyundaki sulak çukur yerlerde deste deste sazlıklar da görülüyordu. Hepsi birlikte nazikçe salınıp ırgalanarak sadece vızıltımsı bir ses çıkarıyorlardı… Kendi korolarıyla baş başa verip birlik ve beraberlik ezgisi çalarak salınıyorlar, körpe yeşillikleri bağırlarına basıp yeni gençliği, yeni ilkbaharı ninniliyorlardı.

“…Sevinç ve mutluluk sezdik mimiklerinde…Sırrımı açarak giderim, süsleyerek sözlerle.Bir yel esse vızıldayarak sırlaşıp kamışlar ileBaş eğer onlar “Hak, Hak” diyerek var gücüyle”

diyen Abay, yeni bir akort arar gibiydi.

Bugüne kadar kurtulamadığı gönül kırgınlığı geceden beri kendi kendine açılmış, tam da bu anda aydınlığa kavuşmuş gibiydi. Hayal ve ilham yolu da aynı tende yankılanarak açılmışa benziyordu. Şiir sanki acele ederek ve küplere binerek çıkar gibi nice türlü şekillerle döne döne ve çabuk çabuk geliyordu. Yürekte mayalanarak telaşa düşen bir sevinç vardı. Yerine oturan, istikrara kavuşan bir düşünce yoktu. Hızlı gençlik bazen haylazlık, huysuzluk, haytalık yapmak ister gibi oluyordu. Şimdi motiflenerek gelmekte olan şiirleri de bu yürek ezgisine uygun olarak kopuk kopuk çıkıyordu. Titreyen çolak tanış gibi sık sık değişiyor, coşkuyla dönüyordu. Kaç defa ezgisini şaşırıyor, renkten renge giriyor, engellerden döne döne çıkıyordu…

Aslında kendi şiirleri hususunda Abay’ın takip ettiği bir kalıp, vazgeçilmez bir ezgi, değişmez bir vezin yoktu. Bir zamanlar o Doğu ozanları gibi:

“Sensin can lezzeti,Sensin ten şerbeti…”

şeklindeki sabit bir iskelet üzerine motifliyordu şiirlerini…

Bugün o, kendince içinde bulunduğu coşkulu sevince uygun türkü ezgisi arayacak oldu. Beste dilini de kendisinden bulacaktı. “Başkalarının söylediğini tekrarlasa kendi duygusu olmaz, uygun düşmez, sahte bir destan uydurmuş gibi olur” diye düşünüyordu.

Yine duygulanarak dalgalandığı bir anda Toğjan’ın ve Aygerim’in kaşlarını gözünün önünde canlandırdı, kusursuzca sıcak ve güzel görünen görkemliliği gözlerinin önündeymiş gibi seyrederek:

“… İncecik karakaşını çizip bırakmış,Bir cana benzetiyorum doğan ayı…”

dedi.

O ay, eskisi gibi gökyüzünde değil, uzakta değil, onu tanıyıp da gelmiş ve artık yanına yaklaşarak çökmüş gibiydi…

Abay bunu hissettikçe fasılasız şiir deriyordu. Çocukluk günleri, genç delikanlılık dönemi sevinçle yeniden yüreğinde uyanıyor, sabırsızca şadıman olarak oynakçalaşıyormuş gibiydi. Şimdiki hayat, tam karşısında dalgalanan ılgım gibileşerek masalsı hayal huzuruna doğru gümbürdeterek çekiyordu.

Gençliğini, sınırsızca mutluluk duyduğu gençliğini yeniden bulmuştu. Özleyerek, sevinerek bulmuştu. Onu bulmakla birlikte kendi içinde sinir küpü gibi sıkışıp kalan ve soğukta bulduğu birine sarılmış gibi kaskatı donan şairliğinin de hücum edercesine kanatlandığını gördü. Şiirinde artık bir sınır çizgisi yoktu. Özgür kalarak mutluluğu bulmuş kapan kuşu gibi duygulanarak ve oynayıp zıplayarak gidiyor, kelimeleri şımartıyordu. Kolaylıkla kurulan ahenkli ritimler ve dizilen kafiyeler vardı. Buna nazaran hafifliğine bağlı olarak dönem dönem değişen, çarçabuk yön değiştiren ve onlara uyum sağlayarak gelişen şarkılar da geldikçe geliyordu aklına.

Erbol’a söylediği “ben de bir ozan olmalıyım” sözünü ispat etmek istercesine şimdi gittikleri huzur dolu, uzun, güzel ve insansız yol boyunda fasılasız ezgiler buluyordu kendi içinden.

Abay Orda dağından ayrılıp tam da Karavıl’a gelinceye, öğlelik yere ulaşıncaya değin ayılmadan, caymadan beste yaptı, şiir coşturttu… Nereden geçtiğini, nasıl gittiğini tamamıyla unutmuş gibiydi. Ancak Karavıl nehrinin yakasına ulaştıklarında hayal âleminden birazcık çıkıp, kendine gelmiş gibi oldu. Bu uyanış da huzurluydu. Bütün kış boyunca halkını ve memleketini çok özlemişti. Kendi doğduğu yeri ve etrafındaki bölgeleri… Kendisinin özellikle çok sevdiği Karavıl nehrini…

Dizi dizi hatıralar gözünün önünden geçiyordu. Toğjan’ı ilk defa bu nehrin baş tarafında, şu uzaktaki yeşillenmeye başlamış olan Tüyeörkeş’de görmüştü. Bu Karavıl nehri taşmış, hiddetli akıntı gürüldeyerek giderken Abay masum çocuk temizliğiyle Toğjan’ı ilk defa öpmüştü. İşte o Toğjan! Yakıp kavuran, hayaliyle avunulan Toğjan bugün onsuz geçen yılları, çekilen acıları ve tasaları seraba dönüştürerek uçurmuştu. “Bunlar yok, bunlar beyhude. Ben hâlâ eskisi gibi körpe gençlik hâlindeyim. Aynı şekilde tertemiz kalbimle seni yeniden bulabilirim. Sevip imrendirerek mutlu edebilirim” diyerek geliyordu…

Şiir ve hayal debisi artık açık düşünceye getirmişti.

Abay farklıca bir güvenle Erbol’u şimdiki sırrına ortak etti. Geceden beri gönlüne düşen kararı söyledi. Bu, dünden beri bir öyle bir böyle savuran fırtınalı duygunun getirdiği sabır bilmez, kısa ve sağlam bir karar idi.

Sınır koymadığı dostuna geceden başlayan, bugün sabahtan beri gelinen yol boyunca devam eden hayal ve duygu fırtınasını anlattıktan sonra:

– Erbol, ayıplama, anla beni, dedi.

Ne zaman ani bir işe kalkışsa öncelikle Erbol’a anlaşılır olmak ister, söze böyle başlardı. Erbol bir şeyleri sezmiş gibi gözlerini kısarak baktı, tebessüm ederek gülmeye başladı. Dostunu anlamış, hâlini biliyormuş gibiydi. Abay onun yüzüne bakmıyordu. Konuşmasını sürdürdü:

– Bugünkü hayat beni eskiden basmadığım mecralara sürükledi. Tatmadığım, kaderimde karşılaşmadığım bir devrana yönlendirdi. Aklım fikrim buna gitti. Ben Aygerim’i yâr edeceğim, alacağım, dedi.

Erbol yoldaşının Aygerim’e tutulmaya başladığını fark etmişti. Fakat şimdi “alacağım” demesini beklemiyordu… Afallayarak baktı, çabuk cevap vermedi, düşünceye daldı.

İkisinin bu yoldaki sohbeti bu meyanda devam etti.

Şınğıs dağını aşıp gün batarken Şalkar’da yerleşen Uljan obasına yettiklerinde iki yiğit Abay’ın bu kararı hususunda kesin olarak anlaşmıştı…

Şalkar denilen geniş döşteki pek çok yayla capcanlıydı. Nehri duru, bulakları buz gibi soğuk, yeşilliği uçsuz bucaksız, eni ile boyu birbirine eşit gibi, kunan koşturumluk9 bir yerdi. Şalkar, ismi ile müsemma engin bir yerdi. Gece gündüz daima meltem olarak esen Arka’nın elverişli nahif rüzgârı özellikle Şalkar’da huzur esintisi gibi nazlanarak üfürürdü. Yüksek mevziilerinde yeşil ipek dalgalar gibi salınan yulaflı katmanları vardı.

Bu yıl Şalkar’da konan oba çoktu. Abaylar kendi obasını buluncaya kadar nice kalabalık obanın içinden geçti. Buradaki yerleşkelerin sahipleri olan Bökenşi ve Borsak boylarının obalarından başka, bu yıl barışarak gelen Jigitek obaları da vardı. Uljan obasını çevreleyerek göçen Irğızbay, Juvantayak ve Karabatır boylarının obaları da vardı. Kökşe boyunun tek tük obası da gelip konmuştu.

Hediye yiyecek hissesi getiren saygılı eltiler ve görümceler, baybişeler ve gelinler Uljan obasını basmış olmalıydı. Abaylar yaklaştığında birkaç at arabasına doluşan bir grup kadın doğu tarafındaki Süyindik yerleşkesine doğru gidiyordu. Başka bir grup atlı hanımlar batıya doğru gidiyordu. Bunlar da Sarıgöl tarafından, Jigitek obalarından gelmiş olan konuklar olmalıydı.

Abay’la Erbol, bu toplulukların ayrıldığı vakitte gelişlerini ters görmemişlerdi.

Dışarı çıkarak konuklarını uğurlamak üzere atlandıran Uljan henüz eve girmemişti. Abayları büyük evin önünde pek çok kadın, delikanlı ve çocuktan oluşan kalabalıkla karşıladı.

Otağ yeni, körpe yeşillikler bükülse de daha ezilmemiş, oba evlerinin etrafı tertemiz idi… Aynı şekilde Uljan’ın kendisinden başlayarak etrafında duran gelin, elti ve çocukların üstü başı da tertemizdi. Hepsi yeni elbiseler giyinmişti. Kadınların başörtüleri akpak olsa da ayağa kadar uzayan çift etekli elbiseleri ile beli büzülü hırkaları nice türlü renkleriyle ak evin dışını ve yeşillik dünyasını kendince allı pullu güzelleştirerek nakışlamış gibiydi.

Kenardaki evlerde yaşayan elbisesi yırtık, yüzü cılız olan sağıcı, tezekçi, çoban ve seyis hanımları ile çocukları bu topluluğa yanaşmıyor, ıraktan bakıyor, kıyıda duruyordu. Ayğız ve Kaliyka onları, yeni taşınan komşuya yemek getiren kadınlar geldiğinden beri bu tarafa yaklaştırmamıştı. Böyle durumlardaki adetlerine uygun olarak ikisi de onları yerip “göz önünde durma! Herkesi korkutup düşüne mi girmek istiyorsun? Şöyle uzağa git, darılma” diyerek sıradan çardaklara doğru, sağılacak malların arasına doğru sürerlerdi…

Akrabaları Abay’ı güler yüzle, sevinerek karşıladı. Bu meyli ilk gösteren kişi, oğlunun yüzünü koklayarak öpen ve onu gülümseyerek karşılayan anası Uljan idi. Uljan, iki üç yaşında olan en küçük torununu boylu boyunca Abay’a yönlendirdi. İnce kemikli yuka yüzü akpakça boz olan, kaşı gözü alabildiğine güzel yaratılan çocuk oldukça sevimli ve nazik bir hareketle Abay’a doğru yaklaştı, çömelmiş olan babasının boynundan sarıldı, yüzünü yüzüne yapıştırdı. Abay büyük bir sevecenlikle “Mağaş’ım” diyerek öptüğünde, çocuk hiç utanıp sıkılmadı. Çoktan beri görmese de babasını yadırgamadı. Babaannesine bakarken mercan gibi küçük ve bembeyaz dişlerini göstererek güldü. Sağ eliyle babasının yüzünü okşadı, kendisini biraz geriye çekip uyanıkça güldü:

– Baba, sen bana “Mağaş” mı dedin? İyi, unutmuşsun ya beni. Ben Mağaş değilim, Abiş’im ya, dedi.

Kimin öğrettiği bilinmez. Fakat şeffaf boncuk gibi saf ve sevimli olan, bir o kadar da kanı kaynayarak sevdiği evladının ağzından çıkan böylesine açık bir istihza Abay’ın kanına dokunmuştu. Oğlunu yere indirdikten sonra bütün oba halkıyla içtenlikle selamlaşan Abay, Mağaş’ın az önceki sözüne geri döndü. Bunu Uljan öğretmiş olamazdı. Abay bundan emindi.

Mağaş deminki sözü söylediği anda Abay’ın kaşlarının çatıldığını Uljan da fark etmişti. Mağaş’ı kendine çekip ağırbaşlı ve etkili bir sesle konuşarak:

– Oy, akılsız oğlum! Bu nasıl söz? İnsan uzaktan gelen özlediği babasını böyle mi karşılar, demişti.

Fakat annesi böyle söylese de Abay sakinleşememişti. Çekinmedi ve düşüncesini oradaki birisine duyururcasına annesine söyledi. Alınmış gibi gönül koyarak konuştu:

– Anacığım, bu evladın ne diyor? Kim öğrettiyse, bu sözü öğreten kişide akıl yok efendim, dedi ve eve girdi. Alacalı kalabalık topluluk gülüşü fiskosu, şakası şamatası ile hep birlikte büyük eve yöneldi…

Eve giren herkesin merakı Kunanbay hakkındaydı. “Bilgi var mı”, “haber geldi mi”, “sağlığı yerinde miymiş” gibi sorular sordular. Abay’ın aldığı haber de kısaydı. Sadece “Karkaralı’ya, imam vekili Öndirbay’ın yanına sağ salim ulaştık” şeklinde azıcık selam gönderilmişti. Onu iletti…

Dışarıda Abay’ı karşılayan topluluk içinde Dilda da vardı. Büyük eve de birlikte girmişti. Deminki sözü Mağaş’a öğreten de oydu. Abay’ın incindiğini hisseden Dilda hiç pişmanlık duymamıştı. Hatta içinden “oh olsun” der gibi sevinmiş, istihza ile gülüvermişti. Altı ay süren kış boyunca bir gün bile obasına gelmeyen kocasına bu kış kaç defa kızmış, hatta beddua bile etmişti. “Orada birisiyle ilişkisi var yahu. Büyülenmiş… Bütün çocuklarını, evini unuttuğunda bulduğu kim acaba? Muradına eremezsin inşallah Abay, çekersin bundan. Başına gelecek olan bizden ötede gelsin” demiş, bazen büyük bir inatçılık kuvveti göstererek bu tür sözleri Uljan’a da işittirecek şekilde gümbürdeyerek söylemişti.

On yaşını geçerek buluğa giren Akılbay adlı oğlu Nurğanım’ın bakımında büyüyordu. Ondan sonra doğan sekiz yaşındaki kızı Külbadan ve altı yaşındaki sevimli oğlu Abdirahman ile kanının en çok kaynadığı, evlatları içinde ona en tatlı gelen küçük oğlu Mağaş ise anneleri Dilda’nın bakımında büyüyordu. Bütün oba ile birlikte Uljan ve Ayğız gibi anneleri de Dilda’yı el üstünde tutuyordu. Evlatları ise bütün büyük ağabeylerinin, yengelerinin, kayın ve eltilerinin içtenlikle sevdiği gönül meşgaleleriydi. Böyle pek çok oğul dünyaya getiren ve halkın sevdiği güzel evlatlar doğuran kodaman obanın kızı şımarmadan duramazdı. Diline de, öfke dolu iğneleyici şakalarına da ket vurmayan dik başlı biriydi. Dilda Abay’dan memnun olmadığı için böylesine katı, kendini beğenmiş ve soğuk tavırlı olmuştu. Dilda ile Abay’ı, bu seyahat dönüşünde birbirine karşı özellikle anlayışsız kılan böyle bir soğukluk vardı. Bu çoktan beri yüzeysel olarak bilinen, şimdi ise açık seçik dışa vurulan bir mesafelilikti…

Evin pek çok kişiden kurtulduğu bugünkü akşam vaktinde Abay ile Dilda birbirine karşı o kadar da sıcak tavırlar sergilemiyordu. Abay, karısına karşı ne kadar silik bir soğuklukla baksa da çocuklarına karşı şefkatli ve özlemi kuvvetli bir baba idi.

Hayatında ilk kez bu akşam Uljan’ın önünde Külbadan, Abiş ve Mağaş’ı hep birlikte önüne almış, kucağından indirmeden yapışırcasına sevmişti. Abay gün boyunca aklından geçen düşüncelerinden vaz geçmese de çocuklarına karşı bugünkü güler yüzlü içtenliğiyle her zaman müşfik ve himayekâr bir baba olacağına yemin eder gibiydi.

Bu akşam Uljan ve Ayğız’ı şaşırtarak özel bir kararını açıkladı. Bu, kimseye danışmadan, kimseyle çekişmeden, kendisinin verdiği bir karardı.

Bu karar; Külbadan ile Abiş’i daha sonra şehre götürüp Rus okulunda okutmak üzerineydi.

Uljan Abiş’in henüz çok küçük olduğunu söyledi ve sağlığının iyi olmadığını, zayıfladığını hatırlatarak bu torununun şimdilik obada, kendi yanında bulunması gerektiğini ifade etti. Abay, zamanı ile ilgili tartışmaya girmedi:

– Ana, bu iki çocuğu adam edeceğim. Eğitimi ve terbiyeyi erkenden verip iyi yetiştireceğim. İkisi için de henüz erken olduğu doğru. Sadece, eninde sonunda şehir terbiyesini, zamanın gereklerini öğreteceğim açık. Bu hususta çok kararlıyım, dedi.

Babalarını çok özleyen ve sevinerek kucağında oturan çocuklar Abay’ın sözlerini beğenmişti:

– Gideriz, okuruz. Bizi şehre götür, diyerek aceleyle, heyecanla söz verdiler…

Abay, Orda’da iken verdiği kararı ise uzun süre ev ahalisine bildirmeyecekti. Öncelikle bu niyetinin hayata geçmesi kolay mıydı, mümkün müydü? Nasıl başlayıp, nasıl yürütecekti? “Aygerim’in sözlendiği biri var” demişlerdi, o kimdi? Kız bunu nasıl karşılardı? Obadakiler, akrabaları ne diyecekti? Bütün bunları bilmesi gerekiyordu. Adımlarını dikkatli atmalı, aceleyle hareket edip ters bir duruma maruz kalmamalıydı.

Erbol’la birlikte herkesten gizlediği sırrını sükûnetle boylu boyunca akıl süzgecinden geçirdiklerinde, dost kişilerden birini bu işe yardımcı olarak almak gerektiği hususunda anlaştılar.

Bu hususta ikisinin de seçtiği, makul gördüğü kişi Jiyrenşe idi. Uzun yıllardan beri Abay’la dostluğu olan Jiyrenşe bu sıralarda bitirim bir söz ustası olarak tanınmaya başlamış, muhterem bir kişi olmuştu. Kalabalık Kötibak boyu içinde Baysal’ın açık çek verdiği güvenilir yoldaşı olmuş, okumuş bir yiğitti.

Abay Konırkökşe’ye Bolıs seçildiğinde Jiyrenşe’yi bu halkın kadısı yapmış, yanına yoldaş etmişti.

Kendisi geçen kış “babamı yola çıkaracağım” diye bahane bularak kendi isteğiyle Bolıslıktan ayrılsa da Jiyrenşe onun atadığı görevden ayrılmamıştı ve hâlâ Konırkökşe’nin, o bölgede yaşayan Mamay boyunun kadılarından biri olarak görevini sürdürüyordu.

Abay Erbol’u gönderdi, önce Jiyrenşe’yi davet etti.

Uljan’ın obasında konaklayan Jiyrenşe genç dostunun bütün efkârını anladı. Her yönünü tartıp düşündükten sonra nihayet bu kararına karşı çıkmadı. Üstelik aracı olmayı da kabul etti.

Abay onun iyi niyetini anladıktan sonra:

– O hâlde ben bütün yetkiyi sana veriyorum Jiyrenşe! Kız iyi mi, evvela onu bir sına. Öncelikle onun gönlünü anla. Ondan sonra ana babasının, obadaki akrabalarının meylini kavra. Bir şeye çok dikkat et. Özellikle söylemek istediğim şu: Herhangi bir şekilde kabul ederlerse “Kunanbay’ın evladı, halka edeceği zulüm çok olur. Kodaman oba, vermezsem hiddeti olur mu, bir zararı dokunur mu” diye düşünmesinler. Allah şahit! Ne kızın yüreğine ne de yakınlarının gönlüne hoş görünmezsem, isteğimde ısrarım yok. Baba kuvvetiyle, oba şöhretiyle alacak olursam, o zaman kız almış, yâr almış olmam, azap almış olurum. Bunu senden özel olarak istiyorum. Ne olursa olsun, gelince bütün hissettiklerini bana açık açık söyle, dedi.

Abay, bu tembihlerine özellikle dikkat etmesi için Erbol’u da Jiyrenşe ile birlikte gönderdi.

Mamayların içine gönderdiği dostları Abay’ı çok fazla sıkıntıda bırakmadı, sarartıp soldurmadı. Üç gün sonra çabucak geri geldiler…

Jiyrenşe Aygerim’le alıştıra alıştıra konuşmuştu. Kızın güzelliğini o da beğenmişti. Özellikle aklı ve mizacı çok memnun bırakmıştı… Abay bir hususu daha yeni öğreniyordu: Aygerim’i sözlendirdikleri kişi Mamay boyundan biri imiş. Fakat ondan daha önce söz kesilen kişi genç yaşta ölmüş, bunun üzerine kızı kayın ağabeyine uygun görmüşler. O ise yaşı ilerlemiş biriymiş ve daha önce genç kızken aldığı bir hanımı varmış. Önceden başlığı verilmiş ve dul kalmış sayıldığı için o kayın ağabeyi Aygerim’e serbestlik tanımamış ve “kendim alacağım” demiş. Buna göre Bekey’in kızı manevi olarak başı bağlı sayılırmış. Hatta kızın yakınları bir defasında hısımlarından Aygerim için serbestlik de istemiş. Ama kayın ağabeyi buna rıza göstermemiş. “Azatlık vermiyorum. Allah’ın verdiği dulumu kendim alacağım” demiş. Fakat böyle diyerek kızın bahtını bağlasa da kalabalık sürüsünün ihtiyaçlarını karşılayamayan, yengeleriyle anlaşarak kızla görüşmeye gelemeyen, kendi hanımını da ezip geçemeyen, dediğini yapamadan yaşayan biriymiş.

Jiyrenşe Bekey ve Şekey ile enikonu görüşüp bu hususların tamamıyla ilgili olarak kanaat sahibi olmuş, Aygerim’in duygu ve düşüncelerini de kendi ağzından işitmiş. Aygerim, serbestlik verilirse bir kocaya varacak değilmiş… Fakat Abay’ın da daha hâlâ önünde duran ve çözüm bekleyen pek çok ağır düğümleri vardı. Eşi dostu, annesi akrabaları henüz onun bu niyetini bilmiyordu. Alşınbay kızı Dilda vardı. O ne yapardı? Belli değil. Bu hususları kendisi içten içe sağlamca dikkate alan Jiyrenşe, Bekey ve Aygerim’le konuşurken şimdilik büyük bir gizlilik içinde olmaları gerektiğini hissettirmişti. Dişlerini sıkıp kimseye duyurmadan gizleyerek beklemelerini tavsiye etmişti.

1...34567...12
bannerbanner